istanbul tour etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
istanbul tour etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Büyüteçle Görülebilen Kız Kulesi, Dolunay, Atatürk, III. Selim


Kabak çekirdeğinin üzerine Kız Kulesi’ni, çivi başına Haliç’i, çakıltaşına Atatürk’ü, nohut üzerine dolunayı, fasulye içine III. Selim’i çiziyor. Sanatçı Hasan Kale, ‘Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.’ diyor.
 
Ressam ve minyatür sanatçısı olarak 26 yıldır profesyonel olarak resim yapıyorsunuz. Fırçayla tanışmanız 6 yaşınıza kadar uzanıyor, nasıl başladı hikayeniz?
Tarihler de yanlış yazılmalar oluyor. Profesyonel olarak 30 yılı aştı. 5 yaşında renk, çizgi ve fırça ile tanıştım. Yüreğime koyduğum aşk beni bugünlere kadar getirdi. Hiç bıkmadan, sıkılmadan, olması gerektiği gibi ve her gün hep bir adım ileriye giderek.
Sergileriniz büyüteçle gezilebiliyor, bu mikro eserleri çıplak gözle mi çalışıyorsunuz?
Evet büyüteçle gezilebilen sergiler düzenliyorum ama ben çalışırken büyüteç ya da mikroskop kullanmıyorum. Belki çelişki ama yorucu ve keyifli bir evre çalışma dönemim.

 
Mehmet Siyahkalem’den fırçanın kıvraklığını, Levni’ den renk ve ahengi, Nakkaş Osman’ dan sultan portrelerinin inceliklerini öğrendim
Nakkaş Osman, Levni ve Mehmet Siyahkalem ‘akıl hocalarım’ demişsiniz. Bu isimlerin biriktirdiklerinize, eserlerinize nasıl etkileri oldu?
 
80’li yıllarda minyatür sanatıyla tanıştığım evrede ders almak istedim, olmadı. Vazgeçme gibi düşüncem de yoktu. Hocalarımı çok eskilerden seçtim. Mehmet Siyahkalem’den fırçanın kıvraklığını, Levni’ den renk ve ahengi, Nakkaş Osman’ dan sultan portrelerinin inceliklerini öğrendim. Uzun ve meşakkatli bir dönemdi ve kendi çizgimi bulmamısağladı. Sonuçta ne kadar ince çizgiler çizdiğimi görmemi sağladı ve mikro eserler ortaya çıktı. 

Resme dayalı bir eğitim almadınız. Yeteneğin üzerine gitmek diyebilir miyiz?
Evet, resimde, mücevher tasarımında ve diğer tasarım dallarında bir eğitim almadım. Önceleri üzülüyordum ama bu durum başka bir gözle görmemi sağladı. Evet tanrı bir yeti vermişti, hepimize verdiği gibi, belki biraz farklıydı. Ben yüreğime koydum, hep en iyiye doğru yola çıktım, hayallerimin peşinden gittim..Yılmadan, yorulmadan, hiçbir şeye bakmadan çünkü benim yapacaklarım önemliydi. Zamanıgelince hepsini gerçekleştirdim. Asla pes etmek yok!

Küçük ama olağanüstü dokunuşlar.. Kabak çekirdeğinin üzerine Kız Kulesi’ni, çivi başına Haliç’i, çakıltaşına Atatürk’ü, nohut üzerine dolunayı, fasulye içine III. Selim’i çiziyorsunuz? Tutuluyorum, bakakalıyorum ürettiklerinize.. İngilizcede‘gifted’ diye bir tabir var ‘hediyelendirilmiş, özel yeteneklerle donanmış’anlamında. ‘Tanrı bana cömert davranmış’ dediğiniz oluyor mu?
Aslında hepimize cömert davrandı. Farklı bir bakış açısı ve farklı donanımlarla bu dünya üzerindeyiz. Tercihleri kendimiz yapıyoruz. Ben de öyle yaptım. Farklı düşlerde değil evet, Tanrı’nın verdiği bu cömert davranışı seçtim ve çok mutluyum, binlerce kez teşekkür ediyorum. 
YÜZYILLARDIR ANLATILAN AMA ANLAŞILAMAYAN İSTANBUL'U ANLATMAYA ÇALIŞIYORUM

İstanbul’u, Bizans’ı, Osmanlı’yı ve dolayısıyla tarihi yorumluyorsunuz ve adeta yaşıyorsunuz eserlerinizde. İstanbul’un şimdiki hali ile tarihte yaşadıkları, tarihi yapıları ne hissettiriyor size? Çoğu eserinizde bu mimari estetiği görüyoruz.
Bu bir konsept aslında, bir koleksiyon. Yoksa her konuda eser üretiyorum. Çoğunlukta olduğu kesin.İstanbul’da yaşıyorum ve bu şehri çok seviyorum. Kendimi bulduğum, hayatımın dönüm noktası şehir. Gizem dolu, mistik, gecesi ve gündüzüyle bana göre muhteşem, daha ne olsun. Yüzyıllardır anlatılan ama anlaşılmayan tarafıyla, ben de kendimce İstanbul'u anlatmaya çalışıyorum. Anlaşılmayacak ve böyle devam edecek. Müthiş değil mi? Keyifli yanı bu..
 
Sartre’ın ünlü bir sözü var ‘Mutlu olmak istiyorsanız sıradan olacaksınız, sıradanlığa karşı koymak istiyorsanız mutsuzluğu ve dolayısıyla yalnızlığı göze alacaksınız’ der. Sıradan olmayan eserler üretiyorsunuz. Katılır mısınız Sartre’a?
Kesinlikle ama dedim ya bu bir tercih, kendi tercihim. Bunlar bedelse ve yaşanması gerekiyorsa seve seve. Birilerinin böyle yapmasıgerekiyordu belki de kim bilir, o da bensem süper, yoksa şu an sizinle ne konuşacaktım, bu da başka bir bakış açısı.
Mikro Art’ın Türkiye’deki durumu nasıl? Sadece Günseli Kato’nun çalışmalarını biliyorum. Çok fazla sanatçı yok bildiğim kadarıyla.
 
Mikro Art Türkiye de fazla bilindiğini zannetmiyorum. Sadece minyatür değil çünkü. Sevgili Günseli Kato’ nun yeri çok ayrı. Şu an itibarıyla 200’ü aşkın farklı obje oluştu yaptığım ve böyle çalışan sadece Türkiye’ de değil dünya üzerinde de olduğunu zannetmiyorum. En azından bu güzelim İstanbul’u resmeden yok. Bu da benim için keyif ve mutluluk verici....


Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.
Zürih ve Tokyo’da sergilerinize ilgi nasıldı? Yurtdışında minyatüre yaklaşım daha mı farklı?
Çok güzeldi. Mikro eserler ağırlıktaydı ve olumlu tepkiler aldım. Şu sıralar Roma, Avusturya ve Fransa ile yazışmalara devam ediyorum. Çok güzel gelişmeler var, oralardaki sergiler de güzel olacak. Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.
Sabır isteyen, özen isteyen bir iş. İşini aşkla sevmek midir sırrı?
Yüreğinize aşkıkoymaktır. İyi bir gözdü benimki ve bir el. İkisini de çalıştıracak aşkla dolu koca bir yürek. Yıllar önce bir söz duymuştum, "işini aşkla yapandan korkun "diye. Eh benim içindi sanki, tabi ki kötü manada değil. Kalıcı eserler üretmek benim için önemli. Ben bugün ya da yarın için bir şey üretmiyorum. Gelecek yüzyıllara bir şeyler bırakmaya çalışıyorum.
Bir de mücevher tasarımı ayağı var? Bu nasıl gelişti? 
Anadolu’da yaşamıştüm kültür izlerinden çıkarak önemli firmalar için hazırlamış olduğum çeşitli koleksiyonlar oldu. Fibula için Esinlenmeler serisi. Zen firması için Sur-u Sultani.Şu an ise sevgili dostum Sevan Bıçakçı ile birlikte çalışıyorum ama burada tasarım yapmıyorum, yapılan tasarımlara, mücevher üzerine Mikro resimler yapıyorum.
Mikro eserlerinizin yanında büyük tablolarınız da var...
Büyük tablolarım ve mikro eserlerim..Tam bir çelişki, arası yok. Zor olanı yapmak içimde var demek ki.İkisi de farklı bir lezzet ikisi de doyumsuz.
ESERLERİMDE KIRMIZI MÜHÜR KULLANIYORUM
Tablolarınızın üzerinde kırmızı mühür var. Hatta Mühr-ü İstanbul serginizin ismi de buradan geliyor sanırım. Bu mührün anlamı nedir?
Evet eserlerimde kırmızımühür kullanıyorum. Eski dönemlerde iki kişi arasında yazışmalar özel olduğu için başkası tarafından okunmasın diye mühürlenirdi. Benim kullanma amacım sanatçıile izleyici arasındaki bu özelliği vurgulamaktı. Satın alanlar hiç mühürleri çıkartmadılar. Bu beni çok sevindirdi.
 
Kırmızı renk ve Nar eserlerinize sık sık konu oluyor. Özel bir anlamıvar mı sizin için?
Kırmızı, Aşk.. Nar, bolluk ve bereket. Çok eski dönemlerde de çok kullanılmış. Hem de farklı uygarlıklarda. Evrensel aslında ve hala günümüzde de devam ediyor. Anlamı da aynı, bence ilahi bir tarafı var.
 
Gördünüz mü bilmem Konya’daki Mevlana Müzesi’nde 5cmx 3 cm’lik el yazması bir Kuran-ı Kerim var. Rivayete göre eserin tamamı bittiğinde yazan kadın gözlerini kaybetmiş. Siz çalışmalarınızı çıplak gözle ortaya koyuyorsunuz? Gözlerinizle ilgili bir şikayetiniz var mı?
Arasıra oluyor tabii. Yakınla ilgili problemler yaşıyorum. Her 6 ayda bir kontrole gidiyorum. Doktorum bir çok kişiye göre çok iyi durumda olduğunu söylüyor. Bir de 18 yıl sadece mikro eserlerle uğraştığımı düşünürseniz, göz kaslarımı çok güçlendirmişim. Zoom yapma, odaklanma tarafım öyle bir gelişmiş ki. Bu benim için büyük avantaj.
 
SAÇ TELİ ÜZERİNE İSTANBUL PANORAMASI
Şimdilerde üzerinde çalıştığınız proje?

Müze ilgili çalışmalar devam ediyor ve sonra sırada bir saç teli üzerine yapacağım İstanbul panoraması girecek devreye. Uzun soluklu bir çalışma olacak. İncir çekirdeğini de doldurduktan sonra sıradaki proje heyecanlandırıyor beni.
Eserlerinizi görmek isteyenler size nasıl ulaşabilir?
 
Sık aralıklarla çeşitli şehirlerde sergiler düzenliyorum veya benim merak edenler müsait olduğum dönemlerde atölyeme gelebilirler. Bir de sosyal paylaşım siteleri en kolay ulaşma şekli oluyor ama benim tavsiyem yakından izlemeleri, bu anlatılamaz bir duygu.

 Röp: Hülya Meral

 

 

GURMEBÜS FENER VE BALAT İÇİN KALKTI


Gurmebüs bu sefer Fener- Balat için kalktı. Sirkeci’deki muazzam geziden sonra katıldığım 2. gurme turuydu bu.


Henüz duymayanlar için özetlemem gerekirse;  1957 model pastel pembe-maviye boyanmış, beyaz deri koltuklu Mercedes marka otobüs, yani Armada-Gurmebüs ile belirlenen bir semte gidiliyor. Seçilen semtteki 7 lezzet durağı saptanıp 7 esnaf lokantasının yolu tutuluyor. 28 kişilik Gurmebüs ile yıllardır damaklarda yer etmiş ama lokal kalmış lezzetler herkese tanıtılmış, bilinirliği arttırılmış  oluyor.


Bu hafta Gurmebüs ve Armada Otel ekibiyle birlikte Fener ve Balat’ın ara sokaklarını, saklı kalmış lezzet noktalarını keşfettik. Düşünün ki bardaktan boşanırcasına yağan yağmur bile bizi durduramadı..:)



Unutmadan; Gurmebüs turlarında her şey tadımlık yeniyor aksi halde her yediğinizden birer porsiyon alırsanız son birkaç noktaya yeriniz kalmayabilir.  



İlk durağımız Kariye Müzesi yanındaki 30 yıldır hizmet veren Asitane Restoran.


Burada hums lokması, lor mahlutu, fava ve dövme hıyar taratorunun tadına bakıyoruz.


Aralarda narçiçeği şerbeti ve tadına bayıldığım kanela (tarçın) şerbeti ile ferahlıyoruz. Aşçımızdan şerbetlerin sırrını öğrenmeye çalışıyoruz ama ser veriyor sır vermiyor. :)

Restorandan ayrılırken ‘diş kirası’ adı verilen ayva reçeli hediyemizi alıp Kariye Müzesi’nin önünde müze ile ilgili birkaç bilgi dinledikten sonra ara sokaklara dalıyoruz.  




Sokaklardan birinde İffet dizisinin bir çekim sahnesine rastlıyoruz. Bir evin camında bize poz veren çakır gözlü Roman kızını fotoğraflıyoruz. Mahalleye fotoğraf çekmeye gelenlerin çokluğundan olsa gerek pencerelerden bakan her genç kız fotoğraflarının çekilmesine alışmış, doğal olarak poz veriyor zaten..




Kürkçü Çeşmesi Sokağı’nda ilerleyip çıfıt çarşısı girişindeki Fetih İşkembe Salonu’na geliyoruz. Buradaki lezzetimiz 'işkembe çorbası.' Çocukluğumdan beri ‘işkence çorbası’ adını verdiğim çorbadan denemek istesem de yiyemiyorum, onun yerine kokoreç’in tadına bakıyorum. 



 
Menüde yoktu ama bazılarımız vitrindeki ‘zerde’nin görünümüne dayanamayıp çorba veya kokoreç yerine tatlı yemeyi tercih ediyor.

İkinci durağımız Balat Turşucusu. Pancarın lahana, salatalık ve eriğe verdiği kırmızı renge, serpiştirdiğim pul biber ayrı bir renk ve lezzet katıyor.

Üçüncü durak 1923’ten beri hizmet veren, taş fırında pişmiş galetalarıyla ve peksimetleriyle ünlü Evin Unlu Mamülleri.

Fırının ilk sahibi o zaman Fener’de de yoğun olarak yaşayan Rumlarmış. 1960’a kadar genellikle Rumlardan oluşan komşularına galeta pişirir, mutlu mesut yaşarlarmış.

Sonra Fener ve Balat'ta durulamaz hale gelmiş, semt sakinleri, ülke veya semt değiştirmek zorunda kalınca ev ve işyerlerini Anadolu'dan gelenlere devretmiş.

Karabüklü Mehmet Evin, Anadolu'dan gelenlerden biri.  Rumlardan devraldıkları taş fırını şimdi ikinci nesil işletiyor. Fırında o kadar çok galeta pişiyor ki İstanbul’un çeşitli semtlerine de gönderiyorlar. 


Bir sonraki durağımızsa Fırın Kabuğunda Köfte. Sahil yolunda hemen Bulgar Kilisesi’nin karşısındaki restoran 3 katlı ve muhteşem bir manzarası var.

Burada ‘tükrük köfte’ ve ‘kaşarlı köfte’ yiyoruz. Özellikle kaşarlı köfteye bayılıyorum. Köfteler fındık kabuğundan oluşturulan farklı bir kömür ile pişiriliyor, lezzetini buradan alıyor olsa gerek..


Yağmurun hız kesmesini bekliyoruz ancak boşa. Gittikçe şiddetini arttırıyor ama bizi kimse durduramıyor. Kendimizi Balat Kültür Evi’ndeki Cafe Vodina’da buluyoruz. Islak şemsiyelerle içeri girdiğimizi gören garsonlar hemen çay ikram ediyor. Biraz ısınıyoruz hem de evhanımlarının elinde hazırlanmış ‘mantı’ ve ‘karalahana dolması’nın gelmesini bekliyoruz.



 Vodina Caddesi üzerindeki ikinci dereceden tarihi eser olan üç katlı, cumbalı, klasik Balat mimarisinin örneklerini görebileceğiniz Kültür Evi’nin çok şirin bir bahçesi var.


İstanbul Valiliği İl Özel İdaresi ve Fatih Belediyesi ile yapılan bir protokolle restore edilerek 2010 yılı şubat ayında Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu’na teslim edilen Kültür Evi’ndeki Cafe Vodina’da evhanımları çalışıyor. Herşey günlük ve taptaze. Hanımlar kahvaltı konusunda iddialılar..




 Ve son durağımız Kültür Evi’nin 100 metre ilerisindeki Hotel Daphnis.


Haliç kıyısında, Fener Rum Patrikhanesi’nin hemen yanında açılan ilk butik otel olan Daphnis, mimar Defne Keskin’in 115 yıllık bir Rum evini aslına uygun olarak restore edip turizme açmasıyla ortaya çıkmış.



Burada taze demlenmiş çay eşliğinde ‘tulumba tatlısı’ yiyoruz. 






Daha görecek çok yer, tadacak pek çok lezzet vardı kuşkusuz ama bu seferlik bu kadardı.

Fener- Balat tarafına yolunuz düşerse siz de bu noktalara uğrayabilir, Tekfur Sarayı, Kariye Müzesi, Fener Rum Erkek Lisesi ve ünlü Kaşıkçı Elmasının tesadüfen bulunduğu Eğri Kapı’yı görebilirsiniz.



Keza ben yağan yağmura rağmen akşamı Cibali Balıkçısı'nda ediyorum.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral


İSTANBUL'UN SİMGESİ LALE


Önce mimozalar açıp sarı rengiyle baharın gelişini haber verdi, şimdi her yer rengarenk lalelerle donatılmış durumda. Erguvanların açmasınaysa çok az bir zaman kaldı. Baharın hepimizin içine bir tutam neşe serpiştirmesi  boşa değil. Koskoca karanlık, puslu, soğuk bir kışı yolculuyoruz. Hala Nisan yağmurlarına karşı siperlenmişsek de ardından açan güneşle yeniden keyfe geliyoruz.

Hazır Festival sebebiyle İstanbul’un dört bir yanı lalelerle çevrelenmişken ben de Emirgan Korusu’na gidip nasiplenmek istedim bu gökkuşağını andıran görüntüden.  

Geleneksel Lale Festivali
Lale Festivali 2005’ten beri İstanbul’un her semtinde Nisan itibariyle başlıyor, sonuna kadar devam ediyor. Bu yıl 7.si düzenlenen festival için en görülesi yer ise kanımca Emirgan Korusu..Büyük Çamlıca Korusu, Hıdiv Kasrı, Gülhane Parkı ve Sultanahmet Meydanı da rengarenk lale ile donatılmış.

Emirgan Korusu

Daha Koru’ya girerken karşılıyor laleler sizi. Rengarenk ve öbek öbek. Kimi dimdik duruyor, kimi yerini veya suyunu beğenmemiş küsmeye başlamış, kiminin de ömrü tükenmiş, son günlerini yaşıyor. Malum, belli bir ömürleri var.
Biraz ötede bir Alman televizyonunun belgesel çekimine takılıyor gözüm ve ister istemez hep tartışılagelen, laleyi ilk kim yetiştirdi, çeşitli ülkelere hangi topraklardan yayıldı, Hollanda neden lale konusunda bize göre çok çok ileride soruları gelip oturdu zihnime.

İstanbul'un simgesi lale

İstanbul’un simgesi lalenin anavatanının Orta Asya olduğu biliniyor. Lâlenin Türkistan’ın bozkırlarında yabani bir çiçek olarak uç verip, Bulgar Türkleriyle İdil boyuna, Timuroğulları ile Hint’e, Selçuklularla İran’a ve Anadolu’ya geldiğini savunan tarihçiler, yabani laleye de Akdeniz’in kuzey kıyıları ve Japonya’da da rastlandığını söylüyor.

 İlber Ortaylı’nın anlattığına göre kökeni Altaylardan gelen bu mistik çiçek, Türklerin bahçelerinde yetiştirdiği, Türkler tarafından Avrupa’ya tanıtılan, Kanuni döneminde Alman imparatorunun sefirinin birkaç lale soğanını Avrupa’ya götürmesiyle dünyaya yayılan zarif bir cins.

Dünyanın en büyük çiçek borsası Flora Holland

Avrupa’da laleye  ‘Tulipa’ deniyor. Laleyi o kadar benimsiyorlar ki özellikle Hollanda bu sevgiyi abartarak onlarca çeşit üzerinde çalışıyor, üretimi arttırıyor ve bu emek karşılığında 17. Yüzyılda ‘Altın Çağı’nı yaşıyor.

Tarım sistemlerini laleye göre sil baştan ele alıp ‘polder’ denen sistemle toprakların neredeyse yarısını denizi doldurarak kazanıp lale soğanı ekiyorlar. Hatta yeldeğirmenleriyle ünlü ülkedeki değirmenler toprakların içinde kalan deniz sunu dışarı atmak için inşa ediliyor. Çiçekler serada, soğanlar tarlada yetiştiriliyor.
Şimdiyse laleye verdikleri değerin meyvelerini topluyorlar. 1887’de kurulmuş dünyanın en büyük çiçek borsası ‘Flora Holland’ta  yılda 12 milyar kesme çiçek ve süs bitkisi işlem görüyor. Dünya çiçekçiliğini Hollanda yönlendiriyor.

Geçmişte de şimdi de hep mistik bir çiçek

Lale geçmişte de şimdi de hep mistik bir çiçek olarak anılmış. Lalenin Arap harfleriyle yazılışında Allah’ın adına benzer bir taraf olduğu bilindiğinden hattatların ve nakkaşların eserlerinde ve çini eserlerde lale motifi sıklıkla kullanılmış.
Anadolu'da laleyi şiirlerinde kullanan ilk kişinin ünlü düşünürün Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273) olduğu, rubailerinde lale ile ilgili pek çok mısra bulunduğu söylenir. Mevlana 'Hüznünü içine saklayan bir tebessümdür.' der lale için. 

Osmanlı’nın Rönesansı Lale Devri


Laleden bahsedip de Lale Devri’ni atlamak olmaz. Bize yıllarca tarih kitaplarında Osmanlı’nın sefahat ve şatafat dönemi olarak anlatılan Lale Devri’ne bu ismi 20. Yüzyıl başı tarihçilerinden Refik Ahmet Altınay vermiş.

1718’de Avusturya ile imzalanan Pasarofça Anlaşması ile başlayıp 1730’daki Patrona Halil İsyanı ile sonlanan dönem, yazar Selim İleri’ye göre tarihimizin hiç de yabana atılamayacak bir yüksek sanat çağı olmuş. Osmanlı’nın yüzünü batıya ilk defa döndüğü bu dönemde, Avrupa’da çoktandır kullanılan ve ülkelerin gelişmesinde ve büyümesinde en önemli adım olan matbaanın Osmanlı’da  ilk defa bu dönemde (geç de olsa) ortaya çıktığını görüyoruz.


Ciddi bir kültürel yükseliş dönemi. Diplomasi değişiyor. Viyana ve Paris’te yüzyılın sonunda daimi elçilikler açılınca dünyaya entegre olmaya çalışılıyor. Mimari, edebiyat, musiki ve bahçe kültürü açısından önemli yenilikler yapılıyor. Ordu içinde mühendislik, tıp, veterinerlik gibi dallar ortaya çıkmaya başlıyor. Askeri düzen değişiyor. Resim sanatında bir canlılık başlıyor. Kıvrak, çiçeğe, tabiata yakın bir görünüm var. Edebiyat tarihinde ve tarihte büyük değişiklikler oluyor.


Şehrin her tarafında incelik

Fransız Versay lüksünde bahçeler, parklar, ejderhalı fıskiyeler, şaşalı meydanlarla yeni bir İstanbul yaratılmış o dönem. Şehrin her tarafında incelik görünüyor. Beykoz’da cam fabrikası kurulup çok zarif ve değerli parçalar üretiliyor.

İstanbul’un çeşmeleri Lale Devri’nden

Şehrin her tarafında anıtsal çeşmeler yapılmış. Üsküdar meydanındaki Mihrimah Sultan Camii’nin önündeki çeşme, Topkapı Sarayı girişindeki III. Ahmet çeşmesi, Kabataş Eminağa çeşmesi, Tophane yakınlarındaki çeşme, Azapkapı’nın yanındaki çeşme 18. Asırdaki meydanları süsleyen, şimdilerde de aynı güzelliklerini koruyan en abidevi yapılar. 

Mimarideki güzellik Balkanlar'a ve Ortadoğu'ya da yayılmış

Lale devri Türk sivil mimarisinde, konak yaşamında, mahalle yaşamında yeni bir değişim ve gelişimin asrı. Batı’dan ve İran’dan özellikle İsfahan’dan esinlenilmiş. Dönemin padişahı III. Selim’in inşa ettirdiği Selimiye Kışlası bu dönem ortaya konan yapılar arasında barok sanatın en güzel örneklerinden. 


 Hiçbir asırda Lale devrindeki kadar güzel konaklar ve evler inşa edilmemiş. Balkanlar ve Ortadoğu’daki Türk toprakları da bundan nasibini almış. İşkodra, Yanya, Kavala, Saraybosna, Varna; Ortadoğu’da Halep, Şam, Trablus ve Musul gibi şehirlerde  yerel yönetimler çok güzel binalar ortaya çıkarmışlar.


Osmanlı'ya Rönesans yaşatan dönem isyanla sona eriyor

Hangi sınıf veya eğitimden olursa olsun İstanbul halkı lalenin etrafında toplanıp çiçek yetiştirmeye ve gelirini laleden sağlamaya başlamış. Derken öyle bir zaman geliyor ki halk arasında gelir uçurumu oluşuyor. Lüksü ve şaşayı israf olarak gören halk arasında dedikodu başlıyor. Ekmeğini kazanırken güçlük çeken insanlar lale düşmanı oluveriyor.


III. Ahmet’in padişah, Damat İbrahim Paşa’nın sadrazam olduğu dönemde sadrazamın yönetimini kabul etmeyen ve Damat İbrahim Paşa’nın siyasi karşıtları tarafından kışkırtılan Patrona Halil isimli bir denizci (levend) halka ve maaşı yatmayan yeniçerilere elebaşı oluyor. Bahçeleri ve 100’e yakın kasrı tahrip edip lalenin nadide türlerinin yok olmasına sebep olan isyan sebebiyle Osmanlı’ya Rönesans yaşatan bu dönem tamamen kapanıyor.
Laleye itibarını iade etmek

Tarih kitapları ne yazarsa yazsın dönemin pek çok açıdan ileri görüşlü, yenilikçi bir karakteri var. Lalenin İstanbul'u ve şehrin revizyonist karakterini simgeliyor olması sebebiyle tanıtıma ve doğru bilinmeye hakkı var.

Laleye itibarını iade etmek için Türkiye’nin pek çok şehrinde kutlanan Lale Festivali’ni ve laleyi dünya çapında tanıtmak ve lale ihracatı ile dünyada söz sahibi olabilmek için tarımsal anlamda ciddi bir revizyona gitmemiz ve pirinçten mısıra, pamuktan mercimeğe ithal ettiğimiz bir çok tarım ürününün yerine bir şey koymamız gerekiyor.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral


İSTANBUL'UN ÜÇ DEV HAZİNESİ



Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Ayasofya


Ne zaman İstanbul’da gözüm yıkık surlara, yüksek korunmalı saray duvarlarına, yalılara, çeşmelere, kiliselere veya camilere takılsa aklıma 600 yıllık Osmanlı tarihi gelir.


Olaylar, savaşlar, sultanlar bir bir film şeridi gibi geçer zihnimden. Tam da tarihin tozlu sayfaları arasında gezerken dört asır önce Fatih Sultan Mehmet zamanında inşa edilmiş Topkapı Sarayı’na, Bizans imparatoru Justinyen tarafından inşasına başlanmış, yıllar içinde cami ve kilise olarak kullanılmış Ayasofya Müzesi’ne ve içinde yüzlerce önemli tarihi eseri barındıran İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne düştü yolum bu sefer.

 

Sarayburnu’ndan Gülhane Parkı’na doğru ilerleyip sağa yukarıya kıvrılarak ulaştığım İstanbul Arkeoloji Müzesi ilk durağım.

Kuruluşunda Kaplumbağa Terbiyecisi ve Çinili Köşk’teki Tavuslu Çeşme tablosuyla dünyaca üne sahip olan ressam, yazar, müzeci, arkeolog Osman Hamdi Bey’in büyük gayretleri olan müze, batılı bir anlayışla oluşturulmuş. Arkeoloji Müzesi, Çinili Köşk ve Eski Şark Eserleri Müzesi olmak üzere 3 binadan oluşan alanı gezmeye koyuluyorum.

ARKEOLOJİ MÜZESİ



Müzedeki eserler son derece kıymetli Helenistik, Roma, Bizans dönemlerine ait. Eserlerin bazıları şimdiki Lübnan’ın başkenti Beyrut’un güneyinde bulunan Sayda’daki kazılardan getirilmiş. Bu kazılarda bulunan ve müze binasının genel görüntüsünü yansıtan mimariye sahip lahitler, kendi türlerinde dünyanın en güzel eserlerinden. 

Ağlayan Kadınlar Lahdi

Osman Hamdi Bey 1887’de Lübnan’daki Sayda kentinde yaptığı kazılarda Ağlayan Kadınlar Lahdi, Sayda Kralı Tabnit’in Lahdi, İskender Lahdi gibi eserleri günışığına çıkarıyor. Bu eserlerin günümüze kadar ulaşması ve yurdumuzda kalabilmesi Osman Hamdi Bey’in kişiliği ve gayretleri sırasında olmuş.


Aynı dönemlerde Truva Hazineleri yurtdışına kaçırılmış, Bergama’daki ünlü Zeus Tapınağı parçalar halinde Almanya’ya taşınmış. Böyle bir ortamda eserlerin korunması için kanun çıkaran Osman Hamdi’nin, Sayda’da bulunan eserlerin İstanbul’a getirilişi sırasında eserler denize düşmesin ve iyi korunsun diye lahitlerin içinde oturması ve kendisini gemiye bağlatması eserlerin önemini daha iyi açıklar.
 

Hatta Alman imparatoruna hediye edilmek üzere İskender Lahdi’nin Almanya’ya taşınması istenince Osman Hamdi Bey müzede, İskender Lahdi’nin içinde yatıp kalkmaya başlamış ve eserlerin yurtdışına çıkmasını engellemeye çalışmış.



Kendisi ölmeden lahdin yurtdışına çıkarılmasına izin vermeyeceğini büyük bir medeni cesaretle söyleyen Osman Hamdi böylelikle gelip geçici dostluklar ya da doğulu cömertliği uğruna böyle bir eserin yurtdışına çıkışını önlemiş.

İskender Lahdi’ndeki insan ve hayvan anatomileri


Sayda lahitlerinin bulunduğu salonda Osman Hamdi Bey’in kazı çalışmalarıyla ortaya çıkan ve M.Ö. 300’lerde yapıldığı tahmin edilen dünyaca ünlü İskender Lahdi bulunuyor. İki heykeltıraşın elinden çıkmış bu olağanüstü eserin savaş ve barışı anlatan büyük yüzlerinden birinde Yunanlılar ile İranlıların (Persler) savaşı kabartmalarla anlatılıyor.


İskender Lahdi

Lahitin sol tarafında, başına Herakles sembolü olan bir aslan postu giymiş Büyük İskender bulunuyor. İskender’in bindiği atın göğsüne bir ok saplanmış ve at şaha kalkmış. Diğer uzun yüzde ise aslan ve geyik avı betimlenmiş.

Lahdin dar yüzlerinden birinde bir savaş ve alınlık bölümünde de yine çatışma sahnesi yer alıyor. Diğer dar yüzde ise pars avı kabartmalarla canlandırılmış. İnsan ve hayvanların anatomileri oldukça ilginç.  


Ağlayan Kadınlar Lahdi’nde ise üzerinde savaşa giden eşlerinin arkasından ağıt yakan kadınların kabartmaları bulunuyor. Bu lahitlerden başka Satrap Lahdi, Tabnit Lahdi, Likya Lahdi gibi eserleri de görebileceğiniz müzede Troya, Trakya, Kıbrıs, Gordion gibi yerlerden gelen eserler de sergileniyor.

 

ÇOCUK MÜZESİ

 

Çocukların yararlanması için oluşturulan Çocuk Müzesi’nde yazının icadı, çanak çömlek yapımı, paranın icadını anlatan bölümün yanı sıra ünlü Truva Atı’nın büyük bir maketi de yer alıyor. Son yıllarda çekilen Truva filmleri nedeniyle bu atın etrafında dolaşan çok sayıda çocuk görebiliyorsunuz.

 

ÇİNİLİ KÖŞK

 


Fatih Sultan Mehmet tarafından 1472’de yapılan köşkün eyvan halindeki kapısının önünde on dört mermer sütun yükseliyor. İki kanatlı kapının yarısından yukarısı bütün metal, kemer içleri ve yanları tamamen mozaik çinilerle kaplanmış.





Binanın iç ve dış çinileri çok güzel bu nedenle Sırça Köşk de deniyor. III. Murat köşkün ikinci katına su getirtmiş ve dolap gibi bir yere çeşme yaptırtmış. Tavuslu Çeşme denen çeşmenin karşısında Osman Hamdi Bey’in yaptığı Tavuslu Çeşme’yi gösteren tablo yer alıyor.


ESKİ ŞARK ESERLERİ MÜZESİ


Bu bina 1883’te Güzel Sanatlar Akademisi olarak açılmış. Osman Hamdi binayı İstanbul Erkek Lisesi’nin, Pera Palas’ın ve pek çok yalının da mimarı olarak da bildiğimiz sanatçı Alexandre Vallaury’ye yaptırmış.




Arabistan’dan, Mısır’dan, Mezopotamya’dan getirilen zengin ve değerli eserlerin bulunduğu müzede, Sümerlerin keşfi çiviyazısıyla yazılmış dünyanın en eski yazılı kanunu olan Hammurabi Yasası’ndan kutsal evlenme törenine, en eski aşk şiirinden mal satın almaya kadar pek çok tablet bulunuyor.

 
Yazılı belgeler arasında dünyanın en eski devletlerarası anlaşması olarak kabul edilen Kadeş Antlaşması’nı da görebiliyorsunuz.


Mumyalar



Mısır’dan getirilmiş mumyalar ve cenaze alayını tasvir eden papirus örnekleri ve diyorit heykelleri de yine görebileceğiniz eserler arasında.
Papirus





Müzede dünyanın en eski para koleksiyonlarından biri de bulunuyor. Dünyada parayı ilk bulan Lidyalılar’ın parasını, binlerce Bizans, Roma parası ile İslam devletlerine ait paraları, Selçuklu ve Osmanlı paralarını da görebiliyorsunuz. Dünyanın Yedi Harikası”ndan biri olarak bilinen ‘Babil’in Asma Bahçeleri’yle ilgili bölüm de ilginizi çekebilir.


TOPKAPI SARAYI





Topkapı Sarayı’na henüz gitmeyenleriniz varsa çok şey kaçırdığınızı belirtmeliyim. 400 yıllık tarihe tanıklık etmiş saray ve dolaşmakla bitmeyen bölümleri sizi tarihe yolculuğa çıkaracak, yüzyıllarca kullanılan paha biçilmez saray eşyaları, duvar ve tavan süslemeleri, çinili Harem duvarları arasında kendinize dönemin ruhunu tatma imkanı vereceksiniz.






Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra 1460- 1478 yılları arasında yaptırdığı, ülkeye ilk defa organize olmuş devlet sisteminin gelmesini sağlayan saray, 19. yy’a kadar padişahların ve eşlerinin yaşadığı ve devletin yönetildiği yer.




Bu sebeple her padişah zamanında yeni bir köşk, havuz, çeşme, mutfak, kütüphane, bahçe ve iç avlu eklenerek büyüyen saray, gitgide karmaşık bir yapıya bürünüyor ve 700 bin m2’lik bir alanı kaplar hale geliyor.


Olağanüstü güzellikteki manzaraya sahip sarayın manzarasını anlatmak için, karşı kıyısındaki M.Ö. Kalkedon ismiyle bilinen Kadıköy bölgesine yerleşenlere ithafen ‘körler ülkesinin karşısına kurulmuş şehir’ denildiği söylenir.
 


Üç bölümden oluşan saraya Sultanahmet Meydanı’ndaki Babıhümayun (saltanat kapısı) Kapısı’ndan giriyorum. Güçlülük, ululuk, yücelik ve iyiliği ifade eden Babıhümayun’un sağ üst tarafına yazılmış ‘Zor duruma düşen her mazlum buraya sığınabilir’ cümlesi sarayın herkese açık olduğunun göstergesi. Kapının girişinde 18. yy yapımı bir anıt çeşme bulunuyor.



Babıhümayun ile Babüsselam denen yere ‘birinci yer’, diğer adıyla Birun deniyor. Yabancı elçilerin kabulü ve padişahın tahta çıkışı gibi önemli devlet törenlerinin yanı sıra yeniçerilerin görkemli ulufe dağıtım törenlerinin yapıldığı alan burası.


Meydandan ilerleyince Babüsselam’ın hemen önünde sol tarafta yaklaşık 50 cm yüksekliğindeki Binek Taşı’nı görüyorum. Saraya gelenler burada atlarından inip yaya olarak içeri girerlermiş. Padişah dışında kimse buradan at sırtında geçemezmiş. 
 

İki tarafında üzerleri külah gibi çatıyla örtülü iki gösterişli kule bulunan Babüsselam (selam kapısı) Kapısı’ndan geçip içiçe iki kapı olarak yapılan ve iki yanında II. Mustafa’nın tuğrası ve tuğraların altındaki kasidelerin bulunduğu ‘kapı arası’ndan geçiyorum. Babüsselam ile Babüssaade (Saadet kapısı) arasındaki ‘ikinci yer’e geliyorum.




180 metre uzunlukta 130 metre genişlikteki ikinci yerde bayram alayları merasimi yapıldığı için buraya Alay Meydanı da deniyor.


 
Babüsselam’dan içeri girildiğinde sağ tarafta namazgah ve saraya ait eşyaların sergilendiği Dolap Ocağı bulunuyor. Namazgahın ön tarafındaki revakların arasında Fatih Sultan Mehmet tarafından 4 adet yapılan sonra saraydaki görevlilerin sayısı artınca Kanuni Sultan Süleyman tarafından 6 kubbe daha eklenen toplam 10 mutfak bulunuyor. II. Selim zamanında yangın sebebiyle zarar gören mutfaklar Mimar Sinan tarafından onarılmış ve o dönem 20 konik baca eklenmiş.



Osmanlı’da mutfağa ayrı bir önem veriliyor. 1.100 kişiden fazla görevlinin çalıştığı mutfaklarda şerbetçisinden çorbacısına onlarca maharetli insan çalışmış. Sıradan günlerde güneş doğmadan çalışmaya başlayan sarayda yaklaşık beş bin kişi yemek yer, bayram veya zafer kutlanıyorsa bu sayı 15 bin kişiyi bulurmuş. Ramazan ayının 15. günü saray mutfağında baklava yapılır, baklava alayı düzenlenirmiş.
 
Mutfaklarda günümüzde Çin, Japon ve Avrupa porselenleri ile yerli ve yabancı gümüş işleri, Türk cam porselen işçiliğinin güzel ürünleri teşhir ediliyor. Hükümdara verilen yemeklerde zehir olup olmadığını belli eden tabaklardan, göze yakınlaştırıp ışığa tutulduğunda içinde bülbül gözü şeklinin görülebildiği cam eşya sanatı çeşmibülbüllere kadar pek çok eşya bulunuyor.
Cam sanatı 16. yy’da Venedik’te ortaya çıkmış. Bir Mevlevi şeyhi İtalya’da öğrenip bu cam sanatını ülkemize getirmiş. III. Selim zamanında Beykoz’da kurulan imalathanelerde çeşitli eserler üretilmeye başlanmış.

Padişahın Yemek Adabı

Padişahın mutfağı güneş doğmadan çalışmaya başlar. Çünkü padişah erkenden kalkar ve onun için herşey hazır olmalıdır. Padişah yemek istediği zaman kapıağasına söyler o da bir hadım göndererek aynı emri sofracıya iletir.


Sofracı da yiyecekleri hazırlar ve tabak tabak padişahın masasına getirir. Padişah Türk yöntemine göre oturur yani dizlerini kavuşturur, elbisesini korumak için önüne bir peşkir konur, bir ikinci peşkir sol koluna konulur ve bununla ağzını ve parmaklarını siler.


Sofra örtüsü yerine kullanılan bir Bulgar derisi üstünde birkaç tür ve çok güzel ve her zaman taze beyaz ekmek vardır. Padişah çatal ve bıçak kullanmaz.


Önüne her zaman iki tane tahta kaşık konulmuştur. Bunlardan bir tanesi çorba içmek için, diğeri ise susuzluğunu gidermek için çeşitli meyvelerin limonsuyu ve şekerleri karıştırılması suretiyle yapılan hoşafları içmek için kullanılır. Padişah yemek bitince bir leğen içinde değerli taşlarla süslü bir ibrik kullanılarak ellerini yıkar.
Meydanın hemen karşısından Enderun kapısı olan Babüssaade’ye, sol taraftan Kubbealtı denilen Divan-ı Hümayun’a gidiliyor.


Divan-ı Hümayun


Babüsselam’dan girildikten sonra sol tarafta Kubbealtı’na gidilen yolda üç tane selam taşı bulunuyor. Bu kapıdan giren herkes padişahın ve divanın bulunduğu yere geldiği için selam çavuşuna selam verip içeri girermiş. Selam taşlarının sonunda toplantıların yapıldığı Divan- ı Hümayun’a geliyorsunuz.




Kubbealtı’nın önünde tavanı süslü, uzun ve geniş bir saçaklık var. Etrafı çok güzel işlenmiş demir parmaklıklarla çevrili. Padişahlar önceden Divan toplantılarına katılırmış ancak bir gün Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna çıkan biri toplantıda bulunanlar arasından padişahı seçemeyip ‘içinizde hanginiz padişah’ diye sorunca bu olay üzerine Sultan, divan toplantılarına katılmama kararı almış.
 


Sultan Mehmet ve sonra gelen padişahlar divan toplantılarını Adalet Kasrı denen demir parmaklıklı, siyah perdeli pencereden takip etmişler. Padişahın demir parmaklıklara vurması görüşmelerin hemen kesilmesi ve sadrazamın padişahın yanına hemen çağrılması anlamına gelirmiş.



Dil, din, milliyet ayırmaksızın herkes divana katılabilir, derdini anlatabilirmiş. Divan toplantıları yapıldığı zaman ulufe (maaş) almak için toplanan galebe divanına katılanlara çorba, pilav, zerde verilirmiş. 

Yeniçerilerin çorbayı içmemesi istekleri olduğunu gösterir, çorbayı içmeleri Yeniçeri Ocağı’nın devletin kurallarına, akidelerine bağlılığının alameti sayılır, yeniçerilere şeker dağıtılırmış. Akide şekeri ismini bu törende dağıtılan şekerden aldığı söylenir.

 

Divan-ı Hümayun’dan çıkıp Babüssaade (saadet kapısı) Kapısı’na yani Harem’e giden kapıya geliyorum. Birun ile Enderun bölümlerini ayıran Babüssaade’de Osmanlı’daki tek resmi bayram olan padişahın tahta çıkış gününde bayramlaşılır, tahta çıkma merasimi bu kapı önünde yapılırmış.


Sarayburnu’ndan, Yedikule’den, Kız Kulesi’nden ve Hisarlar’dan toplar atılarak yeni padişahın tahta çıkışı duyurulurmuş. Babüssaade önüne taht kurulur padişah tahta oturduktan sonra başına ‘yusufi’ denen sarık ve sorguç giydirilir, sırtına ‘kapaniçe’ adlı mücevher ve büyük yakalı kürk giydirilirmiş. Görevliler padişahın sağında ve solunda yerlerini aldıktan sonra şeyhülislam gelip padişaha biat eder ve dualar okurmuş.


Ayasofya, Şehzade, Süleymaniye, Sultanahmet Camilerinde sala verildikten sonra biat merasimi tamamlanır, ölen padişahın cenazesi Harem’den çıkarılarak mermer sütunlu revakların altında din görevlileri tarafından yıkanırmış. Yeni hükümdar Arz Odası kapısı önünde cenazeyi selamladıktan sonra cenaze devletin ileri gelenlerinin elleri üzerinde orta kapıya kadar götürülür. Babüsselam’dan sonra padişahın tabutu türbesine kadar taşınırmış.


Enderun



Babüssaade’den sonra girilen yer Enderun. Burası resmi sarayın dışında kalan özel bölümlerden oluşuyor. Acemi oğlanların zeki ve yakışıklı olanlarından yetenek sınavıyla seçilenler Enderun’da yetiştirilirmiş, bu sebeple buraya Enderun Mektebi denmiş.


Sarayda eğitim görmüş Harem’deki kadınlar Enderun’dan yetişenlerle evlendirilirmiş böylece uzak yerlerde üst düzeyde görev alanların herhangi bir yerde yerli halktan biriyle evlenerek orada kök salmasının ve yerleşmelerinin önüne geçilmiş.

Babüssaade’den sonraki bölüm olan ‘üçüncü yer’de Mukaddes Emanetler ve devlet hazinesinin sergilendiği Has Oda yer alıyor.





Girişteki Şadırvanlı Sofa’yı geçtikten sonra dünyaca ünlü 86 karatlık kaşıkçı elması, topaz ve zümrütle süslenmiş Topkapı hançeri, altından yapılma elmas ve yakutla kaplı şehzade beşikleri, haseki ve sultanların paha biçilmez takıları, Hırka-i Şerif, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye böldüğü asası gibi değerli eşyalar bulunuyor.
 


Burayı da gördükten sonra solumda kalan Mecidiye Köşkü’nü ve sağımdaki Boğaziçi Köprüsü’nün manzarasını izleyerek Has Bahçe’ye geliyorum.


Has Bahçe’yi geçtikten sonra Kösem Sultan’ın oğlu Sultan İbrahim’in öz evladı şehzade Mehmet’i bir sinir buhranında fırlatıp attığı mermer havuzun bulunduğu alanı izliyorum.





Duvarları çinilerle, dolapları özel sedef işçiliğiyle süslenmiş Bağdat ve Revan Köşkü’nü geziyorum. Padişahların dinlendiği Bağdat Köşkü’nün ortasında 1500 yıllık gümüş semaver bulunuyor. Yan binasındaki çinilerle süslü duvarlarıyla bölümlere ayrılmış Sünnet Odası’nı da gördükten sonra Harem’e doğru ilerliyorum.

Harem

 



Padişahın özel evi konumundaki Harem, Kubbealtı’nın arka tarafından başlıyor ve Has Oda tarafına kadar devam ediyor. 259 oda, 4 mutfak, 6 kiler dairesi bulunan Harem’de 12 sandık odası, 8 hamam, 1 hastane ve cariyelerin yüzdüğü geniş bir havuza da yer verilmiş.

Harem’in kapısından girdiğinizde Dolaplı Kubbe denen yere geliyorsunuz. Buradan Taşlık olarak anılan yere ve Revaklı Avlu’ya çıkılıyor. Karaağalar Koğuşu, Şehzadeler Mektebi ve Kızlarağası Dairesi’nden sonra Harem’in asıl giriş kapısına ulaşılıyor.
 

Validesultan Dairesi’nden geçilip her tarafı iç huzuru sağlamak için çinilerle süslenmiş duvarlarla kaplı Cariyeler Dairesi’ne doğru ilerliyorum. Validesultan dairesi çok dikkat çekici.


Tabanı tuğla döşemeli olan dairenin duvarları Kütahya çinileriyle ve sedef kakmalı gömme dolaplarla süslü. Validesultan dairesinde sedirler var, namaz kılmak ve dua etmek için bölümler yapılmış. Kapının sağında bir çeşme bulunuyor.





Hünkar Hamamı beyaz mermerlerden yapılmış. Birinci bölümü dinlenme, ikinci bölümü soyunma yeri. Hamamın yıkanma bölümünde padişahların yıkandığı demir şebekeli yer bulunuyor. Buradaki kurnalar, musluklar ve demir şebekeler son derece güzel yapılmış.


Tüm bu görkeme karşın padişah yıkanırken bu demir parmaklıkların kilidini yanında bulundururmuş ki başı sabunluyken kendini güvende hissetsin. Bu durum sarayda güvenliğin ne kadar önemli olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici.

 
Hamamdan sonra Hünkar Sofası denen yere geliniyor. Burası padişahın saraydaki kadınlarla bayramlaştıkları, eğlenceler yeri. Mavi renkli çinilerin süslediği mekanda padişahın tahtı, tahtın sağında ve solunda Çin Vazoları yer alıyor. Tahtın solunda sütunlarla desteklenmiş sedirlerin bulunduğu yer, eğlencelerde görev alan sazendelere ayrılmış. II. Murat’ın baştan başa çinilerle süslenmiş Mimar Sinan tarafından yapılmış odası Harem’in en güzel yerlerinden.


Harem’de Altıyol denen elli metre kadar uzunlukta, bir sokağı andıran kapalı bir yer var. Rivayete göre zemini taş döşeli olan bu alan dini bayramlarda ya da padişahların bir sefere giderken altın saçtığı yer. Başka bir rivayete göre sarayın doğum odası bu yol üzerinde olduğu için doğum olacağı zaman ‘altın beşik’ buradan geçirilirmiş bu yüzden buraya Altıyol denmiş.

Ayasofya Müzesi

Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan Ayasofya, Sultanahmet Camii’nin önünden bakıldığında büyük kubbesi, minareleri ve türbeleriyle etkileyici görünümünü korumaya devam ediyor.


 
Yapımı binbir zahmetle gerçekleşen yapının hikayesi İstanbul şehrinin kurucusu Roma imparatoru Constantinus’un Hristiyanlığı daha fazla yayabilmek için Roma’dan ayrılmasıyla başlar. Constantinus 360 yılında Ayasofya’nın yaptırılmasına karar verir.



Bu kilise 404 yılında yıkılır ve ikinci defa 415 yılında II. Theodosius zamanında ibadete açılır. Bu kilise de 532 yılında Nika Ayaklanması sonucu yıkılır. Rivayete göre Nika Ayaklanması sonrasında imparator İustinianos rüyasında kilisenin planının İsa Peygamber tarafından kendisine verildiğini görür. Yapımında 10 bin işçinin çalıştığı Ayasofya, güçlü tonozlarla, çürümeyen ahşap kütükler kullanılarak ve temellerin hiçbir şekilde rutubet almamasını sağlayan bir su şebekesiyle her detayı en ince ayrıntısına kadar hesaplanarak 5 yıl 11 ay 10 günde bitirilir.


1453 yılına kadar kilise olarak kullanılan Ayasofya bu tarihten sonra cami olarak ibadete açılmış 1934’te müze haline getirilmiş. Bahçe kapısından girdiğinizde başlayan müzenin sağ tarafında I. Mahmut tarafından yaptırılan ünlü şadırvanın önünden geçiliyor.

 
Müzenin içinde Bizans sanatının ünlü mozaiklerinden örnekler görebiliyorsunuz. X. yy’dan kalma altın yaldızlı panoda süslü bir taht üzerinde oturan Hz. Meryem kucağında İsa Peygamberi tutuyor. Sağında İstanbul’u kuran Constantinus, solunda Ayasofya’yı son yaptıran Iustinianos yer alır. Ayaklarının altındaki döşemede gümüş mozaiklerin kullanılması bu kompozisyonun en ilginç örneklerinden.


Tavan da yine altın mozaiklerle süslenmiş. Tam ortada İmparator kapısı ile kapının sağında ve solunda patriklere ait kapılar bulunuyor. Hava alması için değil içeriye ışık girmesi için yapılan devasa pencereler içeride loş bir görüntü oluşmasını sağlıyor.
Osmanlılar zamanında Ayasofya’nın içi Kur’an ayetleriyle süslenmiş. Kubbenin tamamı üzerinde Nur suresi altın yaldızlarla yazılmış. Duvarlarında bulunan altın yaldızlı büyük levhalarda Allah ve Muhammed yazıları ile dört halifenin isimleri yer alıyor.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral

https://twitter.com/hulyameral



Kaynaklar:

Reşat Ekrem Koçu- Kösem Sultan I.ve II. cilt

Rüknü Özkök- İstanbul

Gül İrepoğlu- Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde