şarap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şarap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

EGE'NİN PRENSESİ: GAVUR İZMİR

Yareme tuz diye
Yakamoz bastım
Tek şahidim aydı
Aman aman

Bir elimde defne
Bir elimde sevdan
Kalbim Ege'de kaldı


Bu şarkıyı her dinlediğimde zihnimde denize sıfır masalarda kaldırılmış kadehlere eşlik eden kabak çiçeği dolması, acı ot kavurması, papucaki, silkme, radika salatası, domatesli börülce, kirmen kabağı ekşilemesi, haşlama kalamar dolma, ısırgan salatası, deve tabanı otu kavurması, kuzu etli Şevketibotsan, dilbalığı salatası, zeytinyağlı turpotu, ebegümeci dolması, koçinüsto, trança, çiporta, gelincik böreği, zeytinyağlı enginar, incir ıslama, sütlü ebegümeci, kaz ayağı salatası gibi akılalmaz çeşitlilikteki meze ve yemeklerle süslü Ege sofraları canlanır. Bu sofralarda sohbetin de yemeklerin de tadına doyulmaz. Efeler kalkar şerefe, yarelere tuz basılır Ege’nin çakır akşamlarında.

Karayoluyla Manisa’dan ilerlediğinizde kocaman bir dağ ayırır iki şehri. Sert mi sert Manisa ayazından sonra kış bile olsa günlük güneşlik bir İzmir karşılar sizi. Şehrin havası rahatlatır, ‘bırak dağınık kalsın’ ruh haline bürünürsünüz. Ben de yazar Yılmaz Özdil gibi Türkiye’den sıkıldığımda eğitim için 4 yıl yaşadığım İzmir’e atarım kendimi. Denizi, kordonu, boyozu, kumrusu, fuarıyla anlatacak o kadar çok şeyi var ki, Ege’nin prensesi’ni ne kadar anlatsam doyamayacaksınız.

İzmir’e gidince ilk işim Alsancak sahildeki Pasaport’a inmek oluyor. Ünlü ‘boyoz’undan satın alıp Kordonboyu’na doğru yürüyorum. Kafelerden birine oturup gezinen faytonları ve Karşıyaka manzarasını izleyerek iyot kokusu eşliğinde kahvaltımı yapıyorum.
Burası 8 sene öncesine kadar burun tıkayarak geçilen bir kıyı şeridiydi. Efsanevi merhum belediye başkanı Ahmet Piriştina’nın çabalarıyla eski günlerine döndü. Bugün İzmir halkının akşamları hıncahınç doldurduğu, gençlerin çimenlerde yayılıp sohbet ettiği, külahta buzlu badem, dondurma, midye dolma, kumru alıp keyif yapabildiği, çiğdem (İzmirliler çekirdeğe çiğdem der) çitleyebileceği bir eğlence yeri.

Kordonboyu’ndan yürüyerek Konak’taki 1901 yapımı Saat Kulesi’ne doğru ilerlediğimde yıllardır saatin önünde buluşmaya alışmış İzmirlileri görüyorum. Sultan II. Abdulhamit’in tahta çıkışının 25. Yılı dolayısıyla yaptırılan ve Marsilya’dan getirilen yeşil ve pembe mermer sütunlarla süslenmiş saat kulesine gelip hemen arkasında bulunan, 1919 İzmir İşgali’ni ve 1922’de Kurtuluş Savaşı’nı yaşamış Hükümet Konağı’nı izliyorum. 1970’te büyük bir yangın atlatan Konak hala tüm heybetiyle ayakta. Meydanda aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın kahraman gazetecisi Hasan Tahsin’in İlk Kurşun Anıtı da bulunuyor.

Konağın yanından İstanbul’daki Kapalıçarşı’nın benzeri, ünlü Kemeraltı Çarşısı’nın kalabalığına karışıyorum. Çarşı’nın içinde ilerledikçe burnuma gelen kokuyu takip edip tarihi Kurukahveci Hüseyin Efendi’ye geliyorum, elbette taze çekilmiş damla sakızlı Türk kahvesi almayı ihmal etmiyorum.

Burnuma Merdane’den yayılan mis gibi börek kokusu geliyor ama şansımı öğlen yemeğine saklıyorum. Merdane’nin talaş böreği meşhur. Karşısında yazları karadut şerbeti ve dondurmasıyla nam salmış Mennan’ı görüyorum. Ünlü Hisarönü’ne doğru ilerlediğimde baharat kokuları da iyiden iyiye kendini hissettiriyor. Adaçayı, kekik, tarçın, karanfil kokularının hülyasıyla Kızlarağası Hanı’na ulaşıyorum. Hisar Camii’nin bitişiğindeki 2 katlı hanın avlusunda toplanan gençler kahve keyfi yapıyor. Yıllarca ticaret yollarının geçiş noktası olmuş, şimdilerde antika eşyalar, nadir kitaplar, gravürler, halı, baharat, çiçek tohumu satılan hanın avlusundaki taburelerde soluklanıp fincanda pişmiş dibek kahvesi içiyorum. Kahveden sonraki durağım ünlü Hisarönü Söğüşçüsü.

Yemekten sonra yürüyerek Kültürpark’a bir diğer ismiyle İzmir Fuarı’na doğru kıvrılıyorum. Her yıl İzmir’in kurtuluş günü olan 9 Eylül tarihinde başlayan fuar 10 gün sürüyor ve uluslararası pekçok misafiri ağırlıyor.

Özellikle 1950’lerde hayatımızda çok kanallı televizyonlar yokken Türk eğlence hayatının merkezine oturan açıkhava sineması ve Zeki Müren, Ajda Pekkan, Tanju Okan, Gönül Yazar, Bülent Ersoy gibi isimleri ağırlayan ünlü Göl gazinosuyla bir döneme damgasını vuran İzmir Fuarı, şehrin merkezinde olması, palmiyelerin serininde spor yapmaya imkan veren yürüyüş parkuru, lunapark, hayvanat bahçesi ve pekçok fuara evsahipliği yapması sebebiyle günün her saati insan trafiği yaşıyor. Kültürpark, baharda rengarenk çiçeklerle süsleniyor, pamuk şekerden, patlamış mısıra, kuğuların yüzdüğü havuzlardan göl bisikletine pekçok görselle süsleniyor.

Fuardan çıkıp nerdeyse İzmir’in her noktasından görünen Hilton Oteli’nin yan sokağındaki Alsancak Sevgi Yolu’nda geziniyorum. Takıların sergilendiği, kitapçıların, çiçekçilerin, sanatçıların renklendirdiği yolun iki yanında uzanan palmiyerin altında tuvalini kurmuş ressam portremi çiziyor. Sıra sıra dizilmiş kumpircileri izleyip akşam yemeği için 100 yaşını geçmiş İzmir klasiği Asansör Restoran’a geliyorum.

Asansör, 1907’de Mithatpaşa Caddesi ile Halil Rıfat Paşa semti arasındaki yükselti farkından dolayı, iki semt arasındaki çocuk, yaşlı ve hamile ulaşımını kolaylaştırmak için inşa edilmiş. Musevi hayırsever Nesim Levi Bayraklıoğlu tarafından Marsilya’dan getirilen tuğlalarla yapılan Asansör, ilk zamanlar el buharı ile çalıştırılıyor sonra ilerleyen teknolojiden faydalanılanılıyor.

Şimdilerde 2 asansörle çıkabildiğim, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağışlanarak restore edilen ve 1992’de hizmete açılan restoranın bulunduğu sokakta yaşamış olduğu için sokağa sanatçı Dario Moreno’nun ismi verilmiş. Restoran bugün pekçok ünlüyü ve yerli turisti ağırlıyor.

Seyir terasından gözün alabildiğinden fazlasını sunan ışıklarla donanmış İzmir Körfezi’ni, Kordon’u ve Karşıyaka’yı izliyorum. Manzaraya dalmışken aklıma Victor Hugo’nun ‘İzmir prensestir’ cümlesi geliyor. İzmir için neden böyle söylemiş olabilir diye düşünürken şehrin modern, kendine güvenen, her daim bakımlı, dişi kadınlarının görüntüleri zihnimde uçuşuveriyor.

İzmir kadınlarının sağlam duruşu özgürlüğünden gelir. Bu yüzden eğlencenin de erkek egemen iş hayatında varoluşun hakkını da sonuna kadar veriyorlar. İzmir erkeği de bir o kadar çağdaş ve hoşgörülü. Kadına değer veriyor ve el üstünde tutuyor. Bu nedenledir ki püfür püfür uçuşan etekleriyle Kordon’da endamla yürümek de tarlada, bahçede ısırgan, radika, arapsaçı, ebegümeci, deniz börülcesi toplamak yakışıyor İzmirli kadının parmaklarına. Hugo’nun bu sözü şehrin güzelliğine ve insanının dışadönük, modern, aydınlık yüzüne yorulabilir dolayısıyla.

Her İzmirlinin kimi zeytin ağaçlarıyla kimi zakkumlarla süslenmiş Foça’da, Urla’da, Çeşme’de, Kuşadası’nda, Karaburun’da yazlığı veya bağevi var. Cuma akşamı zeytinyağlılarla, balıkla, rakıyla süslenmiş masalarla başlar haftasonu tatili. Pazar akşamından gelecek haftanın programı yapılır. Sebep İzmir’in havası mıdır, bu masalardaki sohbetler midir bilmem ama yazarı, şairi, sanatçısı da oldukça fazladır İzmir’in.

Şehrin her dilden, ırktan ve dilden insana yıllardır süregelen hoşgörüsü beraberinde çokça dillendirilen ‘Gavur İzmir’ manifestosunu getirir.

Şehirdeki ikinci günümde Alsancak’tan Balçova’ya doğru yola çıkıyorum. Termal tesisleriyle İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerden de konuk ağırlayan Balçova’daki Teleferik mutlaka görülesi yerlerden.

Yeşillikler arasından
 5-6 dakikalık bir yolculuk sonrası süzülerek yükseldiğim, yükseldikçe de İzmir’i ayaklarıma seren sonsuz manzarasıyla başbaşa kaldığım tesisin 400. metresine varıyorum. Kendin pişir kendin ye mekanlarından gözlemecilere pekçok alternatifle karşılaştığım mesire alanının solunda Cengiz Saran Barajı ve vadinin yarattığı çukur, güneş ışıklarıyla yeşil elmas gibi parlıyor. Manzaraya karşı çay içip bol oksijeni içime çekiyorum.

Teleferik’ten sonraki durağım hemen sahildeki İnciraltı. Balıkçılarıyla ünlü sahilde mangal yapmak isteyenler için pekçok tesis mevcut. Turkuaz’ın kameriyelerinde oturup öğlen yemeğimi alıyorum.

Sonraki durağım Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ilk defa İzmir’in kurtuluşunun 6. günü yerli- yabancı devlet adamı ve gazetecilerle biraraya geldiği, Uşakizade ailesinin rızasıyla Başkumandanlık Karargahı olarak kullanılan ve 1923’te Latife Hanım ile Mustafa Kemal'in nikahının kıyıldığı Göztepe’deki Uşakizade Latife Hanım Köşkü oluyor.

Günümüz medeni nikâhının öncülüğünü yapan bu önemli nikahtan sonra, Latife Hanım’la Batı Anadolu’ya gezi yapan Gazi, Latife Hanım’ı vatandaşlarıyla tanıştırıyor. Köşk, hem Mustafa Kemal’in 91 gün konakladığı ev hem de eşi Latife Hanım ile yakınlaştığı, Latife Hanım’ın zekasına hayran olduğu mekan olarak tarihi öneme sahip. Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım da sık sık köşkü ve aileyi ziyaret etmişse de Uşakizadelerin Karşıyaka’daki köşkünde nikahtan birkaç gün önce vefat etmiş. Şimdi İzmir Türk Koleji’nin bahçesi içinde kalan köşk ziyaretçilere açık.

İZMİR ÇEVRESİNDE NE YAPILIR?

URLA

Metin Erksan’ın 45 yıl önce çektiği, Hülya Koçyiğit’in başrolünde oynayıp 1964 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü almış efsanevi filmi "Susuz Yaz" Urla’nın Bademler Köyü’nde çekilmiş. İzmir’in batısında Güzelbahçe ve Seferihisar arasında kalan köy adını içinde yetişen badem ağaçlarından alıyor. Gündüz tarlada patlıcan fidanı söküp akşam Türkiye’deki ilk ve tek tiyatroya sahip köy Tiyatro’sunda sahneye çıkan idealist ve çalışkan bir halkı var. Urla’ya 9 km uzaklıktaki köye gitmişken Limantepe’ye uğrayıp 8 bin yıllık antikçağa ait yerleşim alanını görebilirsiniz. Ünlü gençlik dizisi Kavak Yelleri de Urla’da çekiliyor.

ESKİ FOÇA

İzmir'in 70 km. kuzeybatısında olan Eski Foça İonlar'ın Ege sahillerinde kurdukları 12 İon kenti arasındaki en önemli merkezlerden biri. Eski adı Fokai, "Fokların Ülkesi" anlamına geliyor. İlçe yakınlarında bulunan Siren Kayalıkları ve çevresi Akdeniz foklarının en önemli yaşam alanlarından. Bu yüzden Foça'nın sembolü fok balığı. Siren Kayalıkları, Şeytan Hamamı, Taş Ev, Beş Kapılar Kalesi, Dış Kale, Fatih Camii, Kayalar Camii, Hafız Süleyman Camii Foça'nın tarihi zenginlikleri. Foça’ya gitmişken Fokai Restoran’a uğrayın. Porsiyonların kallaviliğine şaşıracak balıkların lezzetine doyamayacaksınız. Nazmi Usta’nın tamamen doğal dondurmasını tatmadan dönmemenizi öneririm..

ŞİRİNCE

İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı Şirince köyü 1800 haneli bir Rum kasabasıyken 1923’te nüfus mübadelesi sonucu sayıca azalmış. Ev yapımı şarapları, mahzenleri ve tarihi Rum evleriyle ünlü köyde her yıl Ekim ayında bağbozumu şenlikleri yapılıyor. Mevsimiyse mandalina sarkan ağaçlar altında gözleme, güveçte kurufasulye, turşu yiyebileceğiniz iki aile işletmesi beklentinizi karşılayacaktır. Şarap mahzenlerini gezip tatmadan, köy ekmeğini almadan dönmeyin derim. Gitmişken Selçuk’a 9 km uzaklıktaki Efes Antik Kenti’ni ve Meryemana’yı da ziyaret edebilirsiniz.

ÇEŞME

Tarihteki iki İon kolonisinden biri olan Çeşme, şimdilerde 2 km.’lik plajlarıyla yaz tatillerinin vazgeçilmezi. Alaçatı beldesi ve 4 köyüyle ünlenmiş Çeşme’nin Ilıca tarafında termal oteller ve plajlar bulunuyor. Ilıca tarafı sığ olduğu için çocukların güvenli vakit geçirebilmesi için elverişli. Vazgeçilmez lezzeti ‘kumru’ için Kumrucu Şevki’yi deneyin. Çeşme’ye aracınızla gidiyorsanız otobanı değil Güzelbahçe yönünü tercih edin. Sağınızda rengarenk çiçeklerle süslenmiş bahçeler ve denizi izleyebilir, yol üstündeki tesislerde denize sıfır kahvaltı veya balık keyfi yapabilirsiniz.

KARABURUN

İzmir'e 100 kilometre uzaklıktaki Karaburun, Çeşme yakınlarında. Açık denize bakan taş evlerle ve zakkum sarkan balkonlarıyla gözünüzü şenlendiriyor. Tüplü ve tüpsüz dalış için elverişli olan ilçeye giden yollar biraz kötü ve virajlı. Mimari yapısını ve denize doğru kıvrılan dar sokaklarının güzelliğini görmek, tertemiz denizini denemek için gidilebilir. Efsanevi ‘kokulu nergis’i ile mitolojije konu olmuş Karaburun’un köyleri de ziyaret edilebilir.

NASIL GİDİLİR?

İzmir Üçyol’dan tüm ilçelere sık sık dolmuş veya midibüs kalkıyor. Karayoluyla gidecekseniz Otogar’da inip Üçyol servisi ile ulaşabilirsiniz. Uçakla gidecekseniz Adnan Menderes Havaalanı’ndan taksi dolmuş veya dolmuşla istediğiniz yere rahatça ulaşabilirsiniz.

İZMİR VE İZMİRLİLER

  * Simite gevrek, çamaşır suyuna klorak, domatese domat, çekirdeğe çiğdem diyen tek halk İzmirliler.

* Pek çok yerde şubesi bulunan Kumrucu Şevki ve Kumrucu Hikmet mutlaka ziyaret edilesi yerlerden.

* Ünlü buluşma yerleri; 38 yıllık Sevinç Pastanesi, Kordon, Konak Saat Kulesi veya Hilton’un önü.

* Pazarlarında dolaşmak, onlarca çeşit yeşillik içinde seçim yapmak oldukça güç.

* Her İzmirli hangi bitki neye iyi gelir yıllardır bilir.

* Ege, Dokuz Eylül ve İzmir Ticaret Üniversitesi ve üniversite gençliği şehrin enerjisine enerji katar.

* Beyoğlu’nun minyatürü İzmir’de Kıbrıs Şehitleri Caddesi ve Kordonboyu.

* Türkiye’deki ilk kadınlar kahvesi de İzmir Bornova’da açılmış.

* Bir İzmirli ile 35,5 konusuna girmeyin.

* İzmirlilerin pekçoğunun çocuklarına verdiği isim Efe ve Ege.

İZMİRLİ ÜNLÜLER

İsmet İnönü, Latife Hanım, Metin Oktay, Mustafa Denizli, Ayhan Işık, Sezen Aksu, Attila İlhan, Homeros, Necati Cumalı, Tarık Dursun K., Dario Moreno, Kayahan, Haluk Bilginer, Halit Ziya Uşaklıgil, Ertuğrul Özkök, Nehir Erdoğan, Halikarnas Balıkçısı, Gönül Yazar, Caroline Koç, Salah Birsel, Bilge Umar, Ergun Babahan, Ferdi Özbeğen, Barbaros Şansal, Nalan Altınörs, Şenay Düdek, Tanyeli.

Zübeyde Hanım, Muzaffer İzgü, Feyza Hepçilingirler, Kibariye, İpek Tuzcuoğlu, Tan Sağtürk, Erdal Şafak, Ebru Akel, Yüksel Ak, Didem Taslan, Jülide Ateş, Cansu Dere, Esra Eron, Yıldız Tilbe, Harika Avcı, Korcan Karar, Petek Dinçöz, Niran Ünsal, Gül Gölge, Pınar Aylin, Tanju Okan, Nazan Öncel, Ali Kocatepe, Leyla Umar, Şükrü Saracoğlu, Yusuf Nalkesen, Yorgo Seferis. Şahan, Zeynep Tokuş, Gökşin Sipahioğlu, Efkan Efekan, Burçin Büke, Reyan Tuvi, Meltem Cumbul, Burcu Güneş, Ahmet San, Yankı Yazgan, Güngör Mengi, Emel Müftüoğlu, Ayla Dikmen, Kenan Onuk, Saba Tümer, Hüsnü Şenlendirici, Baskın Oran, Çağan Irmak.

Not. ‘İzmirli Ünlüler’ bölümü Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Yılmaz Özdil’den alıntıdır.

Yazı: Hülya Meral


MÜREFTE'DE ŞARABIN GÖZYAŞLARI

Ağustos ve Eylül ayında el üstünde tutulan, baştacı edilen üzüm, bağbozumu zamanı şarapseverlere unutulmaz anlar yaşatıyor. Üzüm ve rüzgarın aylar süren sohbetinin damağınızda ve dimağınızda bırakacağı tadı merak ediyorsanız şarabın topraktan kadehe yolculuğuna uzanmak çok da zor değil.


Hala bir bağbozumu festivaline katılmadıysanız Türkiye’deki ilk ve tek şarap müzesine sahip Mürefte’deki Kutman Şarap Fabrikası Eylül ve Ekim ayı boyunca her Cumartesi ve Pazar siz şarapseverleri bekliyor.

Fabrikada mahzenleri dolaşıp şarap ve şarap üretimiyle ilgili bilgileri edindikten sonra tadım odasında lezzetli peynirler eşliğinde dilediğiniz şarabın tadına bakıp içtiğiniz şarabın hikayesini dinleyebiliyorsunuz.

Şarapta üçüncü kuşak


Kutman Şarap Fabrikası’nın bulunduğu arazi önceleri Rumlarınmış. 1922’de Tekel gelinceye kadar rakı bile üretiliyormuş. Rumlar kasabadan ayrılınca fabrikayı Kutman ailesi satın alıp işletmeye başlamış.

Şimdilerde üretimi üçüncü kuşak yürütüyor. 1888’de yapılmış serin ve otantik fabrikayı gezerken sarf edilen emeği somut olarak görmeniz mümkün.

Şu an kullanılan teknoloji ve araç gereç olmadan üzümün bağbozumu zamanında nasıl at ve eşek sırtında sepetlerle şaraphaneye getirildiğini ve işlendiğini üzümlerin nasıl tartıldığını, fermantasyonun o günkü koşullarda nasıl takip edildiğini,

şarabın nasıl şişe veya fıçılarla nakledildiğini emektar şarap uzmanı Adnan Kutman’dan dinleyebilir ve bizzat o dönemlerden kalma şarap üretim cihazlarına dokunarak müzeyi dolaşabilirsiniz.

İyi şarap için toprağın verimi ve dengesi önemli


Ne yalan söyleyeyim, dinledikçe şarap üretiminin ne denli zor bir iş olduğunu anladım. Çok ciddi sabır ve emek gerektiriyor. Adnan Bey’den yine öğreniyorum ki iyi bir şarap için toprağın iyi olması, çok kurak olmaması, yağmur olmaması gerekiyor. Aşırı fakir bir toprak da üzüm için ideal değil. Üzümde, dolayısıyla şarapta denge, en önemli unsur.
Verimli bir toprakta üzüm taneleri iyice şişiyor ancak kurak bir topraktan verim almayı beklemek boşa kürek sallamak demek. Kutman ailesinin Mürefte’nin yanı sıra İpsala’da da 600 dönüm bağları var. Rusya ve Çin’e şarap ihracı konusunda çalışmalar yürütüyorlar.

Üzümün rüzgarla sohbeti


Bugün üzümü ekip yarın mahsulü toplayamıyorsunuz. Üzüm olgunlaşıyor, rüzgarla sohbet ederek gelişiyor, nerdeyse her hafta ilgi ve bakım istiyor. Bağlar bozulup da üzümler bir araya toplandığında ayrı bir yolculuk daha başlıyor.

Üzümler kırılıyor, presleniyor, bekletiliyor, damıtılıyor ve asıl içtiğimiz şarap ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan ürün şişelenerek mahzenlerde aylarca bekletiliyor. Sonra satışa çıkıyor ama son aşamada bir de vergi sorunu ortaya çıkıyor.

Alkolün sosyal hayattaki yeri


Alkol en yüksek vergi ödenen sektörlerden biri. Dolayısıyla şarap da bundan nasibini alıyor ancak hükümetin vergi artışlarına rağmen alkolün sosyal hayattaki yeri dolayısıyla şarap yatırımları her yıl biraz daha artıyor.

Özellikle büyük yatırımcıların şarap üretimine yönelmesiyle Türkiye’deki ihracat oranı 90 milyon litreye çıkmış durumda. Bu oran dünya geneline göre oldukça düşük ancak adımlarını sağlam atan şirketler uzun vadede Uzakdoğu’ya yatırım için kolları sıvamış bile.

Şarabın Gözyaşları


Gözyaşı, şarabın yoğunluğunun anlatımında sıklıkla kullanılan terim. Şarabınızı kadehin nerdeyse ağzına kadar gelecek şekilde salladığınızda kenarlara bulaşan bir kısım şarap damlacıklar halinde toplanır ve gözyaşları gibi aşağılara doğru yuvarlanır. Şarap ne kadar dolgun ve yapışkanlığı fazla ise (nedeni alkol derecesinin fazla olmasi ve/veya fazlaca bir miktarda kalan şeker ve gliserol içermesi) o kadar fazla gözyaşı özelliği gösteriyor. Bu tip şaraplarda damlacıkların oluşması, alkol derecesi düşük ve zayıf bünyeli şaraplardan daha uzun sürüyor. Ben de tam olgunlaşmamış kırmızı üzümden yapılan bu yılın revaçtaki Rose şarabının tadına baktıktan sonra şarabın gözyaşlarını izleyip damağımı şenlendirmek için tercihimi Savilion Blank’ten yana kullanıyorum.




Şarapla ilgili anekdotlar:


- Şarabın yatık saklanması gerekiyor.

- Dünya genelinde en çok tüketilen şarap çeşidi Shiraz, Cabaret, Merlot.

- 3-5 yıllık beyaz şarap 3-5 günde tüketilmeli.

- Kırmızı şarap buzdolabına konmamalı, en fazla ertesi gün tüketilmeli.

- Mürefte'den dönüşte yol üzerindeki ayçiçeği tarlalarına girmeden ayrılmayın.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral

http://twitter.com/hulyameral

hulya_meral@hotmail.com

RÜZGARIN KANATLARINDA: BOZCAADA


Rüzgarın kanatlarında uçtum, gelincik şerbeti ile soluklandım, pencerelerinden üzüm salkımı, begonvil, zakkum sarkmış sokaklarında şarap tattım. Feribot iskeleden ayrılırken kendi kendime "üzülme, nasılsa artık bir ayağın burada olacak" dedim.
Uzun zamandır yapmayı planladığım Bozcaada gezim nihayet gelip çatmıştı, valizimi hazırlarken epey zorlandım. Bir haftanın bir diğer haftaya benzemediği, yazın 250- 300 gününü poyrazla bütünleşerek geçiren Bozcaada, ender yaz lodosundan sersemlemişse ne yaparım diye düşünüyor, kalın mı ince mi tercih etmeli karar veremiyordum. Ne çıkarsa bahtıma diyerek çıktım yola.


İstanbul- Çanakkale karayolunu takip ederek sabah 5.00’te Eceabat’a gelmiş, güneşin doğuşunu izleyerek sahildeki pastanelerden birinde fırından henüz çıkmış poğaçalar ve yeni demlenmiş çay eşliğinde kahvaltımı yapmıştım.


Ve nihayet arabalı vapurla Çanakkale’ye geçmek üzere yola koyulmuştum. Çanakkale’den sonra 1,5 saatlik bir yol katederek Geyikli İskelesi’ne gelecek, yaklaşık 35dk.’lık bir feribot yolculuğundan sonra adaya ayak basacaktım.


Benim izlediğim güzergah adaya ulaşım için ilk alternatif. Dilerseniz Yenikapı- Bandırma feribotu ile Bandırma’ya geldikten sonra Biga- Çan- Bayramiç- Ezine- Geyikli güzergahını takip ederek daha sakin ve daha yeşil bir yolculuk da gerçekleştirebilirsiniz. (220 km)


Adaya ulaşım 15 yıl öncesine kadar köhne çıkartma gemileri ile yapılıyorken 1995’te arabalı vapura geçişle birlikte daha konforlu ve düzenli hale gelmiş. 7- 8 saate adada olabiliyorsunuz.


Feribot yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Adaya olabildiğince üstten bakmak için kaptana ait üst güverteye çıkmış, gittikçe yaklaşan kara parçasını nefesimi tutmuş izliyordum. Mitolojiye, biraz da tarihe ilgisi olanlar beni anlayacaktır. Homeros’un, Troya’nın geçtiği topraklardı az sonra ayak basacağım.


Troya Savaşı’nda Yunan donanmasının saklanıp hileye başvurarak tahta atı bıraktığı yer, 3.000 yıl sonra Çanakkale Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız gemilerine sığınak olmuştu. Kimler gelip geçmemiş ki adadan.. Cenevizliler, Venedikliler, Bizanslılar, Osmanlılar..


Az önce ufukta görünen Bozcaada Kalesi’ne bakarken kalenin zengin geçmişi gözlerimin önüne geliyor, üzerinde yaşayan medeniyetlerin bıraktığı izleri hayal etmeye çalışıyordum. Tüm bu halklara barınak olan ve yüzyıllarca güvenliği sağlayan bu ihtişamlı kale uğruna nice halklar seferlere çıkmış, yoğun mücadeleler vermişti.


Kalenin önünde 600 yıl önce oturup güneşi batıran cengaverlerin yerinde bugün, oturup soluklanabileceğiniz küçük çay bahçeleri vardı. Bir zamanlar asmalı bir kapıyla girilen kaleye şimdi sabit bir köprü üzerinden giriliyordu.

İçinde yıllar önce Türk ahalinin yaşadığı ve iki caminin olduğu kale içi, şimdi neredeyse bomboştu sadece ada çevresinden çıkarılan amforalar ile çok sayıda mezartaşı ve tarihi eser sergileniyordu.
Kuyruklu piyanoya benzeyen ada

 

Ada’nın kuzey yönü olağanüstü görüntüsüyle Gökçeada ve Çanakkale Boğazı’na, güneydoğusu masal gibi mavisiyle Assos, Midilli ve Edremit’e bakıyor. Şemsettin Sami’nin deyimiyle üstten bakıldığında kuyruklu piyanoya benzeyen Bozcaada, Gökçeada (eski adıyla İmroz) ve Marmara Adası’ndan sonra 3. büyük ada ve köyü olmayan tek taşra ilçesi. Yüzölçümü 40 km, sahil şeridi 34 km.

İskele Caddesi’nden meydana doğru yavaş yavaş yürüdüğünüzde duvarları üzüm salkımlarıyla süslenmiş rengarenk cafeleri, öğlen sıcağında meydandaki çay bahçesinde serinlemeye çalışan ada halkını görüyorsunuz.


Adanın merkezi halk arasında ikiye ayrılıyor. Sağa tarafa doğru yürüdüğünüzde Cumhuriyet (Rum) Mahallesi, sol taraf Alaybey (Türk) Mahallesi ama böyle ayrıldığına bakmayın. Her iki halk da yıllardır barış içinde yaşamış, birbirine kız alıp vermelerle, bayramlarda gelip gitmelerle, çocukken oynanan oyunlarla ortak bir barış kültürünü yerleştirmiş ve bu gelenek hiç bozulmadan yıllarca süregelmiş. Bu açıdan da örnek bir kültüre sahip.


1455’te Osmanlı egemenliğine giren adada Hristiyanlıkla Müslümanlık, Rumca ile Türkçe ilk kez birarada barış içinde yaşamaya başlamış.

Nüfus, savaş ve anlaşmalarla bir inip bir çıkmış. Pek çok ada sakini istemeye istemeye burayı terk etmek zorunda kalmışsa da nüfus sabitlenmiş, şimdilerde 2.000 dolaylarında seyrediyor.
Her ev ayrı bir sanat eseri


İlk durağım şirin lokantaların ve cafelerin, her biri ayrı bir sanat eseri evlerin önünden yürüyerek bulduğum Rum mahallesindeki Rengigül Sanat Galerisi oldu.

Sahibi Özcan Hanım yaklaşık 30 sene önce adaya gelmiş ve kendi deyimiyle ilk bakışta aşık olmuş. Randevusuz gitmeme ve gerçekleştirdikleri workshopu bölmeme rağmen son derece anlayışla karşılayarak galeriyi ve bahçesini gezmemi sağlayan Özcan Hanım her noktaya ayrı bir renk katmış..


Belirli tarihlerde resim, fotoğraf ve heykel sergileri açıp sanat sohbetleri yapılan galeride pansiyon hizmeti de veriliyor. Rengigül’de yer bulmak biraz zor olsa da görmeden ayrılmayın derim.

Ardından hemen ilerisindeki, ününü önceden işittiğim Ada Cafe’de gelincik şerbeti içmek istedim. Soluklanırken 1999’da adada çekilmiş Güle Güle ve Eylül Fırtınası filmleri geldi aklıma. Şöyle bir bakınca sinema dekoru içinde dolaşıyor gibi hissettim. Tam bir panorama. Ne şans!


Üzüm ve bağcılık olmazsa Ada da olmaz

Ada Cafe’den biraz kıvrılınca kulağıma gelen bir fısıltıyı takip edip bu yıl mahsülü iyi olması beklenen Çamlıbağ Şarapevi’ne doğru ilerledim.
Sahibi Haşim Yunatçı kimya mühendisi. 500 yıl boyunca adada Türkler ve Rumlar barış içinde yaşıyor olmasına rağmen şarapçılık dinsel nedenlerden dolayı yıllarca Rumların tekelinde kalmış.
Haşim Bey’in dört kuşak önceki dedesi 1925’te bir Rumdan aldığı imalathanede ilk müslüman olarak şarap üretmeye başlamış ve şaraplarının ünü bu zamana kadar gelmiş.
Haşim Bey’in önerdiği birkaç şarabı tattım ve hem kendime hem arkadaşlarıma satın almayı ihmal etmedim. Elbette sadece burasıyla sınırlı değil, çevre sokakların her birinde farklı kalitelerde çeşitli şarapları tatmak ve satın almak mümkün.


Bağcılık adanın olmazsa olmaz geçim kaynağı, kıtlık ve savaş zamanlarında başka bitkiler yetişirmeyi de denemişler ancak bu iklime ancak üzüm dayanabilmiş.

Pek çok çeşidin yanısıra özellikle “çavuş üzümü” yörenin emsalsiz mahsüllerinden. Olgunlaşmasını rüzgara borçlu bu üzüm, 100 yıllık geçmişe sahip.
Eski yerleşiklerin söylediğine göre İtalyanların “prenses”i, olgunlaştığında iri, kütür kütür olurmuş ve pek nazlıymış, beklemeye tahammülü yokmuş, 2 haftada tüketilmezse pörsür çöpe gidermiş.

Begonvillerle, zakkumlarla, akşamsefalarıyla coşmuş pencereler
Sokaklarında dolaşmak biraz yormuştu ama begonvillerle, zakkumlarla, sardunyalar ve akşamsefalarıyla coşmuş pencereleri fotoğraflamak, buraların havasını teneffüs etmek ve ada halkıyla sohbet etmek daha ağır basıyordu.


Bozcaada’nın enteresan tarafı uzaktan baktığınızda ağaçsız ve bozkır gibi görünüyor ancak ayağınızı bastığınız an sizi içine alıyor, sokaklarında dolaşıp sindirdikçe o da sizi benimsiyor, batıya ve güneye doğru gittikçe çeşitli tonlardaki mavisiyle buluşturuyordu sizi.


Bağ yapraklarına sarılmış çiğ dolma, patatesli kalamar yahnisi iştah kabartıyor


Nihayet acıkmıştım ve dört tarafı deniz olan yerde burnum beni nereye götürürse onu takip ediyordum. Adada mevsimine göre karagöz, mercan, levrek, sinarit, barbunya, kefal, istavrit, uskumru olabiliyormuş. Benim tercihim Şehir Restoran’da karides güveç, yengeç bacağı ve lezzetine doyamadığım, yediğim balık kadar lezzetli acılı ezme, sabah toplanan yaprağa sarılmış dolma ve patlıcan salatası oldu. Restoranın mutfağında yeni tutulmuş deniz börülcesi ayıklanıyordu ama zaman sıkıntım olduğu için artık bir sonraki gelişime diye iç geçirdim..


Limanda 3.neslin işlettiği 40- 50 senelik balıkçı lokantaları da mevcut ancak isimlerinin ün yapmış olmasından olsa gerek biraz pahalı. Önerim, onlar kadar mütevazı ama henüz isim yapmamış lokantaları denemeniz. Daha bol porsiyonları daha uygun rakamlara yine aynı kalitede tadabilirsiniz.


Balığın yanında bağ yapraklarına sarılmış çiğ dolmayı her yerde bulabilirsiniz. Patatesli kalamar yahnisi de yine iştahınızı kabartan bir tat olabilir. Bir adalıdan öğrendiğim detay, evlerde yapılan mantı kıyma ile değil, pirinçle, bulgurla veya cevizle harçlanıyormuş. Yokluk ve yoksunluk dönemlerinden kalma bir yaratıcılık diyor konuştuğum kişi. Bulabilirseniz ilginç bir lezzet olabilir.

Börülceden kuzukulağına her çeşit bitkiyi bilen ada kadınları oldukça maharetli
Bozcaada’da nerdeyse herşey zeytinyağı ile pişiriliyor. Yemekler etten çok sebze ağırlıklı. Sarımsaklı- sirkeli börülcesi ve salamurası dillere destan. Ada’nın erkekleri balıkçılıkta ne kadar uzmansa kadınları da yabanıl otlarda o kadar maharetli. Sabahın serininde kalkıp mantar, kuzukulağı, labada, yumurtaotu, ebegümeci, eşekotu, gelincik, şevketibostan toplamaya çıkıyorlar. Özellikle Rum kadınların hindiba ve ısırgandan yaptığı zeytinyağlılar rastgelirseniz denenesi.


Bu kadar yedikten sonra yediklerimi eritmeye gelmişti sıra. Elimdeki Bozcaada haritasına bakarak adanın kalan diğer yüzünü de keşfe koyuldum. Bu haritalardan adanın muhtelif yerlerinde bulabilirsiniz, son derece açıklayıcı.


Araba ile 10 km güneye ilerlediğimde olanca sakinliği ve duruluğuyla Ayazma Koyu çıkmıştı karşıma. Burası adanın en popüler ve sezonda en kalabalık koyu. Yunanca "hagiasme" kelimesinden gelen Ayazma, kutsal su anlamına geliyor.
Türkiye’nin birçok bölgesinde doğal su kaynaklarının olduğu yerlere bu isim veriliyor. Gençlerden oldukça rağbet gören Ayazma tepelerinde özellikle gün batımında, denize bakan manzaraya karşı bir ağaca yaslanarak oturmanın ve bir kadeh şarap içmenin keyfine doyum olmadığı söyleniyor. Buradaki çeşmeden bir kez su içenin artık adalı olacağına dair bir efsane de anlatılanlar arasında.

Manastırdaki dilek mağarasında mum yakıp adak adanıyorAyazma’da 36 manastırdan 2 manastır bugüne kadar dayanabilmiş. Bunlardan biri Rum Ortodoks cemaate ait. Biraz unutulmuş ve bakımsız kalmış olsa da 26 Temmuz’da kutlanan Rumların Aya Paraskevi günü oldukça hareketleniyormuş. Kalabalık bir grubun Ayazma’da toplanıp eğlendiği bu güne halk arasında Ayazma Panayırı deniyor.

 
Manastırın alt kısmında bir dilek mağarası var. Ziyaretçiler burada mum yakıp adak adıyorlar, taştan ve çalı çırpıdan dileklerini sembolize edecek şekiller yapıyorlar. Mağaranın içindeki üst üste dizilmiş taşlar, hayallerdeki ev ve arabaları anlatıyor. Şu ana kadar dilek dilemediğim ağaç kalmadı ama buraya kadar gelip de dilek dilememek olmazdı..:)


Plajda henüz sezon açılmamıştı ancak kıyıdaki lokantalar çoktan bu sezon gelecek misafirleri için hazırlık yapmışlardı. Temmuz ve Ağustos’ta Ayazma’da su oldukça soğuk oluyormuş, Eylül’le birlikte ısınıyormuş ama ben dayanamadım ayaklarımı soktum. Deniz benim için önemli diyenlerin bu tarihte adayı ziyaret etmesini salık veririm, sahiden serindi.

Ayazma’nın biraz ilerisindeki Sulubahçe ve daha ilerideki Habbele koylarında da denize girilebilir. Habbele’nin denizi kadar sakinliği de huzur verici. Tuzburnu, Çayır, Ova, Mermerburnu Mevkii de dalgasız, pırıl pırıl suyu ve kumuyla akvaryumda denize giriyor hissini yaşamanız için ideal diğer koylar.


Yeldeğirmeni yerine rüzgar santrali
Habbele plajında ayaklarımı biraz denize sokup serinledikten sonra eşsiz günbatımını yakalamak için adanın batısına, Polente Feneri’ne doğru ilerledim.

Gelmeden önce incelediğim kitaplardaki XX. yy.’ın başlarında çekilmiş fotoğraflarda yeldeğirmeni görünüyordu ancak şimdi gidip gördüğümde yerine rüzgar santrali yapılmıştı.


Rüzgar ve elektrik üretimine ilişkin büyük çaplı enerji yatırımları için önemli bir "cazibe merkezi" olan Bozcaada Türkiye'nin en çok rüzgâr alan bölgelerinden. Özel sektör tarafından yap- işlet- devret statüsüyle kurulmuş santralin girişindeki mühendislerden aldığım bilgiye göre 17 adet türbin yılda 35 milyon kilowat saat elektrik üretiyor. Aynı enerjiyi üretecek bir kömür santraline göre türbin başına 82.000 ağaca eşdeğer oksijen tasarrufu sağlanıyor.

Türbinlerin sadece bir tanesi adanın enerji ihtiyacını karşılamaya yetiyor, geri kalan da karşı kıyılardaki yerleşim yerlerine denizaltından bağlanıyor.


Polente Feneri’ne günbatımı turları
Rüzgar güllerinin ilkinin önüne gelip fotoğraf çekebiliyorsunuz ancak daha fazla ilerlemek yasak. Sebep olarak rüzgar güllerine sprey boyayla yazı yazılması gösteriliyor ancak ziyaretçiler rüzgar güllerinin aşağısındaki Polente Feneri’ne giderek günbatımını seyretmek için alternatif bir yol bulmuşlar bile. Hatta arabası olmayanlar için “Gün Batımı turları” da düzenleniyormuş.


Rüzgarın kanatlarında güneşi batırdım
Bölgede inanılmaz bir bitki çeşitliliği hakim. Yürüdükçe burnumu mest eden ıtırlı yabani kekik kokuları rüzgarla birleşip etrafa bir koku fayihası salıyordu. Nihayet bu büyüleyici anın tadını çıkararak alternatif yoldan Fener’e yakınlaşmayı başarıyorum. Güneşin usul usul kendini çekişini, rüzgarın kanatlarında büyük bir keyifle izliyor, yapay ışığın olmadığı bu etkileyici atmosferi unutmamak üzere zihnime kaydediyordum.


Eminim Bozcaada’ya bir sonraki seyahatim çok uzak bir zamanda olmayacak..
Hepinize bol seyahatli, keyifli günler..
YAPMADAN AYRILMAYIN
1- Adadan ayrılmadan meydandaki domates reçeli satan dükkanlardan alışveriş yapmayı unutmayın. Daha çok Rum ailelerin misafire çıkardığı ve soğuksu ile veya erik konyağıyla bir seramoni halinde sunulan reçelin içinde taze badem var. Yapılışı epey zahmetli. Domates soyulup kireç kaymağında bekletiliyor, suyu sıkılıp bademleniyor ve en sonunda şerbetlenerek kavanozlara dolduruluyor. Mis gibi bir kokusu var, tadı ayva ile erik karışımı, kahvaltılarınız için alternatif olabilir.


2- Şayet haftaiçi adadaysanız Çarşamba günleri kurulan Ezine pazarını ıskalamayın, tam kalenin önünde kuruluyor. Ezine peyniri ve zeytinin yanısıra taze, çeşit çeşit sebze bulabilirsiniz burada.


3- Adayı bisiklet kiralayarak da dolaşmanız mümkün ancak yürüyerek daha çok tadını çıkarabilirsiniz.

"İnsan bir yere -adaya, kente, dağa aşık olabilir mi?
Eğer olabilirse bizimki ilk bakışta aşktı. "
Adaya ilk kez eşi ile 1988’de gelen Bozcaada aşıklarından gazeteci- yazar Haluk Şahin, “İnsan bir yere -adaya, kente, dağa aşık olabilir mi? Eğer olabilirse bizimki ilk bakışta aşktı.” diyor.


Bozcaada’da insanın takvime ihtiyacı olmadığını dile getiren Şahin “Adanın doğasını iyi tanıyan biri, şöyle bir çevresine bakınarak, havayı koklayarak, seslere kulak vererek hangi ayın hangi haftasında olduğumuzu size söyleyebilir. Bağları görmese bile, çiçeklere, otlara bakarak..Pembe, kırmızı, mor anemonlar mı yayılıyor tepelerde, ilkbaharın başındayız demektir. Diyelim Mart’ın ikinci haftasında..Havada “kum zambağı” kokusu mu var, Ağustos’un ilk haftasıdır, yaz adamakıllı olgunlaşmıştır” diyerek adayla ne kadar içiçe yaşadığını her daim dile getiriyor.


Yazı ve Fotoğraflar: HÜLYA MERAL
https://twitter.com/hulyameral