harem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
harem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İSTANBUL'UN ÜÇ DEV HAZİNESİ



Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Ayasofya


Ne zaman İstanbul’da gözüm yıkık surlara, yüksek korunmalı saray duvarlarına, yalılara, çeşmelere, kiliselere veya camilere takılsa aklıma 600 yıllık Osmanlı tarihi gelir.


Olaylar, savaşlar, sultanlar bir bir film şeridi gibi geçer zihnimden. Tam da tarihin tozlu sayfaları arasında gezerken dört asır önce Fatih Sultan Mehmet zamanında inşa edilmiş Topkapı Sarayı’na, Bizans imparatoru Justinyen tarafından inşasına başlanmış, yıllar içinde cami ve kilise olarak kullanılmış Ayasofya Müzesi’ne ve içinde yüzlerce önemli tarihi eseri barındıran İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne düştü yolum bu sefer.

 

Sarayburnu’ndan Gülhane Parkı’na doğru ilerleyip sağa yukarıya kıvrılarak ulaştığım İstanbul Arkeoloji Müzesi ilk durağım.

Kuruluşunda Kaplumbağa Terbiyecisi ve Çinili Köşk’teki Tavuslu Çeşme tablosuyla dünyaca üne sahip olan ressam, yazar, müzeci, arkeolog Osman Hamdi Bey’in büyük gayretleri olan müze, batılı bir anlayışla oluşturulmuş. Arkeoloji Müzesi, Çinili Köşk ve Eski Şark Eserleri Müzesi olmak üzere 3 binadan oluşan alanı gezmeye koyuluyorum.

ARKEOLOJİ MÜZESİ



Müzedeki eserler son derece kıymetli Helenistik, Roma, Bizans dönemlerine ait. Eserlerin bazıları şimdiki Lübnan’ın başkenti Beyrut’un güneyinde bulunan Sayda’daki kazılardan getirilmiş. Bu kazılarda bulunan ve müze binasının genel görüntüsünü yansıtan mimariye sahip lahitler, kendi türlerinde dünyanın en güzel eserlerinden. 

Ağlayan Kadınlar Lahdi

Osman Hamdi Bey 1887’de Lübnan’daki Sayda kentinde yaptığı kazılarda Ağlayan Kadınlar Lahdi, Sayda Kralı Tabnit’in Lahdi, İskender Lahdi gibi eserleri günışığına çıkarıyor. Bu eserlerin günümüze kadar ulaşması ve yurdumuzda kalabilmesi Osman Hamdi Bey’in kişiliği ve gayretleri sırasında olmuş.


Aynı dönemlerde Truva Hazineleri yurtdışına kaçırılmış, Bergama’daki ünlü Zeus Tapınağı parçalar halinde Almanya’ya taşınmış. Böyle bir ortamda eserlerin korunması için kanun çıkaran Osman Hamdi’nin, Sayda’da bulunan eserlerin İstanbul’a getirilişi sırasında eserler denize düşmesin ve iyi korunsun diye lahitlerin içinde oturması ve kendisini gemiye bağlatması eserlerin önemini daha iyi açıklar.
 

Hatta Alman imparatoruna hediye edilmek üzere İskender Lahdi’nin Almanya’ya taşınması istenince Osman Hamdi Bey müzede, İskender Lahdi’nin içinde yatıp kalkmaya başlamış ve eserlerin yurtdışına çıkmasını engellemeye çalışmış.



Kendisi ölmeden lahdin yurtdışına çıkarılmasına izin vermeyeceğini büyük bir medeni cesaretle söyleyen Osman Hamdi böylelikle gelip geçici dostluklar ya da doğulu cömertliği uğruna böyle bir eserin yurtdışına çıkışını önlemiş.

İskender Lahdi’ndeki insan ve hayvan anatomileri


Sayda lahitlerinin bulunduğu salonda Osman Hamdi Bey’in kazı çalışmalarıyla ortaya çıkan ve M.Ö. 300’lerde yapıldığı tahmin edilen dünyaca ünlü İskender Lahdi bulunuyor. İki heykeltıraşın elinden çıkmış bu olağanüstü eserin savaş ve barışı anlatan büyük yüzlerinden birinde Yunanlılar ile İranlıların (Persler) savaşı kabartmalarla anlatılıyor.


