HERKES BU KADINI DİNLİYOR !



Bana göre dünyanın en kötü müziği otobüste, minibüste, kampüste, sokakta, asansörde yanında duranın kulaklığından yayılan müziktir. Ancaaak bu fikrimi değiştiren biri var son günlerde. Jehan Barbur..
Yanımdan,sağımdan,solumdan geçen pekçok kişinin mp3'ünde bu ismin sesi son ses kulaklarımı şenlendiriyor.
İlk siyah-beyaz albüm fotoğrafını görmüştüm gazetede. Nedense tarzını Fransızlara benzetip burun kıvırmıştım. Radikal'de küçücük bir alanda ismini ve cismini görünce Radikalciler önerdiyse birşey vardır bu hatunda diyerek youtube'a girip dinlemeye başladım.
Tarzı neymiş bir bakalım, beğenirsem alırım cd'sini diye düşünürken (itiraf edeyim limewire kapanıp da ücretsiz müzik yükleme olayımız bitince kahroldum..:) ) kulağıma gelen sesin verdiği huzurla koltukta kıvrıldım, bıraktım kendimi O'nun dinginliğine, büyüsüne, sihrine..

İlk dinlediğim şarkısı "Dinlen bir nefes al" sahiden nefes aldırıyor. Dupduru sesin akışına bırakıp gidiyorsunuz kendinizi..


Sonraki dinlediğim şarkı "Neden". Yağmur sonrasının sakinliği gibi..Biraz hüzün kokuyor ama "yorgunluktan mı bu halim/ düşünmek bile zor" deyip sizi geri dönüp düşünmeye itiyor.

 

Sıradaki "Gidersen" idi. Klibindeki görüntüler İtalyan şarkıcı Nina Zilli'yi anımsatsa da sesin ve müziğin yumuşaklığıyla buluşunca tezatlık şaşırtabiliyor..

"Gidersen bana da bir dengini yolla" diyecek kadar lütufkar "Gideceksen durma" diyecek kadar cüretkar..


Hele bir "Öylesine"si var ki kendinizi Everest'in tepesine çıkmış, boşlukta sallanıyor hissediyorsunuz adeta. Sözlerin naifliğine bakınız.
 
İçimi avcuna döksem
Beni azıcık çözer miydin
Düşümü aklına katsam
Yemin tutsa kalbim
Beni sever miydin
Sonradan öğreniyorum ki "Hayat" ve "Leyla" şarkısıymış asıl dillerde dolanan. Dillerde dolanan dediysem radyolarda pek duyamazsınız Barbur'u.
Akustik sound ile kendine özgü bir tarzı var. Özellikle dımtıs müzik değil de yağmur cama vururken kahve kokusunu içinize çekip de kitabınıza daldığınızda çok keyifli gelebilir veya Taksim'deki bildik barlardan birinde, elinizde biranız, şarabınız canlı performansını izleyebilirsiniz. Takip etmek için http://www.jehanbarbur.com/ ziyaret etmeniz yeterli.
Kendi deyimiyle gidilen her yerden topladığı ve sürgülü naylon poşetlere doldurduğu sıvı, katı cisimleri var evinde. Kum, taş, cam, yazı, mürekkep, göz yaşı, pas, kahkaha, boya, yün, kıl, tüy, kir, koku..Yalın ayak, yalın akıl çıkılan bir akşamüzeri sefası..
1980 Beyrut doğumlu müzisyenin çocukluğu O daha 2 yaşındayken çıkan savaş sebebiyle zorunlu göç uğrayarak İskenderun'da geçiyor. Piyano çalınan, şarkılar seslendirilen, Fransız şansonları dinlenen bir evde büyüyor. Bilkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı mezunu. 6 yıldır İstanbul'da yaşıyor.
 
Bülent Ortaçgil ve Zuhal Olcay bu incinin günyüzüne çıkmasına önayak oluyor. Barbur, Gece Sesleri ve Sır Gibi dizilerinin müziklerini seslendiriyor. Şimdilerde "Hayat" adlı albümünün heyecanı ve hareketliliğinde.
Bir sergüzeştin eteğindeki taşları, çiçekleri, ıhlamur ağaçlarını, kırılmışlıklarını, coşkularını dinlemek isteyenler bu kadife sesi ıskalamayın..
Hülya Meral






























































































































































































































RÜZGARIN KANATLARINDA: BOZCAADA


Rüzgarın kanatlarında uçtum, gelincik şerbeti ile soluklandım, pencerelerinden üzüm salkımı, begonvil, zakkum sarkmış sokaklarında şarap tattım. Feribot iskeleden ayrılırken kendi kendime "üzülme, nasılsa artık bir ayağın burada olacak" dedim.
Uzun zamandır yapmayı planladığım Bozcaada gezim nihayet gelip çatmıştı, valizimi hazırlarken epey zorlandım. Bir haftanın bir diğer haftaya benzemediği, yazın 250- 300 gününü poyrazla bütünleşerek geçiren Bozcaada, ender yaz lodosundan sersemlemişse ne yaparım diye düşünüyor, kalın mı ince mi tercih etmeli karar veremiyordum. Ne çıkarsa bahtıma diyerek çıktım yola.


İstanbul- Çanakkale karayolunu takip ederek sabah 5.00’te Eceabat’a gelmiş, güneşin doğuşunu izleyerek sahildeki pastanelerden birinde fırından henüz çıkmış poğaçalar ve yeni demlenmiş çay eşliğinde kahvaltımı yapmıştım.


Ve nihayet arabalı vapurla Çanakkale’ye geçmek üzere yola koyulmuştum. Çanakkale’den sonra 1,5 saatlik bir yol katederek Geyikli İskelesi’ne gelecek, yaklaşık 35dk.’lık bir feribot yolculuğundan sonra adaya ayak basacaktım.


Benim izlediğim güzergah adaya ulaşım için ilk alternatif. Dilerseniz Yenikapı- Bandırma feribotu ile Bandırma’ya geldikten sonra Biga- Çan- Bayramiç- Ezine- Geyikli güzergahını takip ederek daha sakin ve daha yeşil bir yolculuk da gerçekleştirebilirsiniz. (220 km)


Adaya ulaşım 15 yıl öncesine kadar köhne çıkartma gemileri ile yapılıyorken 1995’te arabalı vapura geçişle birlikte daha konforlu ve düzenli hale gelmiş. 7- 8 saate adada olabiliyorsunuz.


Feribot yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Adaya olabildiğince üstten bakmak için kaptana ait üst güverteye çıkmış, gittikçe yaklaşan kara parçasını nefesimi tutmuş izliyordum. Mitolojiye, biraz da tarihe ilgisi olanlar beni anlayacaktır. Homeros’un, Troya’nın geçtiği topraklardı az sonra ayak basacağım.


Troya Savaşı’nda Yunan donanmasının saklanıp hileye başvurarak tahta atı bıraktığı yer, 3.000 yıl sonra Çanakkale Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız gemilerine sığınak olmuştu. Kimler gelip geçmemiş ki adadan.. Cenevizliler, Venedikliler, Bizanslılar, Osmanlılar..


Az önce ufukta görünen Bozcaada Kalesi’ne bakarken kalenin zengin geçmişi gözlerimin önüne geliyor, üzerinde yaşayan medeniyetlerin bıraktığı izleri hayal etmeye çalışıyordum. Tüm bu halklara barınak olan ve yüzyıllarca güvenliği sağlayan bu ihtişamlı kale uğruna nice halklar seferlere çıkmış, yoğun mücadeleler vermişti.


Kalenin önünde 600 yıl önce oturup güneşi batıran cengaverlerin yerinde bugün, oturup soluklanabileceğiniz küçük çay bahçeleri vardı. Bir zamanlar asmalı bir kapıyla girilen kaleye şimdi sabit bir köprü üzerinden giriliyordu.

İçinde yıllar önce Türk ahalinin yaşadığı ve iki caminin olduğu kale içi, şimdi neredeyse bomboştu sadece ada çevresinden çıkarılan amforalar ile çok sayıda mezartaşı ve tarihi eser sergileniyordu.
Kuyruklu piyanoya benzeyen ada

 

Ada’nın kuzey yönü olağanüstü görüntüsüyle Gökçeada ve Çanakkale Boğazı’na, güneydoğusu masal gibi mavisiyle Assos, Midilli ve Edremit’e bakıyor. Şemsettin Sami’nin deyimiyle üstten bakıldığında kuyruklu piyanoya benzeyen Bozcaada, Gökçeada (eski adıyla İmroz) ve Marmara Adası’ndan sonra 3. büyük ada ve köyü olmayan tek taşra ilçesi. Yüzölçümü 40 km, sahil şeridi 34 km.

İskele Caddesi’nden meydana doğru yavaş yavaş yürüdüğünüzde duvarları üzüm salkımlarıyla süslenmiş rengarenk cafeleri, öğlen sıcağında meydandaki çay bahçesinde serinlemeye çalışan ada halkını görüyorsunuz.


Adanın merkezi halk arasında ikiye ayrılıyor. Sağa tarafa doğru yürüdüğünüzde Cumhuriyet (Rum) Mahallesi, sol taraf Alaybey (Türk) Mahallesi ama böyle ayrıldığına bakmayın. Her iki halk da yıllardır barış içinde yaşamış, birbirine kız alıp vermelerle, bayramlarda gelip gitmelerle, çocukken oynanan oyunlarla ortak bir barış kültürünü yerleştirmiş ve bu gelenek hiç bozulmadan yıllarca süregelmiş. Bu açıdan da örnek bir kültüre sahip.


1455’te Osmanlı egemenliğine giren adada Hristiyanlıkla Müslümanlık, Rumca ile Türkçe ilk kez birarada barış içinde yaşamaya başlamış.

Nüfus, savaş ve anlaşmalarla bir inip bir çıkmış. Pek çok ada sakini istemeye istemeye burayı terk etmek zorunda kalmışsa da nüfus sabitlenmiş, şimdilerde 2.000 dolaylarında seyrediyor.
Her ev ayrı bir sanat eseri


İlk durağım şirin lokantaların ve cafelerin, her biri ayrı bir sanat eseri evlerin önünden yürüyerek bulduğum Rum mahallesindeki Rengigül Sanat Galerisi oldu.

Sahibi Özcan Hanım yaklaşık 30 sene önce adaya gelmiş ve kendi deyimiyle ilk bakışta aşık olmuş. Randevusuz gitmeme ve gerçekleştirdikleri workshopu bölmeme rağmen son derece anlayışla karşılayarak galeriyi ve bahçesini gezmemi sağlayan Özcan Hanım her noktaya ayrı bir renk katmış..


Belirli tarihlerde resim, fotoğraf ve heykel sergileri açıp sanat sohbetleri yapılan galeride pansiyon hizmeti de veriliyor. Rengigül’de yer bulmak biraz zor olsa da görmeden ayrılmayın derim.

Ardından hemen ilerisindeki, ününü önceden işittiğim Ada Cafe’de gelincik şerbeti içmek istedim. Soluklanırken 1999’da adada çekilmiş Güle Güle ve Eylül Fırtınası filmleri geldi aklıma. Şöyle bir bakınca sinema dekoru içinde dolaşıyor gibi hissettim. Tam bir panorama. Ne şans!


Üzüm ve bağcılık olmazsa Ada da olmaz

Ada Cafe’den biraz kıvrılınca kulağıma gelen bir fısıltıyı takip edip bu yıl mahsülü iyi olması beklenen Çamlıbağ Şarapevi’ne doğru ilerledim.
Sahibi Haşim Yunatçı kimya mühendisi. 500 yıl boyunca adada Türkler ve Rumlar barış içinde yaşıyor olmasına rağmen şarapçılık dinsel nedenlerden dolayı yıllarca Rumların tekelinde kalmış.
Haşim Bey’in dört kuşak önceki dedesi 1925’te bir Rumdan aldığı imalathanede ilk müslüman olarak şarap üretmeye başlamış ve şaraplarının ünü bu zamana kadar gelmiş.
Haşim Bey’in önerdiği birkaç şarabı tattım ve hem kendime hem arkadaşlarıma satın almayı ihmal etmedim. Elbette sadece burasıyla sınırlı değil, çevre sokakların her birinde farklı kalitelerde çeşitli şarapları tatmak ve satın almak mümkün.


Bağcılık adanın olmazsa olmaz geçim kaynağı, kıtlık ve savaş zamanlarında başka bitkiler yetişirmeyi de denemişler ancak bu iklime ancak üzüm dayanabilmiş.

Pek çok çeşidin yanısıra özellikle “çavuş üzümü” yörenin emsalsiz mahsüllerinden. Olgunlaşmasını rüzgara borçlu bu üzüm, 100 yıllık geçmişe sahip.
Eski yerleşiklerin söylediğine göre İtalyanların “prenses”i, olgunlaştığında iri, kütür kütür olurmuş ve pek nazlıymış, beklemeye tahammülü yokmuş, 2 haftada tüketilmezse pörsür çöpe gidermiş.

Begonvillerle, zakkumlarla, akşamsefalarıyla coşmuş pencereler
Sokaklarında dolaşmak biraz yormuştu ama begonvillerle, zakkumlarla, sardunyalar ve akşamsefalarıyla coşmuş pencereleri fotoğraflamak, buraların havasını teneffüs etmek ve ada halkıyla sohbet etmek daha ağır basıyordu.


Bozcaada’nın enteresan tarafı uzaktan baktığınızda ağaçsız ve bozkır gibi görünüyor ancak ayağınızı bastığınız an sizi içine alıyor, sokaklarında dolaşıp sindirdikçe o da sizi benimsiyor, batıya ve güneye doğru gittikçe çeşitli tonlardaki mavisiyle buluşturuyordu sizi.


Bağ yapraklarına sarılmış çiğ dolma, patatesli kalamar yahnisi iştah kabartıyor


Nihayet acıkmıştım ve dört tarafı deniz olan yerde burnum beni nereye götürürse onu takip ediyordum. Adada mevsimine göre karagöz, mercan, levrek, sinarit, barbunya, kefal, istavrit, uskumru olabiliyormuş. Benim tercihim Şehir Restoran’da karides güveç, yengeç bacağı ve lezzetine doyamadığım, yediğim balık kadar lezzetli acılı ezme, sabah toplanan yaprağa sarılmış dolma ve patlıcan salatası oldu. Restoranın mutfağında yeni tutulmuş deniz börülcesi ayıklanıyordu ama zaman sıkıntım olduğu için artık bir sonraki gelişime diye iç geçirdim..


Limanda 3.neslin işlettiği 40- 50 senelik balıkçı lokantaları da mevcut ancak isimlerinin ün yapmış olmasından olsa gerek biraz pahalı. Önerim, onlar kadar mütevazı ama henüz isim yapmamış lokantaları denemeniz. Daha bol porsiyonları daha uygun rakamlara yine aynı kalitede tadabilirsiniz.


Balığın yanında bağ yapraklarına sarılmış çiğ dolmayı her yerde bulabilirsiniz. Patatesli kalamar yahnisi de yine iştahınızı kabartan bir tat olabilir. Bir adalıdan öğrendiğim detay, evlerde yapılan mantı kıyma ile değil, pirinçle, bulgurla veya cevizle harçlanıyormuş. Yokluk ve yoksunluk dönemlerinden kalma bir yaratıcılık diyor konuştuğum kişi. Bulabilirseniz ilginç bir lezzet olabilir.

Börülceden kuzukulağına her çeşit bitkiyi bilen ada kadınları oldukça maharetli
Bozcaada’da nerdeyse herşey zeytinyağı ile pişiriliyor. Yemekler etten çok sebze ağırlıklı. Sarımsaklı- sirkeli börülcesi ve salamurası dillere destan. Ada’nın erkekleri balıkçılıkta ne kadar uzmansa kadınları da yabanıl otlarda o kadar maharetli. Sabahın serininde kalkıp mantar, kuzukulağı, labada, yumurtaotu, ebegümeci, eşekotu, gelincik, şevketibostan toplamaya çıkıyorlar. Özellikle Rum kadınların hindiba ve ısırgandan yaptığı zeytinyağlılar rastgelirseniz denenesi.


Bu kadar yedikten sonra yediklerimi eritmeye gelmişti sıra. Elimdeki Bozcaada haritasına bakarak adanın kalan diğer yüzünü de keşfe koyuldum. Bu haritalardan adanın muhtelif yerlerinde bulabilirsiniz, son derece açıklayıcı.


Araba ile 10 km güneye ilerlediğimde olanca sakinliği ve duruluğuyla Ayazma Koyu çıkmıştı karşıma. Burası adanın en popüler ve sezonda en kalabalık koyu. Yunanca "hagiasme" kelimesinden gelen Ayazma, kutsal su anlamına geliyor.
Türkiye’nin birçok bölgesinde doğal su kaynaklarının olduğu yerlere bu isim veriliyor. Gençlerden oldukça rağbet gören Ayazma tepelerinde özellikle gün batımında, denize bakan manzaraya karşı bir ağaca yaslanarak oturmanın ve bir kadeh şarap içmenin keyfine doyum olmadığı söyleniyor. Buradaki çeşmeden bir kez su içenin artık adalı olacağına dair bir efsane de anlatılanlar arasında.

Manastırdaki dilek mağarasında mum yakıp adak adanıyorAyazma’da 36 manastırdan 2 manastır bugüne kadar dayanabilmiş. Bunlardan biri Rum Ortodoks cemaate ait. Biraz unutulmuş ve bakımsız kalmış olsa da 26 Temmuz’da kutlanan Rumların Aya Paraskevi günü oldukça hareketleniyormuş. Kalabalık bir grubun Ayazma’da toplanıp eğlendiği bu güne halk arasında Ayazma Panayırı deniyor.

 
Manastırın alt kısmında bir dilek mağarası var. Ziyaretçiler burada mum yakıp adak adıyorlar, taştan ve çalı çırpıdan dileklerini sembolize edecek şekiller yapıyorlar. Mağaranın içindeki üst üste dizilmiş taşlar, hayallerdeki ev ve arabaları anlatıyor. Şu ana kadar dilek dilemediğim ağaç kalmadı ama buraya kadar gelip de dilek dilememek olmazdı..:)


Plajda henüz sezon açılmamıştı ancak kıyıdaki lokantalar çoktan bu sezon gelecek misafirleri için hazırlık yapmışlardı. Temmuz ve Ağustos’ta Ayazma’da su oldukça soğuk oluyormuş, Eylül’le birlikte ısınıyormuş ama ben dayanamadım ayaklarımı soktum. Deniz benim için önemli diyenlerin bu tarihte adayı ziyaret etmesini salık veririm, sahiden serindi.

Ayazma’nın biraz ilerisindeki Sulubahçe ve daha ilerideki Habbele koylarında da denize girilebilir. Habbele’nin denizi kadar sakinliği de huzur verici. Tuzburnu, Çayır, Ova, Mermerburnu Mevkii de dalgasız, pırıl pırıl suyu ve kumuyla akvaryumda denize giriyor hissini yaşamanız için ideal diğer koylar.


Yeldeğirmeni yerine rüzgar santrali
Habbele plajında ayaklarımı biraz denize sokup serinledikten sonra eşsiz günbatımını yakalamak için adanın batısına, Polente Feneri’ne doğru ilerledim.

Gelmeden önce incelediğim kitaplardaki XX. yy.’ın başlarında çekilmiş fotoğraflarda yeldeğirmeni görünüyordu ancak şimdi gidip gördüğümde yerine rüzgar santrali yapılmıştı.


Rüzgar ve elektrik üretimine ilişkin büyük çaplı enerji yatırımları için önemli bir "cazibe merkezi" olan Bozcaada Türkiye'nin en çok rüzgâr alan bölgelerinden. Özel sektör tarafından yap- işlet- devret statüsüyle kurulmuş santralin girişindeki mühendislerden aldığım bilgiye göre 17 adet türbin yılda 35 milyon kilowat saat elektrik üretiyor. Aynı enerjiyi üretecek bir kömür santraline göre türbin başına 82.000 ağaca eşdeğer oksijen tasarrufu sağlanıyor.

Türbinlerin sadece bir tanesi adanın enerji ihtiyacını karşılamaya yetiyor, geri kalan da karşı kıyılardaki yerleşim yerlerine denizaltından bağlanıyor.


Polente Feneri’ne günbatımı turları
Rüzgar güllerinin ilkinin önüne gelip fotoğraf çekebiliyorsunuz ancak daha fazla ilerlemek yasak. Sebep olarak rüzgar güllerine sprey boyayla yazı yazılması gösteriliyor ancak ziyaretçiler rüzgar güllerinin aşağısındaki Polente Feneri’ne giderek günbatımını seyretmek için alternatif bir yol bulmuşlar bile. Hatta arabası olmayanlar için “Gün Batımı turları” da düzenleniyormuş.


Rüzgarın kanatlarında güneşi batırdım
Bölgede inanılmaz bir bitki çeşitliliği hakim. Yürüdükçe burnumu mest eden ıtırlı yabani kekik kokuları rüzgarla birleşip etrafa bir koku fayihası salıyordu. Nihayet bu büyüleyici anın tadını çıkararak alternatif yoldan Fener’e yakınlaşmayı başarıyorum. Güneşin usul usul kendini çekişini, rüzgarın kanatlarında büyük bir keyifle izliyor, yapay ışığın olmadığı bu etkileyici atmosferi unutmamak üzere zihnime kaydediyordum.


Eminim Bozcaada’ya bir sonraki seyahatim çok uzak bir zamanda olmayacak..
Hepinize bol seyahatli, keyifli günler..
YAPMADAN AYRILMAYIN
1- Adadan ayrılmadan meydandaki domates reçeli satan dükkanlardan alışveriş yapmayı unutmayın. Daha çok Rum ailelerin misafire çıkardığı ve soğuksu ile veya erik konyağıyla bir seramoni halinde sunulan reçelin içinde taze badem var. Yapılışı epey zahmetli. Domates soyulup kireç kaymağında bekletiliyor, suyu sıkılıp bademleniyor ve en sonunda şerbetlenerek kavanozlara dolduruluyor. Mis gibi bir kokusu var, tadı ayva ile erik karışımı, kahvaltılarınız için alternatif olabilir.


2- Şayet haftaiçi adadaysanız Çarşamba günleri kurulan Ezine pazarını ıskalamayın, tam kalenin önünde kuruluyor. Ezine peyniri ve zeytinin yanısıra taze, çeşit çeşit sebze bulabilirsiniz burada.


3- Adayı bisiklet kiralayarak da dolaşmanız mümkün ancak yürüyerek daha çok tadını çıkarabilirsiniz.

"İnsan bir yere -adaya, kente, dağa aşık olabilir mi?
Eğer olabilirse bizimki ilk bakışta aşktı. "
Adaya ilk kez eşi ile 1988’de gelen Bozcaada aşıklarından gazeteci- yazar Haluk Şahin, “İnsan bir yere -adaya, kente, dağa aşık olabilir mi? Eğer olabilirse bizimki ilk bakışta aşktı.” diyor.


Bozcaada’da insanın takvime ihtiyacı olmadığını dile getiren Şahin “Adanın doğasını iyi tanıyan biri, şöyle bir çevresine bakınarak, havayı koklayarak, seslere kulak vererek hangi ayın hangi haftasında olduğumuzu size söyleyebilir. Bağları görmese bile, çiçeklere, otlara bakarak..Pembe, kırmızı, mor anemonlar mı yayılıyor tepelerde, ilkbaharın başındayız demektir. Diyelim Mart’ın ikinci haftasında..Havada “kum zambağı” kokusu mu var, Ağustos’un ilk haftasıdır, yaz adamakıllı olgunlaşmıştır” diyerek adayla ne kadar içiçe yaşadığını her daim dile getiriyor.


Yazı ve Fotoğraflar: HÜLYA MERAL
https://twitter.com/hulyameral