Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Martin Luther King Çalışması


Şu günlerde gündemimiz çok yoğun. Seçim tartışmaları, Gazze'deki olaylar, emniyette seçim öncesi operasyon, üniversite sınavları.. vs derken pekçoğumuzun astrolojik haritası burcuna göre yaşaması gerekeni yaşatıyor insanoğluna. Bu koşturmacada neyin peşinden gidiyorsanız gidin zihninizdeki güzel şeylere mekan oluşturmayı asla ihmal etmeyin. 


Dünyada ve hayatınızda birşeyler değişsin istiyorsanız kuvvetli bir örneğim var size. İster ünivesite sınavını kazanmayı, ister terfi etmeyi, ister yaşamınıza yeni bir 'oluşum'u, 'değişim'i dahil etmeyi düşünün, düşün dünyanızda atlamamanız gereken birşey var. Yazdığınız veya okuduğunuz sözler ve kelime öbekleri değil, zihninizde kendi isteminizle oluşturduğunuz 'görüntüler' gerçekleşebilir. Kitlesel düşünmek yerine düşündüğünüz şeyin bireyde yarattığı faydayı 'birey' düzleminde hayal ederseniz o amaca ulaşmanız daha kolay olur.




Bunun için yıllardır farkında olarak veya olmayarak Apple, Google, Facebook, Starbucks gibi dev markaları bugüne taşıyan isimlerin kullandıkları bir çalışma var. Martin Luther King çalışması adı verilen yöntemde zihinde uçuşan sözler değil, resimler, görseller hatırlanıyor. MLK Lincoln Anıtı'nın merdivenlerinde otururken şunu demedi 'Amerika'da ırklar arası ilişkilerin yıldan yıla düzeleceği bir gelecek hayal ediyorum.' BUNUN YERiNE berrak bir zihinsel imaj yarattı: 'Bir gün, Georgia'nın kızıl tepelerinde, eski kölelerin çocuklarıyla eski köle sahiplerinin çocuklarının kardeşlik masasının etrafında birlikte oturacaklarını düşünüyorum.' 


Bu yöntem cumhurbaşkanlığı seçimi için işler mi bilmem ama kendi berrak zihinsel imajınızı hâlâ yaratmadıysanız, bugün zihninizde bu fotoğrafı yaratmak için iyi bir gün değil mi? 



Lombardiya'nın Gizli Kalmış Hazinesi Bellagio



Öyle anlar var ki insan neden keyiflendiğini ve iyi hissettiğini bilmek ister, sebep arar kendine. Beni keyiflendiren en büyük etken doğadır ve doğanın yumuşak hatlarına büyülenmişçesine bakmak, o anı o zaman dilimine sıkıştırma zorunluluğu olmadan tadını çıkarmaktır. Hatta bazen zihnimde yer etmiş öyle karaler, öyle coğrafyalar vardır ki orası bensiz olsa bedenim orada olmasa da zihnime kaydettiğim görüntü sakinleşmemi, ruhumu dinlendirmemi sağlar.



Bunlardan biri kuzey batı İtalya'daki Lombardiya bölgesinde yer alan Como Gölü'nün en ucundaki Bellagio kasabası. Haritada oldukça geniş bir alana yayılan Como Gölü'nü ters Y gibi düşünürseniz, Bellagio bu Y'nin tam ortasında bulunuyor. 



Bu kasabaya önce Milano'daki Mussolini döneminde inşa edilmiş Milano Centrale istasyonundan bineceğiniz Como Gölü treniyle, ardından Como'dan kalkan bir saatlik bir feribot yolculuğuyla ulaşıyorsunuz. Feribottayken sağda ve solda yeşillikler içine gizlenmiş tipik İtalyan evlerini izlerken, yol boyu sıralanmış bu evlerdeki acelesi olmayan yaşamı düşünüyorsunuz. Doğa, deniz, insan uyum içinde. 


Bellagio'ya gelmeden önce birkaç iskeleye yolcu bırakıyor feribot. Kendimi Ada vapurunda hissediyorum o an. Hava berrak ve doğa katışıksız güzel, önümüz uçsuz bucaksız gibi geliyor o an. Nihayetinde Bellagio'ya vardığımızda değişik, alışılmamış olan, şaşırtan, beklenmedik bir şey yok. 


Herşey birbiri içine geçmiş, bir tablonun içinde kaybolmuş gibi. Ayrıntılara baktığınızda güzelliği fark ediyorsunuz. Parklar, bahçeler, korulardan oluşan yeşil damarlarla yavaş yavaş yükseliyor. 


Kasabanın içinde dolaştıkça tipik, dar, İtalyan stili sokaklara, merdivenlere çıkıyorsunuz. Koyu fildişine boyanmış evlerin dış cephelerindeki nerdeyse her camdan bir çiçek sarkmış, sokaklara bir el 'burada huzur var' yazmış sanki..



Bir sokak diğerinden belirsiz çizgilerle ayrılıyor. Hava ne çok sıcak ne çok serin. Aslında sıcak olması beklenirdi ama Alplerden gelen serin rüzgar Bellagio'ya nefes aldırıyor. 


Burada zaman işlemiyor, herşey nasıl inşa edildiyse öyle kalmış gibi. Sahilden yukarıya merdivenle çıkarken 2-3 katlı, küçük, fildişi ve aşıboyalı evler ve evlerin altındaki cana yakın ipek, ahşap, takı, resim, kıyafet, yerel bira satan dükkanlarla; şirin, evden restorana dönüştürülmüş, kutu kutu odalardan oluşan, mutfağından lazanya, spagetti ve pizza kokusu gelen lokantaları görüyorsunuz. 


Milano'da çokça pizza yediğim için burada tercihimi İtalyan usulü lazanya ve şahane bir kırmızı şaraptan yana kullanıyorum. İtalya'nın pekçok şehrinde lazanyayı double kremayla yapıyorlar. Parmesan peynirinin anavatanı olmasına rağmen ne yazık ki pek çok yerde ikinci kalite parmesan servis ediliyor.



Yemekten sonra Bellagio'nun kuzeyine doğru keşfe koyuluyorum. Yürüdükçe serinleten rüzgar artıyor ama rahatsız etmekten öte korunaklı bir bölgeye gelmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Burası Bellagio'nun en kuzey ucu ve ufukta, sol tarafa İsviçre Alpleri var, sağ tarafta azıcık eğilseniz ve önünüzdeki dağ olmasa Saint Moritz'e uzanacakmışsınız gibi. 


Bu boşluk beni büyülüyor çünkü alabildiğine geniş bir göl ve tam karşınızda nefesinize nefes katan, dünyada oksijen oranın en yüksek olduğu yer olan İsviçre var. İskelenin hemen arkasında yeşiller, pembe çiçekler içinde naif bir restoran, Ristorante La Punta misafirlerini ağırlıyor. 


Sadece bir kadeh şarap için vaktim var keza feribotu kaçırırsam burada konaklamak zorunda kalacağım. 


Como Gölü'nün tam ortasına konumlanmış bu kasaba için bir gün yeterli bana göre. Vaktiniz varsa çok yakınındaki Lugano, Bolzano veya daha kuzeyindeki Davos'a da trenle ulaşılabilir. Tabii biletlerinizi önceden edinmekte fayda var.


Hülya Meral




Gazze Filmi Vizyonda !

Birinci Körfez Savaşı'nın başladığı yıl, yani 1990'ın ortaları ve Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan savaşın kumandasını ABD'nin ele alıp BM Koalisyonu olarak Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, İspanya, Mısır, Katar, Suriye ve Suudi Arabistan'ın ve başka 24 ülkenin daha ortak hareket ederek Saddam yönetimindeki Irak'ı bozguna uğratma çabaları.. 


Geniş çaplı harekât sürerken henüz ilkokuldaydım ve tek kanallı dönemde izlediğimiz tek şey CNN International tarafından dünyaya dağıtılan, -Bekir Coşkun'un deyimiyle- akşam yemeğimizi yerken, çorbamıza ekmek doğrarken adetâ film gibi takip ettiğimiz savaş görüntüleri ve gece vuruşu yapıldığı, roket atıldığı saatlerde siyah gökyüzü üzerinde parlayan yeşil ışıkların ekrana yansımasıydı.



Sonra 1992'de Bosna Savaşı başladı. Feci soğuk bir kıştı ya da ben çocuk olduğum için daha çok üşüyordum.. İlkokulda Sovyetler Birliği- SSCB diye öğrendiğim, haritada kocaman yer kaplayan ülke dağılmış, Berlin Duvarı yıkılmış, Batılı ülkeler senaryoda daha iyi bir yer kapma telaşındaydı. Yugoslavya'dan ayrılıp bağımsızlığını ilan etmek isteyen Bosnalı Müslümanlar ve Bosnalı Hırvatlar Sırplar tarafından acımasızca öldürülmeye başlamıştı. Artık tek kanaldan çıkılmıştı ve birkaç kanaldan savaş muhabirlerinin ilettiği görüntüleri izliyor, yorumlarını dinliyorduk. Üç yıl boyunca akşam yemeğimize kaşık çatal sallarken bu sefer de Sırplar'ın yarattığı cehennemi izledik. En son savaşı kaybedeceğini anlayan Sırplar, 1995'te Gorajde ve Srebrenica'da büyük bir katliam yaşattılar. Pek çok yerde toplu mezarlar bulundu, binlerce kadına tecavüz edildi. Yıllar geçtikten sonra halkın yaşadığı travmaları filmlerden, belgesellerden izledik. Sonraki yıllarda başarılı olduklarını bilsem de ülkemize maç yapmaya gelen Sırp basketbolculara karşı hep önyargılı oldum..


Artık daha çok televizyon kanalımız vardı. Hatta 1998'de NTV, 1999'da CNNTürk haber kanalları ve ardından Ufuk Güldemir yönetimindeki Habertürk yayın yapmaya başladı. 

Çok geçmeden 11 Eylül 2001 günü (Türkiye'de akşamüstü 19.00 dolayları) El Kaide Amerika'daki Dünya Ticaret Merkezi kulelerinden birine terör saldırısı düzenledi ve bir helikopter ticaret merkezine çarptı. Kanallar olayı canlı veriyordu, binadan alevler çıkmaya başlamıştı, olayı şok içinde ayakta izliyorduk ki aradan 15 dakika geçmeden diğer kuleye de saldırı düzenlendi. Onlarca kişi, camlardan ölüme atladı. Toplamda 2.000 sivil hayatını kaybetti. Eşi benzeri olmayan bu olay sonrasında halk toplu psikolojik travma yaşadı. Olay anında binaların çöküşünün kaydedildiği, etrafın toz bulutuna gömüldüğü görüntüler aylarca televizyonlardan verildi. Artık ülkeye giren Araplara ve Müslümanlara potansiyel terörist muamelesi yapılacak, havaalanlarında ikinci, üçüncü sınıf insan yerine konacaklardı. Bu büyük travmanın atlatılması ve Amerikan halkının içinin soğuması için rövanş gerekiyordu. 2003 yılında ABD ve Birleşik Krallık öncülüğünde koalisyon gücü oluşturuldu ve Irak işgal edildi ve böylelikle İkinci Körfez Savaşı başladı. 

İlk aşamada Afganistan'a askeri harekat başladı. Ardından ABD, El Kaide'yi ve Usama Bin Ladin'i desteklediğini ve barındırdığını öne sürdüğü Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak'ı yerle bir etmeye başladı. İşgalin diğer bir adı Irak'ı Özgürleştirme Operasyonuydu.. Bir ara akıllarına çılgınca bir fikir geldi ve Türkiye'deki tüm üslerin Amerika kullanımına açılmasını istedilerse de AKP hükümetiyle pazarlıklar yapıldı, tezkereler oylamaya sunuldu, nihayetinde kabul edilmedi. Amerika, gemilerini Mersin limanına göndermiş, Türkiye'nin destekleyeceğinden o kadar emin hareket etmişti ki 'olumsuz cevap' karşısında tüm planları altüst oldu.

Aynı dönem, Temmuz ayının başlarında 100 kadar Amerikan askeri Süleymaniye'de Türk timine baskın düzenledi ve bir Türk askerinin başına 'çuval' geçirilerek askerler bu şekilde Bağdat'a götürüldü ve uluslararası krize girecek kadar ileri gittiler. Hilmi Özkök'ün deyimiyle 'İki ülke arasında büyük bir güven bunalımı yaşandı'. Biz yine olanları film izler gibi akşam yemeğimize, salatamıza kaşık, çatal sallarken izlemeye devam ettik. Savaş sonrasında Irak ve Afganistan'da 1 milyon sivilin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Irak'ta hâlâ huzur olduğu söylenemez..

Aradan nerdeyse 10 yıl geçti. Ortadoğu ve Türkiye'nin güneydoğu bölgesi her zaman sıcaktı ama eskisi kadar büyük bir savaş, çatışma pek yaşanmıyordu. Son 20 güne kadar....

İsrail Hamas'ı bahane ederek yine Gazze'ye saldırdı. Yüzlerce masum sivil atılan roketlerle hayatını kaybediyor, insanlar ne yapacağını bilemez halde. 


ABD ve Birleşik Krallık dahil tüm dünya olanları evlerindeki koltuklara gömülmüş, kumanda marifetiyle takip ediyor. Öylesine bir bakıp eğlence kanalına zaplıyor. Bugün Almanya Başbakanı Angela Merkel İsrail'in yanında olduklarına ilişkin demeç verdi. Obama'dan ses yok.. 



Bu arada geçen 10 yılda teknoloji aldı yürüdü. Yüzlerce, binlerce kanal 3G, 4G, GPS teknolojisi sayesinde sıcak bölgelerden (kaçırılıp rehin alınmazlarsa) canlı yayın yapabiliyor. Hatta İsrail sınırından Gazze'deki gelişmeleri aktaran, ellerindeki yiyeceklerle maç havasında, alkışlayarak roket saldırılarını izleyen İsraillileri sosyal medya üzerinden kınadığı için CNN International'ın muhabiri Diana Magnay'ın görev yeri değiştirildi, başka bir sıcak bölge olan Moskova'ya gönderildi. (Ukrayna ve Rusya çatışma halinde, hatta o güzergahın havaüssünü kullanan bir Malezya uçağı düştü ve onlarca kişi hayatını kaybetti)


Türkiye'de oruç rehavetinden ve deniz-kum-tatil psikolojisine girildiğinden olsa gerek sadece sosyal medyada fotoğraf ve birkaç edebi cümle kurarak olaylar kınanıyor. Başbakan İsrail'i kınıyor ama bu sefer öyle 'One Minute' kükremesinden ziyade pek duyulmayan bir fısıltıyla çünkü altından kazıdıkça başka şeyler çıkıyor.. Yıllar, insanlar, olaylar, savaşlar devam ediyor. 'Gazze filmi' vizyona girmiş. 'Yönetmen',  'sahne' dediği an çorbaya kaşık sallamaya başlayıp filmi izlemeye devam ediyoruz. Değişen -vicdanlar dahil- pek birşey yok. 

Hülya Meral

Yaz Boyu Mehtap Gezileri ve İstanbul'un Deniz Ulaşımı


Hep söylüyorum. İstanbul'un trafik sorununa en büyük çare deniz ulaşımı ancak büyük ve hantal vapurlar değil, aynen Venedik'teki vapurettolar gibi küçük, motoru güçlü ve hızlı manevra kabiliyeti olan, Boğaz Hattı'ndaki ve diğer hatlardaki her iskeleden 5 dakikada bir kalkacak motorlar. Yine belirli hatlar olmalı ama hatlar arası geçişler, aktarmalar yolculara yansıtılmamalı.



Boğazı elips şeklinde düşünürseniz bu hiç de zor olmasa gerek. Dört bir yanı deniz olan İstanbul'da deniz ulaşımının bu kadar dağınık, düzensiz ve yetersiz olması akıl alır gibi değil. Denebilir ki yolcunun yoğunluğuna göre zaten seferlerimizin saatleri belirlenmiş durumda. Hızlı motorla ulaşımı belirttiğim şekilde çalışır hale getirdiğiniz vakit, seyrek yolculuk yapılan iskelelerden bile yolcu akışı olacak, karayolunu kullanan yolcular deniz yolunu tercih edeceklerdir. Psikolojik açıdan bakarsak, trafiğin getirdiği stresi ekarte edip deniz kokusunu alan bedenlerin seratonin salgılamasına yardımcı olmuş olursunuz. 



Aynı şey Pendik - Kadıköy sahil hattı için de geçerli. Deniz yoluyla ulaşımı teşvik ettiğimiz sürece karayolundaki tıkanıklık azalacaktır. 

Bunun yanında, İstanbul dışından misafirim geldiğinde vapur- motor sistemini anlatmakta zorlanıyorum çünkü her hat için farklı isimlerde şirketler var. Bir de Şehir Hatları vapurları var. Biri devletin diğerleri özel işletme, istediğini seçebilirsin diye açıklamak gülünç geliyor kulağa. 

Şehir Hatları vapurlarını çoğunlukla trafiğe girmemek için Beşiktaş- Kadıköy ve Taksim- Kabataş Finiküler- Kadıköy üzerinden kullanıyorum. Taksim'e karayoluyla ulaşmaktansa vapurla 15 dakikada geçmek hem keyif hem zamandan kazanım. 

Geçenlerde de hiç aklımda yokken ve vapur olduğunu bile bilmiyorken Emirgan'dan -çok sık kalkmasa da- vapura binip yolculuk boyunca da yalıları, boğazın eşsiz güzelliğini, erguvanları izleyerek Çengelköy'e geldim, akşamı orada ettim. Önceden böyle bir hat olduğunu bilmiyordum.

Adalar için ise Bostancı İskelesi'nden Şehir Hatları vapuru saatte bir kalktığı için her yarım saatte bir yapılan motorla ulaşım daha mantıklı geliyor. 

Yani daha düzenli bir deniz ulaşımı sistemi olsa, İstanbul gibi her noktasından deniz görünen bir şehirde hayat daha keyifli ve pratik olabilir. Çoğu kişinin trafiğe girmemek için lokal mekanları tercih ettiğini ve diğer semtleri ıskaladığını düşünüyorum. İstanbul'da her yıl bir milyon kişinin Boğaz'ı bir kez bile görmeden yaşadığını düşünürsek haksız sayılmam.



Neyse, size bahsetmek istediğim bu değil. Şehirdışından arkadaşlarım, misafirlerim geldiğinde (özellikle Ankaralılar için denizin anlamını tahmin edersiniz) mutlaka bir Boğaz Turu yapmak istediklerinden, motorla gezilen 1,5 saatlik turları öneriyordum ancak bu yıl Haziran ayında başlayan, Şehir Hatları vapurunun düzenlediği Mehtap Gezileri'ni fark ettim. 

Şayet İstanbul dışından geliyorsanız, Boğaz'ı 6 saat boyunca her iskelede durarak yaşamak, yalıları, mimari yapıları, camileri, sarayları, Rumeli ve Anadoluhisarı'nı uzun uzun izlemek, fotoğraflamak istiyorsanız bahsettiğim bu gezi oldukça ideal. Dolunaylı bir akşama denk geldiyseniz elbette daha şanslısınız..



Yaklaşık 6 saat süren “Mehtaplı Geceler Turu” Bostancı iskelesinden başlayarak sırasıyla Kadıköy-Eminönü-Üsküdar-Beşiktaş-Rumeli Kavağı iskelelerine uğruyor, Anadolu Kavağı’nda mola veriyor. Boğaz keyfi gece 01.00’e kadar sürüyor. Sıkılırsanız veya gözünüze akşam yemeği için güzel bir mekan kestirirseniz istediğiniz durakta inip kalabilirsiniz de. Denemeye değer..