İskender Lahdi

Lahitin sol tarafında, başına Herakles sembolü olan bir aslan postu giymiş Büyük İskender bulunuyor. İskender’in bindiği atın göğsüne bir ok saplanmış ve at şaha kalkmış. Diğer uzun yüzde ise aslan ve geyik avı betimlenmiş.

Lahdin dar yüzlerinden birinde bir savaş ve alınlık bölümünde de yine çatışma sahnesi yer alıyor. Diğer dar yüzde ise pars avı kabartmalarla canlandırılmış. İnsan ve hayvanların anatomileri oldukça ilginç.  


Ağlayan Kadınlar Lahdi’nde ise üzerinde savaşa giden eşlerinin arkasından ağıt yakan kadınların kabartmaları bulunuyor. Bu lahitlerden başka Satrap Lahdi, Tabnit Lahdi, Likya Lahdi gibi eserleri de görebileceğiniz müzede Troya, Trakya, Kıbrıs, Gordion gibi yerlerden gelen eserler de sergileniyor.

 

ÇOCUK MÜZESİ

 

Çocukların yararlanması için oluşturulan Çocuk Müzesi’nde yazının icadı, çanak çömlek yapımı, paranın icadını anlatan bölümün yanı sıra ünlü Truva Atı’nın büyük bir maketi de yer alıyor. Son yıllarda çekilen Truva filmleri nedeniyle bu atın etrafında dolaşan çok sayıda çocuk görebiliyorsunuz.

 

ÇİNİLİ KÖŞK

 


Fatih Sultan Mehmet tarafından 1472’de yapılan köşkün eyvan halindeki kapısının önünde on dört mermer sütun yükseliyor. İki kanatlı kapının yarısından yukarısı bütün metal, kemer içleri ve yanları tamamen mozaik çinilerle kaplanmış.





Binanın iç ve dış çinileri çok güzel bu nedenle Sırça Köşk de deniyor. III. Murat köşkün ikinci katına su getirtmiş ve dolap gibi bir yere çeşme yaptırtmış. Tavuslu Çeşme denen çeşmenin karşısında Osman Hamdi Bey’in yaptığı Tavuslu Çeşme’yi gösteren tablo yer alıyor.


ESKİ ŞARK ESERLERİ MÜZESİ


Bu bina 1883’te Güzel Sanatlar Akademisi olarak açılmış. Osman Hamdi binayı İstanbul Erkek Lisesi’nin, Pera Palas’ın ve pek çok yalının da mimarı olarak da bildiğimiz sanatçı Alexandre Vallaury’ye yaptırmış.




Arabistan’dan, Mısır’dan, Mezopotamya’dan getirilen zengin ve değerli eserlerin bulunduğu müzede, Sümerlerin keşfi çiviyazısıyla yazılmış dünyanın en eski yazılı kanunu olan Hammurabi Yasası’ndan kutsal evlenme törenine, en eski aşk şiirinden mal satın almaya kadar pek çok tablet bulunuyor.

 
Yazılı belgeler arasında dünyanın en eski devletlerarası anlaşması olarak kabul edilen Kadeş Antlaşması’nı da görebiliyorsunuz.


Mumyalar



Mısır’dan getirilmiş mumyalar ve cenaze alayını tasvir eden papirus örnekleri ve diyorit heykelleri de yine görebileceğiniz eserler arasında.
Papirus





Müzede dünyanın en eski para koleksiyonlarından biri de bulunuyor. Dünyada parayı ilk bulan Lidyalılar’ın parasını, binlerce Bizans, Roma parası ile İslam devletlerine ait paraları, Selçuklu ve Osmanlı paralarını da görebiliyorsunuz. Dünyanın Yedi Harikası”ndan biri olarak bilinen ‘Babil’in Asma Bahçeleri’yle ilgili bölüm de ilginizi çekebilir.


TOPKAPI SARAYI





Topkapı Sarayı’na henüz gitmeyenleriniz varsa çok şey kaçırdığınızı belirtmeliyim. 400 yıllık tarihe tanıklık etmiş saray ve dolaşmakla bitmeyen bölümleri sizi tarihe yolculuğa çıkaracak, yüzyıllarca kullanılan paha biçilmez saray eşyaları, duvar ve tavan süslemeleri, çinili Harem duvarları arasında kendinize dönemin ruhunu tatma imkanı vereceksiniz.






Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra 1460- 1478 yılları arasında yaptırdığı, ülkeye ilk defa organize olmuş devlet sisteminin gelmesini sağlayan saray, 19. yy’a kadar padişahların ve eşlerinin yaşadığı ve devletin yönetildiği yer.




Bu sebeple her padişah zamanında yeni bir köşk, havuz, çeşme, mutfak, kütüphane, bahçe ve iç avlu eklenerek büyüyen saray, gitgide karmaşık bir yapıya bürünüyor ve 700 bin m2’lik bir alanı kaplar hale geliyor.


Olağanüstü güzellikteki manzaraya sahip sarayın manzarasını anlatmak için, karşı kıyısındaki M.Ö. Kalkedon ismiyle bilinen Kadıköy bölgesine yerleşenlere ithafen ‘körler ülkesinin karşısına kurulmuş şehir’ denildiği söylenir.
 


Üç bölümden oluşan saraya Sultanahmet Meydanı’ndaki Babıhümayun (saltanat kapısı) Kapısı’ndan giriyorum. Güçlülük, ululuk, yücelik ve iyiliği ifade eden Babıhümayun’un sağ üst tarafına yazılmış ‘Zor duruma düşen her mazlum buraya sığınabilir’ cümlesi sarayın herkese açık olduğunun göstergesi. Kapının girişinde 18. yy yapımı bir anıt çeşme bulunuyor.



Babıhümayun ile Babüsselam denen yere ‘birinci yer’, diğer adıyla Birun deniyor. Yabancı elçilerin kabulü ve padişahın tahta çıkışı gibi önemli devlet törenlerinin yanı sıra yeniçerilerin görkemli ulufe dağıtım törenlerinin yapıldığı alan burası.


Meydandan ilerleyince Babüsselam’ın hemen önünde sol tarafta yaklaşık 50 cm yüksekliğindeki Binek Taşı’nı görüyorum. Saraya gelenler burada atlarından inip yaya olarak içeri girerlermiş. Padişah dışında kimse buradan at sırtında geçemezmiş. 
 

İki tarafında üzerleri külah gibi çatıyla örtülü iki gösterişli kule bulunan Babüsselam (selam kapısı) Kapısı’ndan geçip içiçe iki kapı olarak yapılan ve iki yanında II. Mustafa’nın tuğrası ve tuğraların altındaki kasidelerin bulunduğu ‘kapı arası’ndan geçiyorum. Babüsselam ile Babüssaade (Saadet kapısı) arasındaki ‘ikinci yer’e geliyorum.




180 metre uzunlukta 130 metre genişlikteki ikinci yerde bayram alayları merasimi yapıldığı için buraya Alay Meydanı da deniyor.


 
Babüsselam’dan içeri girildiğinde sağ tarafta namazgah ve saraya ait eşyaların sergilendiği Dolap Ocağı bulunuyor. Namazgahın ön tarafındaki revakların arasında Fatih Sultan Mehmet tarafından 4 adet yapılan sonra saraydaki görevlilerin sayısı artınca Kanuni Sultan Süleyman tarafından 6 kubbe daha eklenen toplam 10 mutfak bulunuyor. II. Selim zamanında yangın sebebiyle zarar gören mutfaklar Mimar Sinan tarafından onarılmış ve o dönem 20 konik baca eklenmiş.



Osmanlı’da mutfağa ayrı bir önem veriliyor. 1.100 kişiden fazla görevlinin çalıştığı mutfaklarda şerbetçisinden çorbacısına onlarca maharetli insan çalışmış. Sıradan günlerde güneş doğmadan çalışmaya başlayan sarayda yaklaşık beş bin kişi yemek yer, bayram veya zafer kutlanıyorsa bu sayı 15 bin kişiyi bulurmuş. Ramazan ayının 15. günü saray mutfağında baklava yapılır, baklava alayı düzenlenirmiş.
 
Mutfaklarda günümüzde Çin, Japon ve Avrupa porselenleri ile yerli ve yabancı gümüş işleri, Türk cam porselen işçiliğinin güzel ürünleri teşhir ediliyor. Hükümdara verilen yemeklerde zehir olup olmadığını belli eden tabaklardan, göze yakınlaştırıp ışığa tutulduğunda içinde bülbül gözü şeklinin görülebildiği cam eşya sanatı çeşmibülbüllere kadar pek çok eşya bulunuyor.
Cam sanatı 16. yy’da Venedik’te ortaya çıkmış. Bir Mevlevi şeyhi İtalya’da öğrenip bu cam sanatını ülkemize getirmiş. III. Selim zamanında Beykoz’da kurulan imalathanelerde çeşitli eserler üretilmeye başlanmış.

Padişahın Yemek Adabı

Padişahın mutfağı güneş doğmadan çalışmaya başlar. Çünkü padişah erkenden kalkar ve onun için herşey hazır olmalıdır. Padişah yemek istediği zaman kapıağasına söyler o da bir hadım göndererek aynı emri sofracıya iletir.


Sofracı da yiyecekleri hazırlar ve tabak tabak padişahın masasına getirir. Padişah Türk yöntemine göre oturur yani dizlerini kavuşturur, elbisesini korumak için önüne bir peşkir konur, bir ikinci peşkir sol koluna konulur ve bununla ağzını ve parmaklarını siler.


Sofra örtüsü yerine kullanılan bir Bulgar derisi üstünde birkaç tür ve çok güzel ve her zaman taze beyaz ekmek vardır. Padişah çatal ve bıçak kullanmaz.


Önüne her zaman iki tane tahta kaşık konulmuştur. Bunlardan bir tanesi çorba içmek için, diğeri ise susuzluğunu gidermek için çeşitli meyvelerin limonsuyu ve şekerleri karıştırılması suretiyle yapılan hoşafları içmek için kullanılır. Padişah yemek bitince bir leğen içinde değerli taşlarla süslü bir ibrik kullanılarak ellerini yıkar.
Meydanın hemen karşısından Enderun kapısı olan Babüssaade’ye, sol taraftan Kubbealtı denilen Divan-ı Hümayun’a gidiliyor.


Divan-ı Hümayun


Babüsselam’dan girildikten sonra sol tarafta Kubbealtı’na gidilen yolda üç tane selam taşı bulunuyor. Bu kapıdan giren herkes padişahın ve divanın bulunduğu yere geldiği için selam çavuşuna selam verip içeri girermiş. Selam taşlarının sonunda toplantıların yapıldığı Divan- ı Hümayun’a geliyorsunuz.




Kubbealtı’nın önünde tavanı süslü, uzun ve geniş bir saçaklık var. Etrafı çok güzel işlenmiş demir parmaklıklarla çevrili. Padişahlar önceden Divan toplantılarına katılırmış ancak bir gün Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna çıkan biri toplantıda bulunanlar arasından padişahı seçemeyip ‘içinizde hanginiz padişah’ diye sorunca bu olay üzerine Sultan, divan toplantılarına katılmama kararı almış.
 


Sultan Mehmet ve sonra gelen padişahlar divan toplantılarını Adalet Kasrı denen demir parmaklıklı, siyah perdeli pencereden takip etmişler. Padişahın demir parmaklıklara vurması görüşmelerin hemen kesilmesi ve sadrazamın padişahın yanına hemen çağrılması anlamına gelirmiş.



Dil, din, milliyet ayırmaksızın herkes divana katılabilir, derdini anlatabilirmiş. Divan toplantıları yapıldığı zaman ulufe (maaş) almak için toplanan galebe divanına katılanlara çorba, pilav, zerde verilirmiş. 

Yeniçerilerin çorbayı içmemesi istekleri olduğunu gösterir, çorbayı içmeleri Yeniçeri Ocağı’nın devletin kurallarına, akidelerine bağlılığının alameti sayılır, yeniçerilere şeker dağıtılırmış. Akide şekeri ismini bu törende dağıtılan şekerden aldığı söylenir.

 

Divan-ı Hümayun’dan çıkıp Babüssaade (saadet kapısı) Kapısı’na yani Harem’e giden kapıya geliyorum. Birun ile Enderun bölümlerini ayıran Babüssaade’de Osmanlı’daki tek resmi bayram olan padişahın tahta çıkış gününde bayramlaşılır, tahta çıkma merasimi bu kapı önünde yapılırmış.


Sarayburnu’ndan, Yedikule’den, Kız Kulesi’nden ve Hisarlar’dan toplar atılarak yeni padişahın tahta çıkışı duyurulurmuş. Babüssaade önüne taht kurulur padişah tahta oturduktan sonra başına ‘yusufi’ denen sarık ve sorguç giydirilir, sırtına ‘kapaniçe’ adlı mücevher ve büyük yakalı kürk giydirilirmiş. Görevliler padişahın sağında ve solunda yerlerini aldıktan sonra şeyhülislam gelip padişaha biat eder ve dualar okurmuş.


Ayasofya, Şehzade, Süleymaniye, Sultanahmet Camilerinde sala verildikten sonra biat merasimi tamamlanır, ölen padişahın cenazesi Harem’den çıkarılarak mermer sütunlu revakların altında din görevlileri tarafından yıkanırmış. Yeni hükümdar Arz Odası kapısı önünde cenazeyi selamladıktan sonra cenaze devletin ileri gelenlerinin elleri üzerinde orta kapıya kadar götürülür. Babüsselam’dan sonra padişahın tabutu türbesine kadar taşınırmış.


Enderun



Babüssaade’den sonra girilen yer Enderun. Burası resmi sarayın dışında kalan özel bölümlerden oluşuyor. Acemi oğlanların zeki ve yakışıklı olanlarından yetenek sınavıyla seçilenler Enderun’da yetiştirilirmiş, bu sebeple buraya Enderun Mektebi denmiş.


Sarayda eğitim görmüş Harem’deki kadınlar Enderun’dan yetişenlerle evlendirilirmiş böylece uzak yerlerde üst düzeyde görev alanların herhangi bir yerde yerli halktan biriyle evlenerek orada kök salmasının ve yerleşmelerinin önüne geçilmiş.

Babüssaade’den sonraki bölüm olan ‘üçüncü yer’de Mukaddes Emanetler ve devlet hazinesinin sergilendiği Has Oda yer alıyor.





Girişteki Şadırvanlı Sofa’yı geçtikten sonra dünyaca ünlü 86 karatlık kaşıkçı elması, topaz ve zümrütle süslenmiş Topkapı hançeri, altından yapılma elmas ve yakutla kaplı şehzade beşikleri, haseki ve sultanların paha biçilmez takıları, Hırka-i Şerif, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye böldüğü asası gibi değerli eşyalar bulunuyor.
 


Burayı da gördükten sonra solumda kalan Mecidiye Köşkü’nü ve sağımdaki Boğaziçi Köprüsü’nün manzarasını izleyerek Has Bahçe’ye geliyorum.


Has Bahçe’yi geçtikten sonra Kösem Sultan’ın oğlu Sultan İbrahim’in öz evladı şehzade Mehmet’i bir sinir buhranında fırlatıp attığı mermer havuzun bulunduğu alanı izliyorum.





Duvarları çinilerle, dolapları özel sedef işçiliğiyle süslenmiş Bağdat ve Revan Köşkü’nü geziyorum. Padişahların dinlendiği Bağdat Köşkü’nün ortasında 1500 yıllık gümüş semaver bulunuyor. Yan binasındaki çinilerle süslü duvarlarıyla bölümlere ayrılmış Sünnet Odası’nı da gördükten sonra Harem’e doğru ilerliyorum.

Harem

 



Padişahın özel evi konumundaki Harem, Kubbealtı’nın arka tarafından başlıyor ve Has Oda tarafına kadar devam ediyor. 259 oda, 4 mutfak, 6 kiler dairesi bulunan Harem’de 12 sandık odası, 8 hamam, 1 hastane ve cariyelerin yüzdüğü geniş bir havuza da yer verilmiş.

Harem’in kapısından girdiğinizde Dolaplı Kubbe denen yere geliyorsunuz. Buradan Taşlık olarak anılan yere ve Revaklı Avlu’ya çıkılıyor. Karaağalar Koğuşu, Şehzadeler Mektebi ve Kızlarağası Dairesi’nden sonra Harem’in asıl giriş kapısına ulaşılıyor.
 

Validesultan Dairesi’nden geçilip her tarafı iç huzuru sağlamak için çinilerle süslenmiş duvarlarla kaplı Cariyeler Dairesi’ne doğru ilerliyorum. Validesultan dairesi çok dikkat çekici.


Tabanı tuğla döşemeli olan dairenin duvarları Kütahya çinileriyle ve sedef kakmalı gömme dolaplarla süslü. Validesultan dairesinde sedirler var, namaz kılmak ve dua etmek için bölümler yapılmış. Kapının sağında bir çeşme bulunuyor.





Hünkar Hamamı beyaz mermerlerden yapılmış. Birinci bölümü dinlenme, ikinci bölümü soyunma yeri. Hamamın yıkanma bölümünde padişahların yıkandığı demir şebekeli yer bulunuyor. Buradaki kurnalar, musluklar ve demir şebekeler son derece güzel yapılmış.


Tüm bu görkeme karşın padişah yıkanırken bu demir parmaklıkların kilidini yanında bulundururmuş ki başı sabunluyken kendini güvende hissetsin. Bu durum sarayda güvenliğin ne kadar önemli olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici.

 
Hamamdan sonra Hünkar Sofası denen yere geliniyor. Burası padişahın saraydaki kadınlarla bayramlaştıkları, eğlenceler yeri. Mavi renkli çinilerin süslediği mekanda padişahın tahtı, tahtın sağında ve solunda Çin Vazoları yer alıyor. Tahtın solunda sütunlarla desteklenmiş sedirlerin bulunduğu yer, eğlencelerde görev alan sazendelere ayrılmış. II. Murat’ın baştan başa çinilerle süslenmiş Mimar Sinan tarafından yapılmış odası Harem’in en güzel yerlerinden.


Harem’de Altıyol denen elli metre kadar uzunlukta, bir sokağı andıran kapalı bir yer var. Rivayete göre zemini taş döşeli olan bu alan dini bayramlarda ya da padişahların bir sefere giderken altın saçtığı yer. Başka bir rivayete göre sarayın doğum odası bu yol üzerinde olduğu için doğum olacağı zaman ‘altın beşik’ buradan geçirilirmiş bu yüzden buraya Altıyol denmiş.

Ayasofya Müzesi

Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan Ayasofya, Sultanahmet Camii’nin önünden bakıldığında büyük kubbesi, minareleri ve türbeleriyle etkileyici görünümünü korumaya devam ediyor.


 
Yapımı binbir zahmetle gerçekleşen yapının hikayesi İstanbul şehrinin kurucusu Roma imparatoru Constantinus’un Hristiyanlığı daha fazla yayabilmek için Roma’dan ayrılmasıyla başlar. Constantinus 360 yılında Ayasofya’nın yaptırılmasına karar verir.



Bu kilise 404 yılında yıkılır ve ikinci defa 415 yılında II. Theodosius zamanında ibadete açılır. Bu kilise de 532 yılında Nika Ayaklanması sonucu yıkılır. Rivayete göre Nika Ayaklanması sonrasında imparator İustinianos rüyasında kilisenin planının İsa Peygamber tarafından kendisine verildiğini görür. Yapımında 10 bin işçinin çalıştığı Ayasofya, güçlü tonozlarla, çürümeyen ahşap kütükler kullanılarak ve temellerin hiçbir şekilde rutubet almamasını sağlayan bir su şebekesiyle her detayı en ince ayrıntısına kadar hesaplanarak 5 yıl 11 ay 10 günde bitirilir.


1453 yılına kadar kilise olarak kullanılan Ayasofya bu tarihten sonra cami olarak ibadete açılmış 1934’te müze haline getirilmiş. Bahçe kapısından girdiğinizde başlayan müzenin sağ tarafında I. Mahmut tarafından yaptırılan ünlü şadırvanın önünden geçiliyor.

 
Müzenin içinde Bizans sanatının ünlü mozaiklerinden örnekler görebiliyorsunuz. X. yy’dan kalma altın yaldızlı panoda süslü bir taht üzerinde oturan Hz. Meryem kucağında İsa Peygamberi tutuyor. Sağında İstanbul’u kuran Constantinus, solunda Ayasofya’yı son yaptıran Iustinianos yer alır. Ayaklarının altındaki döşemede gümüş mozaiklerin kullanılması bu kompozisyonun en ilginç örneklerinden.


Tavan da yine altın mozaiklerle süslenmiş. Tam ortada İmparator kapısı ile kapının sağında ve solunda patriklere ait kapılar bulunuyor. Hava alması için değil içeriye ışık girmesi için yapılan devasa pencereler içeride loş bir görüntü oluşmasını sağlıyor.
Osmanlılar zamanında Ayasofya’nın içi Kur’an ayetleriyle süslenmiş. Kubbenin tamamı üzerinde Nur suresi altın yaldızlarla yazılmış. Duvarlarında bulunan altın yaldızlı büyük levhalarda Allah ve Muhammed yazıları ile dört halifenin isimleri yer alıyor.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral

https://twitter.com/hulyameral



Kaynaklar:

Reşat Ekrem Koçu- Kösem Sultan I.ve II. cilt

Rüknü Özkök- İstanbul

Gül İrepoğlu- Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde