united kingdom etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
united kingdom etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

INGILTERE VIZESINE BASVURU ISKENCESI


Bir süredir (bloğumu takip edenlerin ve arkadaşlarımın bildiği gibi) İngiltere’de yaşıyorum. Üniversite bittikten sonra 8 yıla yakın bir süre profesyonel çalışma hayatında yer aldım. Pek çok kişi gibi, çalışırken, aklımın bir yarısı, başka bir yerde yaşama fikriyle yoğrulduğu sırada olaylar olgunlaştı ve ‘neden olmasın’ diyerek kendimi İngiltere’de buldum.


 

Pek tabii bu böyle atladım uçağa geldim gibi olmadı. Bir kere İngiltere Konsolosluğu’nun Migros fişi gibi uzayıp giden, hiç bitmeyecek sandığım ve birini hallettikçe yenisi ortaya çıkan banka, tapu, ikametgah, fotoğraf ve daha sayamadığım onlarca evrakını toplama parkurunu atlatmam gerekti.
 
Evrakları toplarken işim bitmeye yakın Konsolosluk’tan online randevu alma işlemi ise ikinci aşama. (Kimi zaman, yoğun haftalarda 1 gün gecikmeniz sizi 5-7 gün ileri atabiliyor.) Elbette henüz bitmedi.
 

Gününde ve saatinde evraklarımı teslim edeceğim aracı kurum World Bridge’in kapısında olmalıydım. Evrakları teslim ederken aracı kurumun, evraklarım eksiksiz olduğu halde yönelttiği abuk subuk ve mantıksız ve tekrarlı sorulara da cevap vermek zorunda kaldım. İşlemimi alan kişinin yan gişede işlem yapan başka bir başvuru sahibini sanki onunla ilgilenen bu işi bilmiyormuş gibi (yine incitecek ve hesap sorar şekilde) nasıl ‘haşladığına’ şahit oldum. Benim evraklarımsa karmakarışık bir şekilde, hangi belgenin ne olduğuna bakılmaksızın derdest edildi. Psikolojiniz sağlam değilse veya yaşınız küçükse altından kalkamayabilirsiniz. (Aradan 6 ay geçti, umarım üslup ve tavırlar değişmiştir) 

Evrak tesliminden sonra sizi parmak izi vermeniz için başka bir sıra numarasıyla ışıkları karartılmış küçük odacıklara alıyorlar.

Parmak izi mevzuusu

Bu parmak izini vermesem olmaz mı diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bir şirketin yönetim kurulu başkanı veya CEO da olsanız, milyonların sevgilisi ünlü bir sanatçı da olsanız, sıradan bir vatandaş da olsanız parmak izini vermeden vize başvurunuzun gerçekleşmesi mümkün değil. Bir fotoğraf çekildikten sonra işlem tamam.
 
Bu aşamadan sonra elinize verdikleri kağıtta yazan referans numarası ile pasaportunuzun takibini yapacaksınız.

Aslında Hülya’nın Valizi’ne İngiltere ile ilgili deneyimlerimi, İngiltere’de yaşam, sosyal hayat, ekonomi, politika, habercilik, sanat galerileri, müzeler, spor, eğitim sistemi, eğitim koşulları, üniversiteler vs nasıl diye bölüm bölüm yazmaya başlamıştım ancak bu yazıyı öne çekmek daha mantıklı geldi. Çünkü taze taze bir vize gecikme ve uçak kaçırma vak’ası yaşadım.

Vize duvarı

İngiltere’ye üçüncü kez gitmek için vize başvurumu uzatmak istediğimde benzer olmasa da farklı sorunlarla karşılaştım. Biliyorum ki (şu an bu yazıyı okuduğunuza göre) pek çoğunuz yakın zamanda bu ülkeye turistik vize ile gitmeyi planlıyor ya da kiminiz çocuğunuzu yaz okuluna göndereceksiniz, bazılarınız master, doktora, phd araştırıyor, bazılarınızsa oradaki iş imkanlarıyla ilgili bilgi arayışında. Hepsine sonraki yazılarda değineceğim ama önce aşmanız gereken ‘vize duvarı’ ile ilgili bilgi sahibi olmanızda fayda var.

Bu konu önemli çünkü bu hafta (maalesef gerekli resmi işlemlerimi yaptırmış bulunduğum ve planlarımı ona göre yaptığım için) Londra’ya gideceğim. Bu, ülkeye 3. girişim olacak.

Dünyanın en pahalı pasaportunu kullanıyoruz

Öncesinde şunu belirtmekte yarar var. Son yıllarda, her ne kadar dünyanın en pahalı pasaportunu kullanıyor olsak da http://seyahatozgurlugu.blogspot.co.uk/p/seyahat-ozgurlugu-nedir.html(bakınız seyahatozgurlugu) halk olarak dışa dönük bir yaşam tarzımız oluştu ve ulaşım imkanlarının artmasıyla, şimdiye kadar hiç yurtdışına çıkmamış, pasaport sahibi bile ol(a)mayan insanlarımız, yurtiçi tatil ile yurtdışı tatilinin aynı fiyata geldiğini fark edip senede birkaç defa yurtdışına çıkar oldu.

Anne babalar çocuklarını eskisinden daha fazla yaz okuluna gönderiyor. Genç profesyoneller yıllık izinlerini birleştirip İngiltere havasını solumaya gidiyor. Halk olarak daha bir geziyor, keşfediyor, tadıyoruz ve bize sunulanın dışına çıkıp el yordamıyla bile olsa kendimiz geziyoruz ve hayatımıza farklı bir deneyim katmak için bu ülkenin yolunu tutuyoruz.

Vize başvurusu ve sendromu

Sorun nerede başlıyor biliyor musunuz? Gitmeyi öncelediğimiz ülkelere mutlaka vize başvurusunda bulunmak gerekiyor. Eee bunu zaten biliyoruz diyeceksiniz. Bilmek farklı, birebir yaşamak farklı.  

Londra’da yaşarken herşeyi birlikte yaptığım ve iyi anlaştığım arkadaş grubumla  haftasonu Belçika’ya gitmeye karar vermiştik. Elbette hiçbiri benim gelemeyeceğimi aklının ucundan bile geçirmemişti. Çünkü hepsinin cebinde AB pasaportu vardı, vize isteyen ülkelere bile sadece bir kağıt imzalayıp rahatça girebildikleri için toplu plan yapıyorlardı.

Schengen vizemin olmadığını ve vizeye başvursam da 3-4 gün içinde alamayacağım için gelemeyeceğimi söyleyince planı iptal ettiler ama o sırada yaşanan ‘büyük suskunluk’u anlatmak mümkün değil. Resmen ikinci sınıf insan pozisyonu. Üstelik onlarla aynı şartlarda yaşayıp İngiltere ekonomisine aynı paraları kazandırıyorken..

Yani İngiltere’ye gitmeyi aklınıza koyduysanız önce ‘vize sendromu’nu atlatmanız gerekiyor. Unutmuyorum, 1. ve 2. vizemde cetvelle ölçtüğüm ve gözlerime inanamadığım 8 cm kalınlığında belge ile başvurmuştum.

 
Gelelim üçüncü İngiltere vize başvuruma..Bir kere İngiltere iki sene öncesine göre çok daha zor vize veriyor. Bunun sebebi ülkenin çok ciddi bir darboğazdan geçiyor olması ve tıpkı kendisi gibi ekonomik kriz yaşayan İspanya ve İtalya başta olmak üzere Brezilya ve Çin gibi ülke vatandaşlarının akınına uğramış olması. Abartısız ifade ediyorum ki küçük şehirlerde değil ama özellikle Londra’da sağ-sol-ön-arka mutlaka bir İspanyol’a carpiyorsunuz.
 
Aşırı göç ve Londra gibi bir metropole fazlasıyla akın, ülkenin vize konusunda daha dikkatli hareket etmesine neden oluyor. Keza bir süre ülkede yaşayıp İngilizlerle arkadaşlık edip sırf Ingiltere vatandaşı olabilmek için İngilizlerle ‘göstermelik’ evlenenlerin sayısı az değil. İngilizler şayet iyi arkadaş olmuşsanız bu kağıt üzerindeki evliliklere `arkadaşıma yardım` gözüyle bakıp okey verebiliyorlar. (Bu sebeple Brazil nüfusu da gitgide artmakta..) Bizim toplum olarak (!) cokca onemsedigimiz evlilik konusunu onlar mevzubahis bile etmiyorlar.
Ingiltere`ye Goc
 
Bir de İran’dan ülkeye akın akın gelen bir güruh var ki, onların da İngiliz ekonomisine yük olduğunu söylememek mümkün değil.

Gözlemlerim, çeşitli insanlarla sohbetlerim ve okuduğum makalelerde şunu görüyorum ki her ne kadar açıkça dillendirilmese de yüklü miktarda para bıraktıkları için özellikle Ortadoğu’da yaşayan Kuveyt, Katar, Dubai ve Suudi Arabistan’dan gelen turistler veya öğrenciler tıpkı Türkiye’deki gibi çok seviliyor. Zira su gibi para harcıyorlar.
 
Birlesik Krallik Turkleri seviyor
 
Bir diğer sevilen millet ise inanmayacaksınız ama Türkler. Türkler ve tabii Kürtler, kimi göç ederek kimi de iltica ederek gelmişler ve uzun yıllardır Londra’nın yoğunlukla Harringey bölgesinde yaşıyorlar.

Pek çoğu bir işyeri sahibi ve ülke ekonomisinden aldıklarını fazlasıyla geriye kazandırıyorlar. İşletmelerin hepsi karlı ve her geçen gün yeni şubeler açarak veya yeni yatırımlara girişerek gelecek vaad ediyor, İngiliz hükümetinin gözüne giriyorlar. Dolayısıyla diğer AB ülkelerinden krizden kaçıp İngiltere’de umut arayanların tersine kambur olmaktan çıkıp ülke ekonomisine canlılık getiriyorlar.

Ingiltere`de Egitim

Eğitim için özellikle Londra’yı tercih edenlerin ve ülkeye yüzbinlerce pound kazandıran Türklerin sayısı hiç de az değil.. Bunu bir günde Oxford Caddesi üzerinde yürürken üst üste 3 ayrı ışıklarda yeşilin yanmasını beklerken karşılaştığım Türklerle deneyimledim. Hatta ışıklarda tanıştığım Türklerin listesini yapsam Londra’da bir dernek kurabilirim :) Nerden mi buluyorum Türkleri? Türkler Londra’da da yaşasalar, dil kursuna gelip İngilizceye birkaç bin pound da harcasalar yine birbirleriyle vakit geçirmeyi daha cazip buluyor ve tabii Türkçe konuşuyorlar :) Konuştukları şeylerden de öğrenci olduklarını anlamanız zor olmuyor..
 
Ingiltere`de Tatil
 
Turist olarak İngiltere’ye vize başvurusunda bulunanların sayısı da bu yıl patlama yaratmış durumda. Özellikle bu sene bayramlar, havaların iyi olduğu ve insanların yıllık izinlerini kullandıkları yaz dönemine gelince tercihler bu yönde olmuş. Eminim aynı durum gelecek yaz da yaşanacak. Siz de ülkeye gitmeyi planlıyorsanız sahiden abartmıyorum en az 1,5-2 ay öncesinden evrak toplayın ve hemen başvurunuzu yapın. Yoksa son başvurumda başıma gelen aynen sizin de başınıza gelebilir.

Ne mi oldu? Vize yenilemek için İstanbul’a gelir gelmez evrak hazırlamaya (toplamaya) başladım. Danışmanlık şirketim bir önceki hafta başvuruda bulunan birisinin vizesinin sırf hiç İngilizce belge vermediği icin ve banka dökümlerinin de Türkçe verildiği gerekçesiyle red aldığını ve mutlaka benim banka dökümlerimin İngilizce olması gerektiğini söyledi.

Döküm almak için evime en yakın İş Bankası’na gittiğimde, bu yıl yeni sisteme geçtiklerini ve İngilizce döküm için önce hesabın bulunduğu bankaya gidip başvurmam, ertesi gün de almaya gitmem söylendi. Evim Anadolu Yakası’nda, hesap açılan şube Galata’da olunca kafadan 2-3 gün sadece bir banka için ve diğerleri için de bitmek bilmeyen birkaç gün kaybettim. Tabii her bankanın değişken olmak üzere banka başına ortalama 52,5 TL istediğini belirtmemde fayda var. Dökümünüz Türkçe, sadece 1 sayfalık İngilizce önyazı için bu rakamı aldıklarını düşünürseniz, bankaların nasıl bir artı gelire sahip olduğunu tezahür edin..

Belgeler, belgeler.....

Fotoğraf çekimi, nüfus müdürlüğünden suretli nüfus kaydı, ikametgah, sahip olduğun malvarlıklarının fotokopisi, pasaport fotokopisi, varsa önceki yıllardan eski pasaportunun gerekli sayfaları ve başka vize aldıysan o sayfaların fotokopileri, varsa sponsor mektubu, İngiltere’de kalacağın süre içinde konaklayacağın yerden aldığın kabul yazısı ve depozito sayfası, eğitim için gidiyorsan okuldan önkayıt yazısı ve ilgili rakamın ödendi yazısı…vsvs 

İstenilen belgeleri yazarken bile yoruldum sahiden. Velhasıl başvurum bitti, parmak izimi verdim. 15 iş günü (3 hafta) sürecek bekleme aşamasına geçtim. Hesaba göre vizem kılı kılına yetişecekti ama uçuş tarihimin haftasonu olduğunu görüp Cuma günü Konsolosluk’tan çıkarırlar diye düşündüm. (Pazar günü uçağım vardı) Az değil, koskoca 3 hafta geçecekti ve ilk başvurum olmadığı için daha hızlı vize verirler diye saçma bir yanılgıya düştüm. (Önceki yıl Yunanistan’a Schengen başvurum 2-3 gün içersinde sonuçlanmıştı, İtalya başvurum ise 5 gün bile geçmeden elimdeydi..)

Cuma günü 15.47’de işlemimin tamamlandığına ve pasaport takibimi yapmam gerektiğine ilişkin bir mail aldım Konsolosluk’tan. Bunun anlamı, bugün kargo şirketine verilen pasaport ertesi gün, yani Cumartesi kargo şirketi tarafından bana teslim edilecekti.

Ne yazık ki Cumartesi sabahı kargo şirketini aramamla, pasaportumun ellerine ulaşmadığını öğrenmem bir oldu. Uçak biletim, konaklamam, okulum….v.s. her şey sarpa sardı. (o an vizem çıkmış olsa bile gidip gitmemek arasında kararsız kaldım...)

Haftasonu olduğu için de kimseye ulaşamamanın çaresizliyle Pazar günü gerçekleşecek uçuşumu kaçırdım ve biletimin tarihini gelecek hafta olarak değiştirmek zorunda kaldım.

Son 72 saat içersinde yapılan bir değişiklik olduğu için uçak bileti tutarı kadar bir meblağı yeniden ödemek durumundaydım.  Konaklamadığım bir yerin 1 haftalık bedelini (gereksiz yere) ödemek de cabası. Maddi yönünü geçtim, şu an Londra’da konaklayacak ‘ideal’ yer bulmak nerdeyse imkansız. Odaların hepsi dolmuş durumda. Belki gazete ilanlarıyla oda bulmanız mümkün ama merkezde bir yer olmayacağını bilerek aramanız gerekiyor.

İngiltere’de insanlar bizdeki gibi salon salomanje yaşamıyor

Dolayısıyla vaktinde gelmediğiniz her otel, ev, oda, student hall, sıranızı hiç umursamadan sırada bekleyen başka birine vermeye hazır. Bu sadece Londra için değil, tüm şehirler için geçerli. (Bu arada Londra’da şayet bir aile değilseniz ve 5.000 pound (15.000 TL) üzerinde kazanmıyorsanız genelde bir dairede oturmak yerine oda kiralamayı seçmek durumundasınız. Orada insanlar bizdeki gibi salon salomanje yaşamıyor.  Bu konuyu ayrıca yazacağım)

 
Dışardan bakılınca basit bir vize vak’ası olarak görülse de her şeyi çok önceden halledip sorunsuz gitmeye çalışırken sırf kıl payı ulaşmayan pasaport yüzünden bir hafta kaybetmem benim için önemli idi.

Artık daha çok dikkate alınmalıyız

Tüm olanları göz önünde bulundurduğumda, halk olarak artık daha fazla önemsenmemiz, Avrupa’ya milyarlarca Euro/Pound kazandıran genç nüfuslu ve gelecek vaad eden bir ülke olarak (her ne kadar AB’ye halen girememiş olsak da) bazı ülkelerden daha fazla dikkate alınmamız gerektiği görüşündeyim.

Pek çok AB ülkesi, bir hafta bile almayan bir süreçte vize sonucumuzu elimize ulaştırırken, İngiltere Konsolosluğu’nun 3 hafta süren vize değerlendirme süresini çok ama çok uzun buluyorum. Bu demektir ki, çok talep var ancak talebi karşılayacak kadar personel çalıştırılmıyor, çalıştırılıyorsa bile yetersiz geliyor.

Bence her ne kadar dunyanin buyuk ekonomileri olsalar da ekonomisi sallantıda olan ülkelerin ıskaladıkları bir şey var! Dünyada ciddi bir para sirkülasyonu var. Bu paranın önemli bir kısmı Türkiye’de (çok önemli bir kısmı Ortadoğu’da) ve genç nüfuslu Türkiye, tavan yapmış şekilde her zamankinden çok daha fazla tüketmek üzere kodlanmış, küresel ekonomiye bile isteye para akıtmak için hazır ve nazır bekler durumda. Bunun bir an önce farkına varsalar hiç fena olmaz.

Bana gelince; İngiltere’de belki bir master olabilir mi? diye araştırırken, yıpratıcı vize sendromu sayesinde bu isteğimden külliyen vazgeçtim. Bir daha İngiltere vizesi mi? Kalsın, ben almıyayım..Hele de kollarını açmış bir an önce ülkelerini ziyaret etmemizi bekleyen onlarca vize istemeyen ülke varken..

Ne dersiniz? Sizce artık Avrupa ülkeleri tarafından önemsenmeyi hak etmiyor muyuz?

Hülya Meral

SAATCHI GALERY'DE SOVYET RUSYA'NIN YÜZLERİ


Nihayet Londra’da güneşin tanıdını çıkarmaya başladık. Yine de havasına güven olmayan bu gri şehirde yaşamanın altın kuralı, çantada mutlaka bir şemsiye ve mevsimlik bir ceket bulundurmak. İngilizler güneşi görür görmez  parklara akın etmiş bile. Sokaklarda yüzü güneşe dönük ne kadar cafe varsa her biri hıncahınç dolu. Bu güzel havada yapılacak en güzel şey havanın tadını çıkarıp siesta yapmaktı ama ben şansımı uzun zamandır ziyaret etmeyi planladığım Saatchi Galery’den yana kullandım. 


Londra’nın en işlek meydanlarından Sloane Square’de bulunan, yılda 600 bin kişi ve 1.000 okulun gezdiği Galeri, önceki yıllarda Amerika, Hindistan, Almanya, Çin ve Kore’nin önemli new art sanatçılarının eserlerini sergilemiş. Galeri’nin bu seferki konuğu Sovyet Rusya. 

Geniş bahçesini geçtikten sonra zemin kattan itibaren başlayan 15 galeriyi üst katlara doğru sırasıyla gezmeye başlıyorsunuz.

Saatchi Galery'nin Sovyet Rusya'ya ayrılan galerilerinde, Eski Sovyetler Birliği’nin ardından toplumdan dışlanmış olan suçlular, yoksullar, hayat kadınları, uyuşturucu bağımlıları, evsizlik, kimsesizlik ve şiddet, 18 çağdaş Rus sanatçısının fotoğraf karelerine, tablolarına, eserlerine yansımış.

Ülkelerin politikaları değiştikçe bundan en çok etkilenen o kararları alan bürokratlar değil bilfiil o kararları uygulamak zorunda olan halk olur. 

Komünizmin ülkede çöküşüyle ortaya çıkan karmaşada yaşanan kaotik geçiş süreci ve bunun getirdiği kırılganlık, hiçlik, acı, öfke ve tiksinti, yaralı, orantısız ve kanserli organlarla, kan ve irinli bedenlerle, derin ama yaşlı, hasarlı, ‘rahatsız edici’ vücutlarla, bir teatrallik içinde verilmiş.

Galeri’nin bu bölümünü gezmek hassas mideler için oldukça güç ama sergilenen fotoğrafları gördükçe sarsılmamak mümkün değil. Özellikle komünizm sonrası geçiş sürecinde yaşayan Sovyet Rusya'nın yüzlerinin ilk kez İngiltere’de sergilenebildiğini düşününce..

Bir diğer galeride vücutlarında ağır dövmeleriyle ve çıplak vücutlarıyla Rus hapishanelerindeki tutukluların kan, şiddet, acı içeren fotoğrafları sergileniyor.  Hükümlüler sadece tattoolu vücutlarıyla değil gözleriyle de çok şey anlatmışlar.
Yıllarca müzikal sahnelerinin dekorasyonunu üstlenmiş olan klasik- postmodernist sanatçı Valery Koshlyakov’un 1995’te kartonlar üzerine ‘sticky art’ tekniğini kullanarak çizdiği Paris Grand Palace eseri, sıcak ve etkileyici renkleri ve kullandığı malzeme dolayısıyla ilgi çekici.

İtiraf etmeliyim ki beni en çok etkileyen Galeri 15’te yer alan İngiliz heykeltıraş sanatçısı Richard Wilson’ın geri dönüşümlü petrolü, beyaz duvarlar ve kolonlar içindeki sonsuz açık havuza yerleştirdiği simsiyah petrol havuzu 20:50 oldu. 

Eseri ilk gördüğünüzde aslında tavanda asılı bulunan beyaz zeminin ve ışıklandırmaların yerde olduğunu düşünüyorsunuz ama sonra ışıklandırmanın yönünü fark edip içi petrol, yani sıvı dolu simsiyah cilalı zemine daha doğrusu havuza baktığınızı anlıyorsunuz. 

Alan sanatçı tarafından o kadar matematiksel değerlendirilmiş ki holografik yanılsama yaşamamanız mümkün değil. Sizi kendi içine alıp siz de eserin içinde bir tonmuşsunuz gibi kullanıyor. Kolonlar ve mükemmel açılar sayesinde eserin nerede başlayıp nerede bittiğini fark edemiyorsunuz. Boşuna değil 20:50 ölmeden önce görülmesi gereken 1.000 eserden biri seçilmiş.

Londra'ya yolunuz düşerse sürekli değişen galerileri ve sanatçılarıyla, festivalleri, workshopları ve etkinlikleriyle, sürekli kendini yenileyen dinamizmiyle sanatın içinde sanat yaşatan Saatchi Galery'yi görmeden dönmeyin. 

 Hülya Meral

THE BEATLES’IN İZİNDEN LİVERPOOL



Bir jenerasyon onların şarkılarıyla yetişti. İngiltere’nin Liverpool şehrinde yerin üç kat altındaki küçük bir barda başladıkları macera, onları kısa sürede tüm dünyaya yayılan baş döndürücü üne kavuşturdu. Ellinci yıl dönümünde ünlü Rock Grubu The Beatles’ın ve yıllardır unutulmayan şarkılarının izini sürmek için Liverpool sokaklarındayım.


1960’lı yıllara damgasını vuran, dansları, kıyafet ve saç stilleriyle bir nesli peşinden sürükleyen The Beatles, şarkılarıyla verdikleri siyasi mesajlarla da ön plana çıkmış, müzik tarihinde ciddi bir akım başlatmıştı.
Grubu kuran John Lennon, daha sonra bir araya geldiği ve onlarca beste ve şarkı sözünü birlikte hazırladığı Paul McCartney, George Harrison, Ringo Starr ve bir milyarı aşkın plak satışının ardından geçen elli yıldan sonra bile grubun rüzgarı Liverpool sokaklarında esmeye devam ediyor.

Rock 'n' Roll’un baş tacı olduğu yıllar
Elvis Presley, Buddy Holly, Bill Haley gibi isimlerin rock 'n' roll müzik sounduyla popüler olmaya başladığı 1950’lerin son yılları. Adeta kültürel ikon haline gelen bu isimler, müzik tarihine yeni bir sayfa açıyor, şarkılarıyla rock 'n' roll’u baş tacı haline getiriyor.

Liverpool’da yetişen, yavaş yavaş şehrin barlarında çalıp söylemeye başlayan dört genç adam da bu akımı takip edip örnek alarak, besteler yapıp şarkı sözleri yazmaya başlıyor.
Grubun doğuşu
Önce farklı grup isimleriyle, sıradan sayılabilecek barlarda sahne alan İngiliz rock grubunun ismi, McCartney’in önerisiyle ritim anlamına gelen "beat" sözcüğünden esinlenilerek The Beatles ismini alıyor.

Ardından yerin 3 kat altına inen Covern Club’ta çalıp söylemeye başlıyorlar ve bu mahzen tarzı bar, grubun kaderini değiştirip baş döndürücü şöhrete giden ilk basamak oluyor.




The Beatles, 1962 yılında, Liverpool şehrinden Londra'ya giderek, meşhur Abbey Road stüdyosunda "Love Me Do" adlı şarkılarını kaydediyor.



İlk single'ları olan ‘Love Me Do’yu 50 yıl önce bu zamanlarda çıkaran grup kısa sürede o kadar tutuluyor ki çıkardıkları plak, Plak Perakendecileri listesinde 17. sıraya kadar yükseliyor. Bu hızlı yükselişte grubun menajeri Brian Epstein ve 5. "Beatle" denilen prodüktör George Martin’in katkılarını yadsımamak gerek.

Grubun ilk albümü ‘Please, Please Me’ Mart 1963'te piyasaya çıkıyor. İngiltere'nin en önemli dört müzik listesinde bir numara olup Plak Perakendecileri listesinde 30 hafta ilk sırada kalıyor.
Kısa süre sonra grup üyelerinden Paul Mc Cartney’in bestesi ‘Yesterday’, aylarca radyolarda en çok çalınan parça oluyor. 1965'te Kraliçe 2. Elizabeth grubun tüm üyelerine Britanya İmparatorluğu Nişanı veriyor.
Beatlemania fenomeni
The Beatles rüzgarı dalga dalga yayılıyor. Dördüncü single'ları 'She Loves You' nun bir aydan kısa bir süre içinde 750 bin adet satmasıyla Şubat ayında The Beatles ilk İngiltere turuna çıkıyor ve 'Beatlemania' fenomeni denilen akım başlıyor.

Torbalar dolusu mektuplar
Her renk ve sınıftan genç, üç yıl boyunca çığlıklarla ve coşkuyla katıldıkları her konserde grubun peşini bırakmıyor, ‘Yeah Yeah’ sesleriyle konserlerde gruba eşlik ediyor.  Fan Kulüp sekreteri Freda Kelly’nin anlattığına göre, The Beatles için torbalar dolusu mektuplar geliyor, günde 2 bin, hatta 3 bin mektup ulaştığı oluyor ve hepsi cevaplandırılıyor.
Beatlemania kısa sürede dünyayı sarıyor ve grubun şarkıları çok kısa bir periyotta dünyanın pek çok ülkesinde, sosyal ve kültürel değişikliğe sebep oluyor. Grubun yükselişi bir bakıma savaş sonrası ortaya çıkan ve tüketim toplumunun cafcafını reddeden gençliğin ortaya çıkışıyla çakışıyor ve etkisi kartopu gibi büyüyor.
Grupta çatırdamalar
Her şey yolunda giderken grupta çıtırdamalar başlıyor. Üzerinde çok kez yorum yapılan John Lennon- Paul Mc Cartney anlaşmazlığı artık saklanamaz hale geliyor.

Artık İsa'dan daha popüleriz
Yıl 1966’ya geldiğinde John Lennon Amerikan dergisi Datebook’a verdiği bir röportajda 'Biz artık İsa'dan daha popüleriz. Hangisi daha önce yok olur, rock 'n' roll mu, Hristiyanlık mı bilemem. İsa iyiydi de havarileri aptal ve sıradandı.' diyerek hem kendi kaderini hem grubun kaderini değiştiriyor.   

Bu sözler önce ABD'de yaygara koparıyor. Ardından diğer ülkelere de yayılan protestolara neden oluyor. Beatles karşıtı gösteriler düzenleniyor, radyolar grubun müziklerini yasaklıyor. Olaylar o kadar tırmanıyor ki albümleri yakılıyor.
Grup 1966’nın Ağustos ayında Revolver'i yayınlayıp son ticari konserlerini San Francisco'daki Candlestick Park'ta veriyor.  Dört yıl gibi kısa bir sürede dünya genelinde verdikleri 1.400 konserle tüm zamanların rekorunu kıran grup 1970’e gelindiğinde artık albüm yapmayacaklarını duyuruyor.

Hala ciddi bir hayran kitlesine sahip olan grubun önemli ismi John Lennon inişli çıkışlı bir hayat yaşıyor ve tam  müzik dünyasına dönüş yapacağı sırada,  akli dengesi yerinde olmadığı iddia edilen Mark David Chapman tarafından 1980 yılında suikaste uğrayıp hayatını kaybediyor. Grubun bir diğer üyesi George Harrison ise 2001 yılında kanserden hayatını kaybediyor.

İşte tüm bu bilgiler zihnimde, buz gibi bir Liverpool sabahında vardım şehre. Güne geç uyanan şehrin ıssız sokaklarının yavaş yavaş hareketlenmesini izledim.

Neoklasik devlet binalarıyla çevrelenmiş Dünya Kültür Mirası listesindeki şehirde ilk durağım Albert Dock. Mersey nehri kenarındaki, eskiden liman olarak kullanılan, şimdilerde The Beatles Story, Tate Liverpool, Slavery Museum, Merseyside Maritime Museum gibi yapıları barındıran  Albert Dock’taki bazı bölümler, özellikle üst katlar konut olarak kullanılıyor.

The Beatles’ın özel eşyaları ve müzik aletleri
İçi küçük bir liman görüntüsündeki sofistike dizayn edilmiş alanın en kalabalık yeri şüphesiz The Beatles grup üyelerinin özel eşyalarının, kült haline gelmiş müzik aletlerinin ve aslında iç dünyalarının sergilendiği The Beatles Story. Bilet fiyatları haklı olarak yüksek ama aileler veya gruplar için paket fiyat oluşturmuşlar.

Albert Dock’ta müze ve galerilerin haricinde dünya mutfağını tadabileceğiniz pub ve restoranlar, hediyelik eşya satın alabileceğiniz dükkanlar, oteller ve şehri yukarıdan görmeyi sağlayan Londra’daki London Eye benzeri dönme dolap gibi -hava güzelse- değerlendirilebilecek pek çok  alan var.




Chagall’ın ‘Modern Master’ sergisi Haziran’da Tate Liverpool’da
Albert Dock’ın bir bölümü modern sanat galerisi Tate Liverpool’a ait. Realist sanatçı Sylvia Sleigh’in İngiltere’deki ilk retrospektif sergisine denk geliyorum. Sanatçının modern ve çağdaş sanat eserlerini inceleme şansım oluyor. Haziran- Ekim ayları arasında Tate Liverpool’da gezilebilecek Marc Chagall’ın Modern Master sergisinin detaylarını öğreniyorum.

Alışverişin ve sanatın kalbi The Bluecoat
Nehirden gelen soğuk içime işliyor, çareyi şehrin içine doğru ilerlemekte buluyorum. 


Liverpool'un simgesi
Liverpool’un en hareketli caddeleri Liverpool One ve Cavern Quarter’ı gezip şehrin ünlü lokasyonu The Bluecoat’a geldiğimde alışverişin kalbi olan alanda dolaştığımı fark etmem güç olmuyor. Sokaklar şık giyinen gençler ve çılgınca alışveriş yapan insanlarla dolu.

The Bluecoat’taki galerilerde sergilenen çağdaş sanat ve eklektik tasarımları, moda ve craft mağazalarını gezip China Town’a geçiyorum. 


Buraya kadar gelmişken Avrupa’daki ilk Çin mahallesindeki küçük, kutu gibi restoranlarda noodle tatmadan gitmek olmaz. 




Hemen yakınında Liverpool Katedral’i var. İçeriye girmek için sıra bekliyorum. Katedral Avrupa’daki diğerleri gibi oldukça ihtişamlı.
The Beatles grubunun ünlendiği Cavern Club

Hava kararmak üzere.  Restoranlar ve publar yavaş yavaş geceye hazırlanıyor. Rotayı The Beatles grubunun ünlendiği Cavern Club’a çeviriyorum. 





Barlar sokağının başından itibaren ışıltılı barlar ve müzik sesleri, barların önünde soğuğa aldırmadan ellerinde kadehleriyle sigara içen kalabalık ve sokağın sonuna geldiğimde üç kat merdiven inerek ulaşabildiğim Cavern Club sahnesi var.

Kiremit duvarlarla kaplı, bugün bile izdihamdan zorla girebildiğim kulüpte yerli halktan insanların yanı sıra benim gibi keşfe gelenler ve barın çeşitli bölümlerinde fotoğraf çektirenler de var. Bazı duvarlara camekanlı bölüm hazırlanmış ve grubun müzik aletleri sergileniyor. İsteyenler için baskılı t-shirtler, kupalar ve John Lennon gözlükleri gibi fenomen haline gelmiş eşyalar satılıyor.




Günü, dolup taşan Cavern Club’ta bitirip kendimizi rock 'n' roll’un sihirli tınılarına bırakıyoruz. Zamanın ruhunu yaşamak ve rock 'n' roll’un büyüsüne kapılmak istiyorsanız The Beatles’ın izini sürüp Liverpool sokaklarında keyifli vakit geçirebilirsiniz.


İyi seyahatler

Hülya Meral

twitter: hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi