tunalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tunalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BİR ANKARA HİKAYESİ


Geçtiğimiz haftalarda Ankara’daydım. Yıllar önce bu şehre geldiğimde devasa gri binalar, devasa hastaneler, iliklerime kadar donduran soğuk  ve tüm bu iç titreten havasına rağmen sıcak, yardımsever,  sürekli hareket halinde, dinamik ve coşkulu bir şehir hayatı ve Ankara insanıyla karşılaşmıştım.
 Şimdiyse gri binaların yanında tıpkı İstanbul’daki gibi AVM sayısının arttığını, şehrin kalbi sayılan Kızılay Meydanı’na kocaman ama bence çok da estetik durmayan bir AVM yapıldığını gördüm. 
 
Pek çok semt, lüks konut inşası hızlıca yayıldığı için inşaat halinde. Örneğin Ağaoğlu’nun çok tartışılan İstanbul 1453 projesine karşılık burada da İncek Life isminde bir proje yürütülüyor. Yeni bina sayısı artsa da Çankaya, Küçükesat gibi semtler hala naif görüntüsünü koruyor.

İki gün içinde nerdeyse kısa bir Ankara turu yaptım diyebilirim. Şehre iner inmez ilk işim Anıtkabir’i ziyaret oluyor. Çok detayına girmiyorum zaten tüm ayrıntıları internette var ama olur da yolunuz Ankara’ya düşerse Anıtkabir’i görmeden dönmek  büyük kayıp olur..  
 
Anıtkabir’den sonra yolum Ulus’a düşüyor. Ulus yıllardır hep kötü anılan bir semtti. Karışık ve düzensiz görünümü yavaş yavaş düzeltmeye başlamışlar.
 
 
Niyetim eski Meclis binasından sonra Ankara Kalesi’ni görmek. Koyunpazarı Yokuşu’ndan yürüdükçe kilimciler, yüncüler, otantik eşya, takı, şal, bakır satan dükkanlar sıra sıra dizilmiş. Kapalıçarşı’da satılan keçe çanta, toka ve süs eşyalarının kaynağı buradaymış meğer..

 
Yokuşu tırmanırken hemen solda antika bir gramafon görmemle gözlerim ışıyor. İçerden gelen müzik fena değil. Meğer Gramafon Cafe’nin önündeymişim. Biraz oturup soluklanıyorum. Yokuş dediğime bakmayın, çok hafif dik.

 
Gramafon Cafe’nin biraz ilerisinde ‘kıtlama çay’ içebileceğimiz Erzurum çayı satan ‘Dadaşlar Kahvesi’ var. Minik hasır taburelerde ikram edilen çayın yanında kavanozla kıtlama şeker ve onu ağza gelecek büyüklükte kırmak için ufak pense geliyor. (Aman tamamını dişinizle kırmaya kalkmayın, soluğu dişçide alabilirsiniz.)
 
 
Kıtlama çay içtikten sonra yolun devamında sağda Rahmi Koç Müzesi Çengelhan’a geliyorum.
 
 
Müzeyi gezmeyi bir dahaki sefere bırakarak önündeki dükkanlardan ipek şal, el yapımı takı ve seramik obje bakıyorum. Çengelhan’ın hemen yanında butik otel olarak hizmet veren Çukurhan yer alıyor. İçeriye davet eden önsezilerimi takip edip içeri süzülüyorum.
 
 
 
Otelin her noktasında antika bir eşya veya obje var. Kapısı açık alt odalarından birine kafamı uzattığımda gördüğüm her şeye hayranlıkla bakıyorum. Buradaki eşyalar Rahmi Koç’un birkaç sene önce gerçekleştirdi tekne ile dünya turundan. (Daha geniş koleksiyonu Haliç’teki Rahmi Koç Müzesi’nde görebilirsiniz.)

 

Kaplan postu asılan duvarın önündeki koltuğa oturup diğer duvarlardaki maskeleri, ortadaki çok eski olduğu belli olan sandığı, Kızılderili oklarını ve tablolarını, ayı, ren geyiyi kafalarını, buda heykellerini inceliyorum.
 
 
Diğer odalarda uzunluğu 5 santimden 20 santime uzanan çeşitli boyutlardaki anahtar koleksiyonu, kilitler, şamdanlar, fil ve at heykelleri yer alıyor.
 
 
İlerledikçe ahşap, kerpiç ve taş karışımı konakları görüp zamanında bu evlerde yaşayanları ve yaşananları gözümün önüne getirmeye gayret ediyorum. Kınacızade Konağı içini gezmek için ideal.
 
 
Hemen karşısında bakanların, milletvekillerin ve uluslararası temsilcilerin ağırlandığı Washington Restoran var. Başkanlığı döneminde Bill Clinton’ı bile ağırlamışlığı var bu restoranın. Dıştan çok mütevazı görünüyor. İçine girmiyorum keza kapıdaki görevli fotoğraf çekmemden çok da memnun görünmüyor. Hatta nerdeyse girmeyeyim diye önümde duruyor.
 
Çok eski bir geçitten girip Ankara Kalesi’ne yöneliyorum.

 
Burada takı, anahtarlık, örgü şapka, çanta satan teyzelere selam vermemenizi öneririm. Hoş selam vermeseniz de onlar sizinle muhabbeti koyuyor.
 
Tepeye çıktığımda manzara mükemmel. Gençlik Parkı'nın fıskıyelerinde sular bir çoğalıp bir azalıyor. Bir de güneş batmaya hazırlanmasaydı da o kareyi çekebilseydim güzel olurdu elbette.
 
Gelin görün ki dolaştıkça dokunduğum taşların eski kokmaması, yeni taş gibi açık renk olması beni şüpheye düşürüyor. Yanımdakilere ‘bence kale burası değil, bu kadar yeni taş olamaz, restore etseler bile tamamını değiştirmezler, yanlış yerdeyiz’ dememle sağımda orijinal Ankara Kalesi’ni görmem bir oluyor…

Reklamlarda gördüğümüz küçük ama cevval, geleceğin girişimcisi çocuk rehberlerden biri bizi duyup ‘Abla gerçek kale karşıdaki. İçindeki  Atatürk’ün  eşyaları çalındığı için kale dışarıya kapatıldı, sadece buradan görebiliyorsun, içine giremiyorsun.’ diyor. Bulunduğumuz yerden, Ulus’u kuşbakışı görüyoruz. Ali Ağaoğlu bir tek burayı ıskalamış, şaşırdım.

Geldiğim yolu geriye yürüyüp Rahmi Koç Müzesi’nin önünden sağa doğru ilerlediğimde  Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin bahçesine giriyorum. Girişler tam 15 TL. Müzekartınız varsa ücretsiz giriyorsunuz.  
 
Bahçede oturmuş dinlenen İtalyan turist sayısı kadar da içeride var. Rehber İtalyanca anlatırken kulak misafiri olmak şahaneJ

Neolitik çağdan Kalkolitik çağa, Urartular’dan Friglere, Hititlere kadar tüm Anadolu uygarlıkları önüme seriliyor.



Ana tanrıça heykelcikleri, boğa heykelleri, Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frigler’den kalma aksesuarlar, taslar, kaplar, geometrik motifli renkli mozaikler, levhalar,  mühürler, duvar freskleri, fildişi taraklar ve daha niceleri bu müzede sergileniyor.

Kral Midas’a ait olduğu sanılan mezar anıtında oymalı ve kakmalı geometrik motiflerle süslü tahta panoların yanında duran büyük tunç kazanlar ve kazan kulpları ilgimi çeken bir diğer bölüm.

Müzeden çıktıktan sonra Kuğulupark’a şöyle bir uğrayıp Ankara’ya gelip de uğramadan olmaz yerlerden Arjantin Caddesi’ne doğru yola koyuluyorum. Bu cadde üzerinde pek çok cafe sürekli açılır kapanır ama bir tanesi var ki 1993’ten beri aynı yerinde, konseptini hiç bozmadan hizmet verir. Cafemiz..

 
Bu restoran/cafe lise veya üniversite yıllarını Ankara’da geçiren herkes için nostaljik bir öneme sahip. Hatta bir kış akşamı geldiğimde bahçedeki meşe ağacına ve ağacın altına serpiştirilen beyazlar, beyaz ve pastel renklerdeki dekorasyonu ve beyaz saçlı garsonlarıyla (gerçekten beyaz saçlı garson mu çalışıyor yoksa ortama uysun diye mi spreylemişlerdi hala bilmiyorum) masal gibi bir ortam yaratılmıştı. Bu cafeyi Aşk Tesadüfleri Sever filminden de hatırlayacaksınız.


Gittiğinizde yaşadığınız şehirden tanıdık bir yüzle karşılaşmak olası. Akşamı ve bir Ankara gününü dolu dolu geçirmenin keyfiyle güne Cafemiz’de son veriyoruz.

İncek’te Sarmaşık Cafe’de kuş sesleriyle kahvaltı

Sabah İncek’teki iki katlı, sarı boyalı Sarmaşık Cafe’de kahvaltı etmeye karar veriyorum.


Sunum ve ortam tam istediğim gibi. Kuş sesleri de kahvaltıya eşlik ediyor.

 
Sonraki durağım Altındağ Belediyesi’nin üstün gayretleriyle sıfırdan oluşturulmaya çalışılan Hamamönü.



Buraya giderken de Ulus’a gider gibi hareket ediyorum çünkü birbirlerine yaklaşık 1 kilometre mesafe uzaklıktalar. Safranbolu ve Beypazarı havası verilen Hamamönü öğreniyorum ki öncesinde metruk halde bulunan evler ve çamurlu yollarıyla ünlüymüş.


 
Yüzlerce Hacettepe öğrencisini barındıran semtin zamanında kıymetinin bilinmemiş olmasına şaşırıyorum. Yanınızdan geçen 10 kişiden 8’i beyaz tıp önlükleriyle dolaşıyor ve öğlen yemeklerinde yeni yaratılan bu mahallenin keyfini  çıkarıyorlar.

Hipokrat Cafe’de piyano eşliğinde yemek

Hatta Hipokrat Cafe’de piyano eşliğinde yemek yiyebiliyorsunuz. Fiyatlar hiç abartılı değil, aksine çevredeki öğrencileri düşünmüşler.


Bu evler arasına serpiştirilen sanat galerilerinden birkaçına girip öğlen yemeğinde Hanımeli’nin Malatya usulü mantısını tadıp Kızılay’a gidiyorum.

Kızılay her geçen gün kalabalıklaştıkça enerjisine enerji katıyor gibi. İstanbul ile karşılaştırmam gerekirse bizdeki Kadıköy veya Bakırköy’e çok benziyor. Meydandaki devasa AVM gözümü tırmalasa da görmezden gelip Karanfil’e doğru yavaş yavaş ilerliyorum. Bu arada bu AVM’de mangal bile yapılabiliyormuş!

 
Karanfil’den biraz yürüyünce solda Dost Kitabevi göz kırpıyor. İçeriye giren çıkanın hesabı yok. O kadar kalabalık ki sanarsınız ki kitapları bedava dağıtıyorlar.


Dost Kitabevi şimdilerde gazetelerde, televizyonlarda, dergilerde ve başka iş kollarında kimi görseniz, Ankara’da yaşamış her birinin mutlaka müdavimi olduğu, içten içe bağlılık yaratmış bir Kitabevi.


 

İstanbul’daki kitabevleri gibi içinde seçtiğiniz kitaplara göz atmanıza yardımcı olan koltuklar yok, ayakta inceliyorsunuz ama aradığınız her şeyi o kadar rahat buluyorsunuz ki zaten oturma ihtiyacı hissetmiyorsunuz.


Dost Kitabevi’ni diğer kitapevlerinden ayıran nokta bana göre, maddi kaygıların ötesinde kültür ve sanat misyonunu gönülden üstlenmiş olması ve özellikle edebiyatla ilgili kısımdaki eserleri Alman, Rus, İngiliz, Japon,Fransız..Edebiyatı yazarlarına göre raflamış olmaları. İstanbul’daki kitapçılarda genellikle hepsi tek rafa konur ve edebiyatla tanışan okur hangi yazarın hangi ülkeden olduğunu bilmeden karışık okuma yapar.

Diyebilirsiniz ki tüm bu yazarlar lisede zaten işleniyor.. Ezberci eğitim sistemimiz olduğunu ve öğrencilerin bahsi geçen yazarların bırakın üslubunu, hayatını vs.  isimlerini bile ezberleyerek geçtiği bir sistem içindeyiz, hatırlayalım..


Karanfil

Karanfil’i sağdan soldan kuzeyden güneyden kesen tüm sokaklara girip Ankara halkı nasıl yaşıyor gözlemliyorum. Çocukken TRT’de izlediğim iki sunucu Çiçekçiler Çarşısı’nda çiçek seçiyor. Barlar Sokağı ise akşam gelecek müşterilerini ağırlamak üzere hazırlanıyor.


Az da olsa taze balık satan tezgahlar, her noktada Vitamin Shop denilen belediyeye ait nar, portakal, limon, havuç suyu satan cornerlar, dersaneden çıkmış cafelerde takılan öğrenciler, üniversiteli gruplar..

 
Buralarda dolaşıp Ankara simidi yemeden gitmek olmaz. Pekmeze batırılarak tatlandırılan, odun fırınında pişirilmiş simit şu ana kadar yediğim İzmir, İstanbul, Rize simiti ile karşılaştırınca en güzeli diyebilirim.

Ankara simidi
 
Sonraki durağım Tunalı’daki Hayyami Şarapevi. Ömer Hayyam’dan esinlenerek açılmış mekandan içeriye girdiğinizde şarap fıçılarından yapılma masalar, duvarlarda minyatürler ve zengin şarap kavı ile karşılaşıyorsunuz.


Hayyami

Pek çok şarap çeşidinden denemeniz mümkün. Butik bir şarapevi ancak fiyatlar son derece makul. Yerlerinde olsam peynir tabağı ve mezelerin yanına Ankara simidi de koyardım..

Hayyami’deki keyifli dakikaların ardından son keşif noktam Çay Yolu. Son yıllarda şekillenen semt yeni Ankara olarak tanınıyor. Burayı da İstanbul’un Ataşehir’ine benzetmek yanlış olmaz, sadece müstakil villa sayısı daha fazla.
 


İstanbul’dan bilinen pek çok yeme- içme mekanının bir şubesi Çay Yolu’nda açılmış. Bir şubesi de Tunalı’da olan Kıtır’da kokorecimi bitirip iki günlük Ankara gezimin sonuna geliyorum.


 
Bu gri şehirde, vaktiniz varsa yapılabilecek bir başka şey de şehrin dışında kalan yeşil mesire yerlerine gitmek veya şehirdışındaki otellerde konaklamak. Sadece haftasonu vakit ayırabiliyorsanız İstanbul- Ankara uçakla 40 dakika, otobüsle 6 saat sürüyor.
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi