istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yaz Boyu Mehtap Gezileri ve İstanbul'un Deniz Ulaşımı


Hep söylüyorum. İstanbul'un trafik sorununa en büyük çare deniz ulaşımı ancak büyük ve hantal vapurlar değil, aynen Venedik'teki vapurettolar gibi küçük, motoru güçlü ve hızlı manevra kabiliyeti olan, Boğaz Hattı'ndaki ve diğer hatlardaki her iskeleden 5 dakikada bir kalkacak motorlar. Yine belirli hatlar olmalı ama hatlar arası geçişler, aktarmalar yolculara yansıtılmamalı.



Boğazı elips şeklinde düşünürseniz bu hiç de zor olmasa gerek. Dört bir yanı deniz olan İstanbul'da deniz ulaşımının bu kadar dağınık, düzensiz ve yetersiz olması akıl alır gibi değil. Denebilir ki yolcunun yoğunluğuna göre zaten seferlerimizin saatleri belirlenmiş durumda. Hızlı motorla ulaşımı belirttiğim şekilde çalışır hale getirdiğiniz vakit, seyrek yolculuk yapılan iskelelerden bile yolcu akışı olacak, karayolunu kullanan yolcular deniz yolunu tercih edeceklerdir. Psikolojik açıdan bakarsak, trafiğin getirdiği stresi ekarte edip deniz kokusunu alan bedenlerin seratonin salgılamasına yardımcı olmuş olursunuz. 



Aynı şey Pendik - Kadıköy sahil hattı için de geçerli. Deniz yoluyla ulaşımı teşvik ettiğimiz sürece karayolundaki tıkanıklık azalacaktır. 

Bunun yanında, İstanbul dışından misafirim geldiğinde vapur- motor sistemini anlatmakta zorlanıyorum çünkü her hat için farklı isimlerde şirketler var. Bir de Şehir Hatları vapurları var. Biri devletin diğerleri özel işletme, istediğini seçebilirsin diye açıklamak gülünç geliyor kulağa. 

Şehir Hatları vapurlarını çoğunlukla trafiğe girmemek için Beşiktaş- Kadıköy ve Taksim- Kabataş Finiküler- Kadıköy üzerinden kullanıyorum. Taksim'e karayoluyla ulaşmaktansa vapurla 15 dakikada geçmek hem keyif hem zamandan kazanım. 

Geçenlerde de hiç aklımda yokken ve vapur olduğunu bile bilmiyorken Emirgan'dan -çok sık kalkmasa da- vapura binip yolculuk boyunca da yalıları, boğazın eşsiz güzelliğini, erguvanları izleyerek Çengelköy'e geldim, akşamı orada ettim. Önceden böyle bir hat olduğunu bilmiyordum.

Adalar için ise Bostancı İskelesi'nden Şehir Hatları vapuru saatte bir kalktığı için her yarım saatte bir yapılan motorla ulaşım daha mantıklı geliyor. 

Yani daha düzenli bir deniz ulaşımı sistemi olsa, İstanbul gibi her noktasından deniz görünen bir şehirde hayat daha keyifli ve pratik olabilir. Çoğu kişinin trafiğe girmemek için lokal mekanları tercih ettiğini ve diğer semtleri ıskaladığını düşünüyorum. İstanbul'da her yıl bir milyon kişinin Boğaz'ı bir kez bile görmeden yaşadığını düşünürsek haksız sayılmam.



Neyse, size bahsetmek istediğim bu değil. Şehirdışından arkadaşlarım, misafirlerim geldiğinde (özellikle Ankaralılar için denizin anlamını tahmin edersiniz) mutlaka bir Boğaz Turu yapmak istediklerinden, motorla gezilen 1,5 saatlik turları öneriyordum ancak bu yıl Haziran ayında başlayan, Şehir Hatları vapurunun düzenlediği Mehtap Gezileri'ni fark ettim. 

Şayet İstanbul dışından geliyorsanız, Boğaz'ı 6 saat boyunca her iskelede durarak yaşamak, yalıları, mimari yapıları, camileri, sarayları, Rumeli ve Anadoluhisarı'nı uzun uzun izlemek, fotoğraflamak istiyorsanız bahsettiğim bu gezi oldukça ideal. Dolunaylı bir akşama denk geldiyseniz elbette daha şanslısınız..



Yaklaşık 6 saat süren “Mehtaplı Geceler Turu” Bostancı iskelesinden başlayarak sırasıyla Kadıköy-Eminönü-Üsküdar-Beşiktaş-Rumeli Kavağı iskelelerine uğruyor, Anadolu Kavağı’nda mola veriyor. Boğaz keyfi gece 01.00’e kadar sürüyor. Sıkılırsanız veya gözünüze akşam yemeği için güzel bir mekan kestirirseniz istediğiniz durakta inip kalabilirsiniz de. Denemeye değer.. 



Londra Mutfağını Değiştiren Türk Asıllı Şef

Erkek egemen yemek sektöründe uluslararası isim yapmış, yeteneğini ve mesleğinde yarattığı farklılıkları cesurca ortaya koyan, bunu BBC’deki yemek programıyla ve yazdığı yemek kitaplarıyla taçlandırmış güçlü kadınlardan biri o. Filibe doğumlu, anne tarafı Bulgar, babası Türk. Bir süre Çırağan Oteli’nin mutfağında çalışmış. Şimdilerde The May Fair Hotel London'daki The Quince restoranda, Orlando Bloom, Valentino, One Direction, Omar Sharif, Prince Michael of Kent, Victoria Beckham gibi isimlere, Türk mutfağının muhteşem lezzetlerini modernize edilmiş şekliyle sunuyor. Türkiye dışında yaşayan ilk ve tek kadın Türk şef Silvena Rowe’la ünlü Savoy Otel’de buluştuk.


 

The Guardian, Independent, Sunday Times, Evening Standart gibi gazetelere yemekle ilgili yazılar yazdınız. Yakın zamanda herhangi bir gazetede okumadım sizi. Bıraktınız mı yazmayı?

Gazeteye yazmıyorum, kitaplarıma ağırlık verdim. Yayınlanmış yedi kitabım var. En son çıkan Purple Citrus and Sweet Perfume çok ilgi çekti. Akdeniz ve Ortadoğu mutfağında sık kullanılan fesleğen, zeytin, biberiye, bal, tarçın, safran ve sumak gibi malzemelerle oluşturulmuş egzotik tatlara ilişkin reçeteler var kitapta. Şam’ın çarşı pazarlarından Lübnan’ın, İstanbul’un sokaklarına yayılan oryantal bir lezzet yolculuğu. Bu kitabım çıkalı üç yıl oldu ama hala çok satmaya devam ediyor. Orient Express kitabım da çok ilgi gördü. Dolayısıyla kitap yazmaya devam. Gelecek kitabımda modern Arap yemeklerini konu ediniyorum..


Bugünlerde Ortadoğu’ya, özellikle Dubai’ye çok sık gidip geliyorsunuz?

Evet. Dubai’ye Ottoman Cafe isminde çok şık dizayn edilmiş, sunumuyla, servisiyle, damaklarda bırakacağı özel tatlarla ve çok özel, unique bir konseptle ziyaretçilerinin karşısına çıkmaya hazırlanan bir restoran zinciri projesi için sık ziyaretlerim oluyor. Aynı zamanda da Bangkok için de yeni bir projemiz var. Bangkok’a Ortadoğu’dan önemli politik isimler seyahat ediyor ve farklı tatlar denemek istiyorlar. Yeni gelecekte Türk lezzetlerini yeni bir stil ve sunumla bu coğrafyaya yaymak istiyoruz.




Dubai projesinden önce İstanbul’u ve Ortadoğu’yu yeni tatlar keşfetmek için ziyaret etmiştiniz. Etkiledi mi mutfağınızı?


Elbette, inanılmaz etkiledi. İstanbul’a çok sık geliyorum, pek çok yemek tadıyorum. Coğrafyaya baktığınız zaman yıllarca Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilen, bütün dinlerin bir arada yaşadığı, çok köklü, çok derin bir alandan söz ediyoruz. Birbirinden sürekli etkilenen, nerdeyse birbirinin aynı olan bir Osmanlı mutfağı var. Osmanlı’dan sonra bile Ortadoğu’da hala Türk mutfağı hakim. Suriye’ye, Lübnan’a, Ürdün’e gittiğinizde bunun değişmediğini görüyorsunuz, çok az farklarla birbirinin aynı. Sadece Lübnan biraz daha Arap mutfağına yakın ama özünde Türk mutfağının etkisini görebilirsiniz. Yunanistan’a, Azerbaycan’a, Tacikistan’a, Bulgaristan’a gittiğinizde de güçlü etkiyi görebilirsiniz. Bu zenginliği yerinde araştırıp kendi mutfağıma uyguluyorum.


Türkiye’de pek çok şef fikir paylaşımına kapalı. Reçetelerini paylaşmıyorlar, gizli tutuyorlar. Sorduğunuzda şaka mı yapıyorsun diyorlar. Farklı mentalitedeler. Türkiye’de herkes güzel yemek yapıyor. Herkes İstanbul’u işarete ediyor. Evet İstanbul bir gezegen ama aynı balık, aynı et, hep aynı şeyler var. Örneğin Dubai böyle değil. Çok daha zengin, yemekler çok farklı tarzda sunuluyor ve insanlar bunun için oraya gelip güzel para harcıyorlar. Türk mutfağının zenginliğini diğer kültürlere modernize ederek sunmalıyız.


Dünyanın pek çok ülkesini, mutfağını keşfe çıkıyorsunuz. Size ‘lezzet avcısı’ diyebilir miyiz?

Elbette. Yemek yemeyi seviyorum. Yemek yemeden durmuyorum zaten. (gülüşmeler) Özel tatları denemeyi seviyorum, bir de oğlumun yaptığı yemekleri.

The Quince’e gelenler ne tarz bir mutfakla karşılaşıyorlar?

Restoranımda yemekler çok güçlü şekilde Türk yemekleri çünkü babam Türk ve bir süre Filibe’de yaşadım.  Türk kültürünün etkisi, babamın etkisi ve İstanbul’u çok sık ziyaret etmemin etkisiyle bu yemekleri hazırlıyorum. Yedi kitap yazdım şimdiye kadar ve bunların hepsinde bu etkiyi görebilirsiniz. Kitaplarda geleneksel Türk mutfağından ziyade modernize edilmiş, kreative edilmiş Türk mutfağını görebilirsiniz. Çünkü hepimiz biliriz ki kebap ve dürüm Türk mutfağında başı çeker ama ben bunu çeşitlendirerek, farklı bir formda sunmayı seviyorum. Evet  kebap ve dürüm güzel ama seksi ve özel değil, light değil, renkli değil ve çok fazla yağ kullanılıyor.

The Quince’te hazırladığınız en özel yemek hangisi? Müşterileriniz daha çok neyi tercih eder?

Osmanlı stilinde hazırlanmış baharatlı kuzu eti, marine edilmiş külbastı. Ocakbaşına gittiğinizde çok yağlı et sunarlar. Ben çok yağlı eti sevmiyorum ve sağlıksız buluyorum. Özellikle Londra’da pek çok kişi formuna dikkat ediyor. Yağlı et tercih etmiyorlar. Bir de patlıcanlı yemekler çok rağbet görüyor.


Restoranda Türkiye’den ünlü isimleri ağırlıyor musunuz?

Pek çok ünlü isim, pek çok politikacı geldi. En son AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış’ı ve eşi Beyhan Hanım’ı ağırladık. Çok elegant, çok nazik ve zeki bir kadın. Elif Şafak, Leyla Alaton, Vedat Alaton gibi değerli isimler de geldi. Misafirlerimiz geliştirilmiş Türk mutfağını denemek istiyor ve restorandan memnun ayrılıyorlar. Yemeklerime inanıyorlar.


Mutfağınızda ‘benim vazgeçilmezimdir’ diyebileceğiniz bir malzeme var mı? Türk mutfağından sıklıkla yufka, börek, humus, narenciye kullandığınızı biliyorum. 

Humus ve süzme. Süzme labne peyniri gibi. O yüzden kullanmayı seviyorum. Türkiye’de lokal olarak her türlü sebzeyi özellikle yapraklı olanlarını taze olarak bulabiliyorsunuz. Özel olarak patlıcanı kullanmayı severim, hünkarbeğendi yaparım ama genel anlamda sebzeler vazgeçilmezimdir. Salata favori yiyeceğimdir.


İngiltere mutfağı çok zayıf. İnsanlar zamanla yarıştıkları için genelde hazır yiyecekleri veya fast food tarzını tercih ediyor ama aynı zamanda, özellikle Londra’da yaşayan çok fazla ünlü şef var ve yemekle ilgili pek çok program ve show yayınlanıyor. İki durum birbirine tezat değil mi?

Çok basit bir açıklaması var. İngiliz kültürü Türk kültürü gibi değil. Yemek yemeyi seviyorlar ama eve gittiklerinde yemek hazırlamayı sevmiyorlar. Bu bir tarz, bir kültür. Özellikle Londra’da mükemmel yemek yiyebileceğiniz çok fazla mekan var ama benim favori şehrim İstanbuldur. İngilizler bu yemek programlarını talep ediyor çünkü iyi yemeğe yönelik bir merak var. Türkiye’de böyle değil, herkes yemek yapmayı bilir. Türkiye’de bir portakallı baklava tadarlar, benim büyükannem daha iyi yapar derler. Çünkü pek çok kişi baklava yapmayı bilir ama burada öyle değil.


İstanbul’a geldiğinizde farklı tatları deniyorsunuz, keşfediyorsunuz? Hangi şefi beğenirsiniz?

Aynı zamanda çok da yakın arkadaşım olan Vedat Başaran’ı çok başarılı buluyorum. Pek çok Türk şef cömert ve açık değildir. Vedat’ın bunun aksine Türk mutfağına açık, yeni ve farklı fikirleriyle zenginlik kattığını düşünüyorum. Nusret’i çok beğenirim. Türkiye’ye gerçek et restoranı konseptini getiren restoran. Kanaat Lokantası’nda Bedri Usta’nın mutfağını beğenirim.


Londra’da yemek yemekten hoşlandığınız, sunumunu, lezzetini beğendiğiniz restoranlar hangileri?

Favori restoranım Old Park Lane’deki Nobu Restoran. Pek çok Türk gider oraya. Cut At 45 bir diğeri. Wolfgan Puck bünyesindeki hayran olduğum bir Amerikan steakhouse. Çin ve Hindi yemeklerini de severim ama ne yazık ki onlar daha lokal daha küçük alanlarda hizmet veriyorlar. Diğer mutfaklar kadar göz kamaştırıcı değiller. En iyi Hint yemeği küçük Hint restoranlarındadır ama pek çok İngiliz göz alıcı alanları tercih eder.


Babanız Türk, anneniz Bulgar. Çocukluğunuzun mutfağı, sofraları nasıldı? Nasıl anımsarsınız o dönemi?

Filibe’deki evimizde pişen yemeklerin büyüleyici kokularını hatırlıyorum. Sarma ve nerdeyse her gün yediğimiz köfte en sevdiğim yemeklerdi. Okuldan geldiğimde uzak mesafeden bile sarma, türlü ve köfte kokusunu alırdım. Türkiye’de herkes evde yemek yapar. Annem de babam da çok iyi yemek yapardı. Babam yedi yıl önce vefat etti ama onun yemeklerinden çok etkilendiğimi söylemeliyim. Özellikle babamla mutfakta zaman geçirmeyi çok severdim. İkisi de çalışırdı ama çok özel ortamlar yaratır, değişik, birbirinin benzeri olmayan soslar denerlerdi. Annem inanılmaz güzel baklava yapardı.  


Pek çok kadın evde şahane yemek yapar ama şeflerin çoğu erkektir. Neden kadınlar bu alanda çok ön plana çıkmıyor. Dünyanın genelinde bu böyle.

Bu çok sert bir durum. Mutfakta gerçekten çok güçlü olmak zorundasınız. Türkiye’de de çalıştım. Özellikle Türk şefler kadından emir almak istemez. Türkiye’de kadın şef olmak imkansız. Sadece Maya Group’ta kadın şeflerin rahat çalışabildiğini biliyorum. Ortadoğu’da da durum aynı. İngiltere çok daha rahattır, Amerika’da çok fazla kadın şef çalışır. Mutfakta 12-14 saat zaman harcarsınız ve zaten çok yorulursunuz. Çok erkek egemen bir alan. Bir şeyi yapamadığınız zaman eleştirirler, ben yapabiliyorsam o da yapsın derler.


Türkiye’deki ünlü şef Batuhan Piatti ‘mutfak vahşi bir yerdir’ diyor. Katılır mısınız?

Mutfak askeri alan gibi, ordu gibi. Çok fazla dar geçit var. Ofiste çalışmak gibi değil, fiziksel bir iş yapıyorsunuz. Kendinizi sevmek ve güçlü olmak zorundasınız. Ben de mutfakta sertim. Sert olmak zorundasınız. Bir şey iyi yapılmışsa iyi, kötü yapılmışsa olmamış derim.


İngiltere’deki diğer ünlü şeflerle bir araya gelir misiniz?

Hepimiz birbirimizi biliriz. Gordon Ramsay ile yakın zamanda Johannesburg’da birlikte çalıştık. Raymond Blanc, Michel Roux, Brian Turner, James Martin. Hepsiyle çok özel arkadaşlıklarımız vardır. James’in televizyon programına konuk olmuştum hatta.


Hayatınızda size sıçrama sağlayan, dönüm noktası olan bir dönem olmuştur mutlaka.

The May Fair ve The Ouince profesyonel olarak bu işi ilerletmem anlamında büyük bir challengetı. May Fair ismime, yaptığım işe büyük prestij sağladı, işimi uluslar arası alana taşımama yardımcı oldu. Dubai’ye gittiğinizde çok kaliteli şefler görürsünüz. Pierre Gagnaire, Marco Pierre White, Gary Rhodes. Bu isimlerle bir araya gelmek çok önemliydi. Bundan sonraki büyük hayalim Türkiye’ye gelmek ve sadece kadınların katılabileceği yaratıcı bir yemek programı yapmak. En güzel, yetenekli, en şahane yemekleri ortaya çıkarabilen kadınları bulmak. Program bittiğinde seçtiğimiz bu yetenekli kadınlarla birlikte yürüteceğimiz, kombinasyonlarımızı uygulayacağımız restoranlar açmak. Türkiye’de kadınlar çok güçlü, çok güzel yemek yapıyorlar ama kimse onları tanımıyor.


Türkiye ile ilgili trendleri, modayı, siyaseti, ekonomiyi, kültürel hayatı takip etme fırsatınız oluyor mu?

Elbette, çok yakından takip ediyorum. Sık sık Türkiye’ye geliyorum. Geldiğimde çok sevdiğim yakın arkadaşım Leyla’da (Alaton) kalıyorum. Onun evi benim evim gibidir. Leyla benim mentorumdur. İstanbul dünyanın en güzel şehri, İstanbul ve camiler çok özel. İstanbul’da evimdeymişim gibi hissederim. Bebek ve Etiler’i çok severim. İstanbul çok güzel ama anlayamayacağınız bir sebeple oteller çok pahalı.


Anneniz Bulgar, babanız Türk, eşiniz İngiliz. Siz kendinizi hangisine yakın hissediyorsunuz?

Evet, iyi bir kombinasyon ama kendimi daha çok Türk hissediyorum. Türk kültürünü seviyorum. Orada doğdum, babamdan gelen bir şey de olabilir. Babamın akrabaları var orada yaşayan. Bu tutkuyu seviyorum. Türkiye dışında yaşıyorum ama Türk yemekleriyle ilgili bir iş yapıyorum ve bunu hissederek yapıyorum. Bana neden bu işi Türkiye’de sürdürmüyorsun diyorlar. Okuduğum makalelerden anladığım bazı insanlar iyi bir şey yapan, yaptığı işlerle insanları büyüleyenleri, göz önünde olan, başarılı insanları kıskanıyor ve acımasızca eleştiriyorlar. Londra da aynısıdır, sadece insanlar düşündüklerini bu kadar açık, rencide edecek şekilde söylemezler.


Eve girdiğinizde yemek yapmaya devam eder misiniz? Evde kim yemek yapar? Ev yemeği mi yenilir hazır yemek mi tercih edilir ailede?

Ben. Zamanım varsa çok fazla yemek yaparım. Örneğin geçtiğimiz hafta resmi tatildi. Barbekü yaptık, tatlı bir tatildi bizim için. Ailecek dışarda da yeriz ama evde yemek en güzeli.


İki oğlunuz var, onların yemekle arası nasıl? Başarılılar mı mutfakta?

Yemeği ve yemek yapmayı seviyorlar. Büyük oğlum master yapıyor ve Unicef için çalışıyor. Küçük oğlum üniversitede, ekonomi okuyor. İnanılmaz güzel yemekler hazırlıyor. Genellikle hep birlikte evde yemek yeriz ve çok keyif alırız bundan.


Gelecek dönemde televizyon programı projeniz var mı?

BBC’deki programım bitti ama Kasım’da start vereceğim çok büyük, çok ilgi çekici bir programım olacak. Bir yemek yarışma programı. Aynı zamanda Amerika için bir tv programı projesi üzerinde çalışıyoruz.


Türkiye’de mutfakla ilgili pek çok yemek kursu ve akademi açıldı. Sizin de böyle bir girişiminiz var mı?

Kapıları herkese açık bir akademi kurmak isterim, özellikle yetenekli, cesur kadınlar için. Dubai projesini hayata geçirdikten sonra böyle bir girişimim olabilir. Özellikle Leyla Alaton bu konuda bana destek olabilecek, çok değer verdiğim bir isim. Çünkü kadınların çalışma hayatına katılmasını önemsiyor.


Elinizdeki tesbihin özel bir yeri var mı? Hep taşır mısınız yanınızda?

60 yıllık amber taşından yapılma bir tesbih. Trabzon’dan gelmiş, Kapalıçarşı’da satılıyordu. Şu an benim en güzel en değerli aksesuarım. 1.500 dolara Kapalıçarşı’daki bir dükkandan aldım. Bana kendimi iyi hissettiriyor.


Hülya Meral

Bu yazı Hürriyet Pazar Eki'nde yayımlanmıştır.

Taş Değirmenden Ada Ekmeği Kokusuna

Gıda Mühendisi komşum hem uyarıyor hem isyan ediyor: 'Marketlerden aldığınız ekmeğin içinde hayati derecede zararlı, kansere yol açabilecek katkı maddeleri kullanılıyor. Vicdanım bile bile insan sağlığıyla oynayan görüntülere daha fazla dayanamadı, işten ayrıldım!' 


Birkaç sene önce komşumun vicdani hesaplaşması haline gelen bir 'vaka'nın, üstünden yıllar geçtikten sonra bilinçlenen pekçok kişinin yaşam şeklini değiştireceği ve geniş katılımlı bir farkındalık uyandıracağı aklımın ucundan geçmezdi. 


Çünkü o zamanlar 'Ekmek yerine zehir yiyoruz' diyebilecek biri çıkmaz diye düşünüyordum. Ekmeğe katkı maddesi konmasının sebebi, daha fazla miktarda ürün elde etmek, ekmeğin hacmini arttırmak, su kaldırma oranını arttırmak ve bayatlamasını önlemek. 


Neyse ki toplumsal faydayı önde tutan gözüpek insanlar seslerini duyurabildi de şimdilerde 'tam sağlıklı' diyemesek de çavdar ve tam buğday oranı yükseltilmiş ekmeklere, nispeten daha kolay ulaşabiliyoruz. 


Özellikle çocuklarının büyüme ve gelişim dönemlerinde, vücutlarına yedikleri ekmekle giren kimyasalların tüm hayatı boyunca bedenlerini etkileyeceğinin öneminin farkında olan anne babalar, bu konuyu daha fazla araştırıyor, en sağlıklısını bulmaya çalışıyor.


Son yıllarda (marka vermek istemiyorum) benim yönelimim tam tahıllı, içinde yulaf, ayçekirdeği, tam çavdar unu ile üretilen, yerken içimin rahat ettiği kahverengi ekmekler. Zaman zaman yemek yediğim restoranlarda zeytinyağıyla pişmiş, ısırırken elimde yağ bırakan, biberiyeli ekmeklere denk gelirsem ufak kaçamaklar yapıyorum.



Bir de yol üstünde ziyaret ettiğim köylerde biraraya gelip 'fırın yakan' kadınlara denk geliyorsam, ekmeğin taş fırından çıkmasını bekleyip kocaman bir tam buğday ekmeğinin tepesini yarıp içine köy tereyağı koyuyorum. 


Kapağı beş dakikalığına kapattıktan sonra ekmeğin kapağını ve kabuklu kenarlarını yağa batırıp yeme şansım varsa bunu kaçırmıyorum. Adı üstünde 'köy ekmeği'.



Halbuki ne kadar fena değil mi, yüzyıllardır süregelen bir kültür, mutfağın ana ögesi ekmeği, gönlümüz rahat tüketemiyoruz. Pekçoğumuz lokasyonlarımız dolayısıyla sınırlı çeşit ekmeğe ulaşabiliyoruz. 

Ben 'ekmek derdi'ne düşmüşken burnuma Bozcaada'dan bir ekmek kokusu geliyor. Damak arkadaşım @Gezenyer (Pınar Bostancı)'in Instagram'da paylaştığı, ilk anda beni görüntüsüyle çarpan Ada Ekmeği ve Artisan ekmeğin Türkiye'deki sınırlı temsilcilerinden Ali Erol ile karşılaşıyorum. 


Ali Erol zor olanı hayata geçirenlerden. Kimyasallarla ekmek raflarını süsleyen kabarık pofudik ekmeğimsi ekmeklere inat, Türkiye'nin dört bir yanından topladığı taş değirmende öğütülmüş buğday ununu, aktif Bozcaada ekşili mayası, organik deniz tuzu, kaya tuzu ve halis muhlis zeytinyağıyla Bozcaada'daki İtalyan stili fırınında pişiriyor. 


Ali Erol şimdilerde biz şehirde yaşamaya devam eden 'şehirliler'e özel ve şirin paketlerinde bu tam buğday unu ve çavdar unundan ürettiği ekmekleri kargolasa da öncesinde İstanbul'da sinema sektöründe ardından yeme-içme sektöründe çalışmış. Eline geçen bir Fransız ekmek kitabı sonrasında 'kendi ekmeğimizi kendimiz yapabiliriz' fikriyle şehir hayatını, İstanbul'u bırakıp ailecek Bozcaada'ya yerleşmiş.


Şimdilerde O'nun kendi üretimi ekmeklerini almak için Ada Ekmeği'ni bilenler iki- üç ay beklemeleri gereken bir sıraya giriyorlar. Ali o kadar cömert ki %100 doğal, katıksız ekşili mayayı ufak kavanozlarda talep edenlerle buluşturuyor. 



Bunu yaparken Instagram'dan ekmek, insan ve gönül dostu mesajlar ve beni -anında ulaşamadığım için- isyan ettiren fırından henüz çıkmış Ada konseptli ekmek fotoğrafları paylaşıyor. Doğadan aldığını, gönülden kattığıyla zenginleştirip yine doğaya veriyor.



Farkındayım, beyazlatılmış un ve kimyasallarla üretilmemiş ekmeğe ulaşmak artık çok zor ama en azından büyüme çağında olan çocuklarımıza 'gerçek ekmek budur' diyebileceğimiz, damaklarında gerçek un ve maya tadını hissedebilecekleri, onlara gönül ferahlığıyla yedirebileceğimiz Ada Ekmeği var. Tabii uzuuun uzadıya devam eden listede yerinizi bir an önce alabilirseniz. Ali'nin dünya işiyle pek derdi de yok. Diyor ki;



Kar Altından Damağımıza Yolculuk Eden Çiriş Otu

Semt pazarlarını sabahları dolaşmaya bayılıyorum. Erken saatlerde halden henüz gelmiş olan sebze ve meyvelerin dört bir taraftan burnuma gelen kokusu beni tazeler, satın aldığım sebzelerle o akşam şahane lezzetler ortaya çıkarırım.

Bu hafta tezgahların önünden geçerken şimdiye kadar hiç duymadığım bir koku geldi burnuma. Önce bir çeşit lale soğanı diye düşündüm ama kökü yoktu. Dayanamadım, başka bir tezgahta daha denk gelince satan çocuğa sormadan edemedim. 'Abla bu bizim memlekette, Doğu'daki Bingöl, Bitlis ve yakınındaki illerde, dağların, yaylaların en yüksek yerlinde, karın altında kendiliğinden yetişen 'Çiriş'tir. Bir tek Nisan ayında bulabilirsin, çünkü karlar erirken toplanır.' dedi. 


Daha önce hiç görmediğim bu otun nasıl yapılacağını da sorunca iki şekilde yapabileceğimi öğrendim. 


Öğrencilik yıllarımda İzmir'de yaşarken hem İzmir'in semt pazarlarında hem de Alaçatı'nın, Tire'nin, Seferihisar'ın Ödemiş'in rengarenk, mis kokan tezgahlarının arasında dolanır, dönemine göre radika, şevketibostan, börülce, ısırgan, devetabanı, ebegümeci gibi otları alırdım. Torbalılı komşumun önerileriyle, o ana kadar hiç denemediğim otları, sade ama lezzetli şekilde pişirme tekniklerini öğrenir, İzmir akşamlarında leziz sofralar hazırlar, arkadaşlarımı davet ederdim. Çiğ semizotu ve ıspanak salatasını da enginarı pişirmeyi öğrenmem de o yıllardan kalmadır örneğin. 


Ege'de yetişmeyen 'Çiriş'i duymamış olmam çok normal ama her otu denemeye meraklı damağım, Çiriş için de çeşitli teknikler denememi sağladı.

Aldığım Çiriş'i ikiye böldüm. Yarısı ile zeytinyağında (çok az da tereyağı ile) yuvarlak doğradığım kırmızı soğanları ve kıymayı (kıyma isteğe bağlı) çok az soteledim, yarım kaşık salça koyup çirişleri ekledim. Şöyle bir çevirip kapağını kapattım 5-7 dakika içersinde pişen otların üzerine yumurta kırdım. 



Diğer yarısıyla yine zeytinyağında soğanı çevirip üzerine çirişleri ve bir miktar kişniş ekledim, ardından bir tutam ince bulgur koyup üzerine üç bardak su ekleyip çorba şeklinde hazırladım.



Çiriş'in ıspanak ile pırasa karışımı damakta güzel bir tat bırakan bir lezzeti var ve bence hafif ve besleyici. Özellikle diet yapan ve sürekli aynı sebzeleri tüketmekten sıkılanlar için yeni bir çeşit. Çiriş'i tanelerine ayırıp yıkadıktan sonra buzdolabı poşeti ile dondurucuda saklayıp daha sonra kullanabilirsiniz, ben bir kısmını öyle yaptım. Çünkü Nisan bitince bir daha bu otu bulamayacağım. 

Doğanın bize kendiliğinden verdiği, kar altından damağımıza yolculuk eden bu lezzetli otu denemeye değer. 

Hülya Meral

Boğaz'ın En Şık Elbisesi: ERGUVAN

Çalıştığım gazeteye ulaşmak için bu trafikte araba kullanmak çılgınlıktı. Dolayısıyla şirketin her semtten kalkan servisini değerlendirip sabahları, perdeyi çekip uyuyarak akşamları adım adım ilerleyen köprü trafiğinin stresini azaltmak için gazete, dergi, kitap okuyarak, radyo dinleyip bulmaca çözerek bazen diğer çalışanlarla sohbet ederek evime ulaşmaya çalışıyordum.

Bir makalede, İstanbul'da yaşayan ve Boğaz'ı görmeden tüm yılını geçiren 1 milyon kişi olduğunu, bu kişilerden büyük bir yüzdenin de yıllardır İstanbul'da ikamet etmelerine rağmen Boğaz'ı henüz hiç görmediklerine değiniyordu.


Bir an her gün zorunlu olarak geçtiğim Boğaz'ı en son ne zaman 'gördüğümü' düşündüm. Epey uzun bir zaman olmuştu. Çünkü üzerinden geçerken yarıuyanık bir şekilde sabah yarım kalan uykumu almaya çalışıyor olurdum ve güneşin doğuşuyla nefes kesen görüntüye kavuşan altımdaki mavi halıyı hiç görmezdim. Sabahları uyumamaya karar verdim..


Bu aşağı yukarı bahar zamanıydı ve baharın müjdecisi Erguvan ağacı yavaş yavaş tomurcuklarını patlatıp o şahane fuşya rengini doğaya sergilemeye hazırlanıyordu, Nisan'ın son ikinci haftası başlayıp Mayıs'ın son iki haftasına kadar sürecek Erguvan Zamanı'nı her yıl istemsizce nasıl da kaçırdığıma uzun süre hayıflanacaktım. Ne yazık ki ömrü kısa, sadece bir ay bu baktıkça ömrü uzatan ağacın.



Erguvan, Ingilizcede Judas Tree yani Yahuda ağacı demek. Yıllarca Bizans'ın sembol ağacı olmuş aynı zamanda. Osmanlı'da da sık sık kullanılmış erguvan, hasbahçeleri süslemiş, sofraların dizaynına renk katmış. 

Kışın don olunca erguvanları çelikleyip baharda uyanmasını bekleyen Erguvan Dostları içten içe telaşlanır. Çünkü erguvan dondan hemen etkilenir. Tohumla veya çelikle çoğalması sağlanan erguvan tohumları 2-3 dakika sıcak suda ve 24 saat ılık suda bırakıldıktan sonra ilkbaharda ekiliyor. Çelikle üretim Temmuz-Ağustos aylarında alınan yarı odunsu çeliklerle yapılıyor. Bu dönemi özenle takip edenler iyi ki varlar ve İstanbul'un her yerine bu enerjiyi saçıyorlar.

Elbette İstanbul dışında Güney Avrupa'da da çokça görülüyor erguvan ama boğazın mavisi ve yeşiliyle, her gün ışık saçan güneşiyle biraraya gelince bakmaya doyulmaz bir görüntü oluşturuyor, fotoğraf karelerine müthiş renk katıyor. 



Bir ay önce her yer sarı mimozalarda donanmıştı, şimdi sıra erguvanda, mayıs ortalarında da en güzel halleriyle 'lale devri'ni yaşayacağız. Lale ile ilgili bir yazıyı daha önce paylaşmıştım. ( http://narcekirdekleri.blogspot.com.tr/2012/04/ronesans-cicegi-lale.html )

Ömrü kısa erguvanları izlemek için haftasonunu beklemeyin, akşam iş çıkışında bile bir yerde oturup kahvenizi içerken seyrine dalabilirsiniz, keza havalar buna oldukça müsait.

Keyif dolu bir bahar dilerim.

Hülya Meral

Al Jazeera Turk artik yayinda !

Dun aksam Ciragan Kempinski Otel'de heyecanli bir topluluk vardi. Dunyanin Ortadogu'daki gelismeleri takip ettigi, 17 yil once yayin hayatina baslayan Al Jazeerea televizyonunun Turkiye ayagi Al Jazeera Turk, altyapisini olusturmak icin 3 yildir buyuk emek sarf ettikleri projenin startini verdi. Bu yill 22 Ocak itibariyle digital uzerinden yayina baslayan Katar- Turk ortak sermayeli topluluk, izledigimiz videolara, dinledigimiz sunumlara bakilirsa teknik altyapisi ve dunyanin dort bir yanina dagilmis donanimli, en az 2 dil bilen genis ekibiyle birlikte medyaya yeni soluk getirecege benzer.


Al Jazeera Turk Haber Direktoru Gurkan Zengin, uc yildir surdurdukleri kurulum asamasi sirasinda Turkiye'de ve dunyada pek cok gelisme oldugunu ama haber yapamadiklarini, soru soramadiklarini ve bu surecin onlar icin zor gectigini belirterek 2015'in ilk aylarinda televizyon yayinina da gectiklerinde yildiz gibi parlayacaklarini soyledi. 


Stratejilerini web merkezli belirlediklerini ileten Zengin: 'Kendimize cok guveniyoruz. Siyasal bagimsizlik var. Tarafsiz ve insan odakli habercilik yapmaya geliyoruz. Bunun Turkiye'de yapilabilecegini gosterecegiz. Medyada deniz feneri olacagiz' diyerek iddiali da konustu diyebilirim cunku 'siyasal bagimsizlik' kismi hala tartisma goturur.

Benim icin Al Jazeera Turk'un medyaya girisinde iki onemli nokta var. Birincisi ABD ve Avrupa medyasi disinda bir oyuncunun, ozellikle Ortadogu'nun her saniye nabzini tutan ve kitalararasi meslektaslarinin referans aldigi veya goruntulu icerik satin aldigi bir medya grubunun Turkiye'de Turkce yayin yapmasini onemsiyorum. Ortadogu gibi bir cografyada ciddi soz sahibi bir grup. 50 ulkede 70'in uzerinde haber burolari var ve bunun Turkiye startini Turkce haber portali ile veriyorlar. Yayinlarin yuzde 40'i haber, yuzde 60'i belgesel icerikli olacak.


Haber Direktoru Gurkan Zengin'in belirttigine gore bir yil sonra yayina baslayacak televizyon'un yeni binasi Istanbul Topkapi'da 20.000m2 uzerine insa ediliyor. Ekip genisledikce ucuncu kez tasinmak zorunda kalan grubun yeni binasinin buyuklugu vizyonlari hakkinda ipucu veriyor zaten. Keza Anadolu Ajansi da ayni strateji ile hareket edip son 1-2 yilda bolgede ve komsu ulkelerde konumunu, ekibini ve ekipmanini zenginlestirdi, gelistirmeye devam ediyor.

Bir diger nokta ise Arapca, Ingilizce ve Balkan dillerinde yayin yapan uc kanalin ardindan Turkce yayin yapacak olan kanalin, Turkce'nin konusuldugu veya anlasildigi (ornegin Kazak ve Ozbekler bizi anliyor ama Turkce konusamiyorlar) cografyaya da hitap edecek olmasi. Kanalin Genel Muduru Ismail Kizilbay, Turkce yayin yaparak ortalama 130-140 milyonluk bir kitleye erisebileceklerinin altini ciziyor. Bu da medyada bolgesel guc olabilme anlaminda onemli.



Onemsedigim ikinci nokta ise, yil boyunca 900'e yakin insan odakli belgesel yayinlayacak yeni bir haber kanalina kavusuyor olmamiz. Neden onemli? Ne yazik ki Turkiye'de belgesel konusunda buyuk bir sikinti var. Malzemenin bu kadar bol oldugu bir cografyada yillardir 'toplum magazin seviyor, belgesel izlemez' dendi, nihayet bu cumlenin fazlasiyla onyargili oldugu anlasildi. Zira son zamanlarda daha nitelikli belgeseller izleyebiliyoruz ama yine de yetersiz.

Itunes Store gectigimiz yil Turkiye'den de urun satisina baslamisti, alim hizi bir anda patlama gostermese de onumuzdeki donemde bireysel olarak pek cok belgesel satin alacagimizi ve bunun gitgide yayginlasacagini dusunuyorum. 

Ingiltere'nin devlet televizyonu BBC'nin hazirladigi pek cok belgesel birkac milyon sterlin harcanarak, uzun bir periyodta, yuksek cozunurlukte kaliteyle ve zengin bir icerikle izleyiciye sunuluyor. Turkiye'de bu tarz belgeselleri yayinlamak isteyen kanallar, bu belgesellere cok ciddi rakamlar odeyerek Turk izleyicinin begenisine sunuyor. 

Turkiye'de de Al Jazeera Turk citayi yukseltecege benzer keza simdiden merakla izlemeyi bekledigim, askerligini Guneydogu'da yapmis, PKK ile Gabar Dagi'nda Kandil Dagi'nda sicak catismaya giren gazi askerlerin 'savas psikolojisi' ile surdurdukleri hayati, travma sonrasi yasadiklari stres bozukluklarini anlatan 'Barut Kokusu'nu, Arafat'in zehirlenmesini konu edinen siyasi belgeseli, uluslarin bagimsizlik savaslarina ve ulusal marslarina isik tutan 'Bayraklarin Tarihi' isimli seriyi, Israil gizli servisi Mossad'in, Filistin Direnis Hareketi Hamas'in lideri Halid Mesal'e duzenledikleri ve basarisiz olan suikastin arka odalarini aralayan 'Kill Him Silently' belgeselini, Konya'da Mevlevi dervisligine kabul edilen ilk Israillinin hikayesini, Lubnan'daki seyyar bir nargileciyi anlatarak baslayan Renkli Dunya isimli seri ile kulturlere, geleneklere yolculuga cikmayi vaad eden belgeselleri iple cekiyorum. 


Al Jazeera'nin bir diger medya platformu ise son yillarda jet hiziyla kullanimi artan mobil. Genis ekranda haberi kisaca okuyup ayrintisini gormek veya videosunu izleyip o gun neler olmus diye hizlica bakmak isterseniz bana gore diger mobil internet sayfalarina gore kullanimi daha pratik ve ozgun. Internet hizinin artisiyla birlikte mobil kullanici sayisi kat be katina cikacak. Bu da simdiden grup icin onemli bir adim. Yeni medyayi yasaminin merkezine oturtmus yeni nesile odaklandiklarini gosteriyor.

Unutmadan, Al Jazeera Turk haber portali ile birlikte digital dergisini de eszamanli olarak yayina soktu. Aylik yayinlanan derginin ilk sayisi oldukca basarili. Icerigi zengin makaleler, roportajlar ve fotograflariyla bana Tempo ve Aktuel dergilerini hatirlatti. Al Jazeera Turk tablet simdilik ucretsiz olarak Apple Store'dan veya Google Plus'tan ucretsiz olarak indirilebiliyor.

Hulya Meral



TAKSİM GEZİ PARKI VE BİRİKİM

Ben bu yazıyı Londra’nın bir köşesinden yazarken dün geceden beri Taksim Gezi Parkı ile başlayan, parkın yerine AVM yapılmasını protesto eden ve protestoculara ‘sert’ şiddet uygulayıp biber gazı sıkan polisin ve buna ek olarak ortalığı duman eden provakatörlerin süregelen çatışması sürüyor. 



Polis müdaheleyi durdurduk dese de Başbakan’ın 3 gündür ikamet ettiği Dolmabahçe’deki konutunun semti Beşiktaş’ta, olaylar tüm hızıyla yayılmaya, körüklenmeye devam ediyor. Toma’lar halkın üzerine yürüyor, halk ise polise karşı kaldırım taşlarını söküp barikat kuruyor..


Gezi Parkı, dün akşamüstüne kadar, yani polis müdahalesinden önce, son derece sessiz bir parktı. Bir süre önce alınan Park’ın yıkım kararının açıklanmasından sonra, 2-3 aydır birkaç sanatçının ‘park’, ‘doğa’, ‘doğanın simgesi’ adıyla twitterda anımsattığı, birkaç doğa gönüllüsü sivil toplum kuruluşu ile parkın bir köşesinde sessizce yıkımın protesto edildiği ‘insancıl’ bir alandı.



Dün gece twitter’da ne var ne yok diye baktığım an, hele ki ‘Türk Baharı’ tümcesini gördüğüm an yıkıldığım andı. Özetle; polis protestoculara saldırmıştı, Taksim yerle bir olmuştu ama hiçbir televizyon kanalında görüntü ve haber verilmiyor, sadece Halktv ve bir Norveç kanalı canlı yayın yapıyordu. 



Sosyal medyada örgütlenen ve birbirinden haber alabilenler konuyla ilgili bilgi sahibi olabiliyordu. (Bir an George Orwell’ın 1984 kitabını anımsadım..) Elbette bir yığın asparagas haber de yayılıp durumu körükledikçe körüklüyordu.



Çıkan hengamede yakılan yıkılan dükkanlardan, biber gazından zarar gören çocuk ve yaşlılardan, görevini yapmaya çalışırken yaralanan basın mensubu arkadaşlarımızdan sosyal medya aracılığıyla haberdar olabildik.

Hürriyet Gazetesi fotomuhabiri Selçuk Şamiloğlu

Nitekim bugün itibariyle olaylar ve protestolar Hatay’dan İzmir’e, Ankara’dan Samsun’a Türkiye’nin pek çok şehrine ve Avrupa’ya yayılmış durumda. Son aldığım ve henüz teyit edemediğim habere göre polis yürüyüş yapanları ABD ordusunun Vietnam savaşı’nda kullandığı portakal gazı ile püskürtmeye başlamış.


Gezi Parkı ve birikim


Birkaç saat öncesinde Londra’da yaşayan Avrupalı, Ortadoğulu, Asyalı arkadaşlarıma Türkiye’yi, İstanbul’u, Taksim’i anlata öve bitiremezken ve gözlerinde canlandırdıkları bu büyülü resmi bir de yerinde görmeleri gerektiğini salık verirken, twitterda okuduklarımdan ve İngiliz televizyonlarını izledikten sonra yaşadığım hayal kırıklığını kelimeye dökmek çok zor.



Meselenin sadece Taksim’in göbeğindeki tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nın yıkılması ve yerine kurulacak AVM-Rezidans projesi olmadığı çok açık. Birincisi halk, son aylarda yersiz ve haksız yere konan ve kişinin kendi şahsını ve hayatını ilgilendiren yasaklara, Reyhanlı’daki kayıplara, çocukluğundan itibaren kutlayarak yetiştiği ‘resmi bayram’ların kutlanmasının yasaklanmasına, okul kitaplarından çıkarılan Atatürk resmi yerine konan Başbakan’ın fotoğrafına, resmi kurumların isimlerinin başındaki  T.C. ibaresinin kaldırılması ve tartışmalarına ve daha pek çok anlamsız uygulamanın bütününe tepkiliydi.



İkincisi; amaçları sadece parkın yıkımını protesto eden sessiz kalabalığın çadırlarının kaldırılıp, karşı çıkanlara biber gazı sıkılması ve ‘sert’ şiddet gösterilmesiydi. Bana göre ise referandum sonucundan bugüne kadar alınan tek taraflı kararlar sonucu biriken sabır taşının çatlamasıydı. Nasıl ki komşunuzun oğlu kardeşinizin yolunu kesip kardeşinizi dövdüğünde içinize yediremez, komşunun kapısına dikilir hesap sorarsınız, bugün Türk halkı da AKP’ye hesap soruyor..


İngiltere’de yabancı arkadaşlarımla ülkelerin siyasetinden konuştuğumuzda bana Avrupa’nın krizle savaşırken ve krizin yarattığı işsizliğin onları İngiltere’ye çalışmak ve iş bulmak için göçe zorladığını vurgularken, Türkiye’nin krizden hiç etkilenmediğini ve yükselen yıldızının gelecek vaad ettiğini söylüyorlar.


Konu günlük hayata geldiğinde, ülkemde yaşanan alkol yasaklarından, sosyal hayattaki kısıtlamalardan, medyanın istediğini söyleyemediği, yazamadığı bir ortamda gazetecilik yapmaya çalıştığından, %50 seçimle hükümet eden yönetimin ülkenin diğer %50’sini hiçe saydığından ve konservatif bakış açısıyla, kendilerine oy verenlerin fikirlerini ve bu kesimi memnun edeceklerini düşündükleri kararları aldıklarını ve bu temeli dine dayalı bir sistemle oturttuklarından bahsettiğimde gözlerinde başka bir Türkiye canlanıyor.


İtiraz noktası halkın kişisel hayatına müdahale edildiğinde başlıyor


Türkiye’nin ekonomik açıdan çok hareketli bir coğrafyada olduğunu, Ortadoğu’dan giren sıcak paranın ülke ekonomisini şaha kaldırdığını ve sürekli tüketen genç ve çalışan nüfusun sağladığı canlı ekonominin pek yok yabancı yatırımcının ilgisini çektiğini inkar edemeyiz. Ekonomi alsın yürüsün, buna kimsenin itirazı yok.


İtiraz noktası halkın kişisel hayatına müdahale edildiğinde başlıyor. Örnek üzerinden gidecek olursak, İngiltere’de David Cameron alkolün belli bir saatten sonra satışını yasak ediyor ama ‘istediğin mekanda gidip içebilirsin, bunun sorumluluğu mekan sahibinindir’ diyor. Başbakanımız ise bunu yanlış yorumlayıp, yanlış olduğunu düşündüğüm kararlara dönüştürüp apaçık kutuplaşmalara sebep oluyor.


Yine İngiltere’de halkın büyük çoğunluğunun zamanını geçirdiği parkların hiçbirine, mesela Londra’daki Hyde Park’a, Regents Park’a, Greenwich’e, St. James Park’a ne gerek var, yıkalım rezidans yapalım denmiyor. Rezidanslar şehrin merkezinde belli bir bölgede, şehrin siluetini bozmayacak şekilde inşa ediliyor. 

Regents Park- Londra
Oxford Street’teki mağazaları saymazsam Londra’nın göbeğinde AVM bile görmedim diyebilirim. Outlet centerlar da şehre 45 dakika uzaklıkta planlanmış. (Bizdeyse genellikle nerde konut varsa oraya birkaç AVM inşa edelim zihniyetiyle ilerliyoruz) Yeşil alan miktarı çarpıcı büyüklükte olmasına rağmen insanların sporunu yaptığı, köpeğini gezdirdiği, yeşilinde uzanıp kitabını okuduğu, güneşlendiği bu alanlara dokunma fikri hiçbir egoya, hırsa ulaşamıyor.

Olayları an be an izleyen yabancı basının yanı sıra politik çevrelerde de Türkiye dikkatle izleniyor. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın bugün twitter hesabından yaptığı açıklamada ‘Türkiye'deki yetkilileri itidale ve gelişigüzel biber gazı kullanmamaya çağırıyoruz’ denilerek "Her demokratik toplumda temel olan barışçı gösteri ve toplantı özgürlüğüne saygı göstermeleri" istendi.


Tüm bu birikim, bugün Taksim’de, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de ve İstanbul’un ve Türkiye’nin pek çok şehrinde iki gündür izlediğimiz olaylarla bütünleşti ve şimdi somut olarak önümüzde. ‘Üç maymun’u oynamak artık çok yersiz.



Kurtuluş savaşı’nı sırt sırta vererek birlikte kazanmış, bütün olmuş, ötekinin gücünden güç almış milli bir ruhun, bu kadar bölünebileceğine, kutuplaşıp sen-ben-öteki olabileceğine, inanmıyorum, inanmak istemiyorum. Bazı üslup bilmeyen siyasilerin bu kadar olay sonrasında twitterdan ‘sizi bir kaşık suda boğarız ama demokrasiye inanıyoruz’ gibi kendisine oy vermeyen %50’yi ötekileştiren, galeyana getiren söylemlerini çok seviyesiz buluyorum.


Ülke olarak tek sorunumuz yaşadığımız her sosyal ve siyasal sorunda oldu gibi karşılıklı oturup tartışma- konuşma zemini oluşturamamamız ve bir türlü hakkından gelemediğimiz ‘birbirimize karşı engellenemez önyargımız’..Ortak paydada buluşmak ve ‘birbirimizi anlamak’ yerine kapı komşumuza bile ‘öteki’ diye bir ‘merhaba’yı esirgememiz..


Taksim Gezi Parkı bir birikimin eyleme dönüşmüş haliydi ve bence Türkiye için bir dönüm noktası (turning point) idi. Dilerim bugünden sonra olanları sadece bir ‘park’ olarak algılamaktan vazgeçer meselenin aslına inip ekonomik istikrar kadar ‘halkın ruhi istikrar’ını sağlamaya yönelik doğru adımlar atarız.


Hülya Meral