NOEL'DE MANCHESTER

İlkokul yıllarımda Pazar akşamları evde bir koşuşturmaca olurdu. Tatil biter, ertesi gün işe veya okula gideceklerin kıyafetleri ütülenir,  ütü,  kıyafetlerin üzerinde gezindikçe çıkan buhardan bütün ev deterjan ve yumuşatıcı kokardı. Pazartesi kontrol edilecek ödevler son dakikaya yetiştirirken diğer yanda tek kanallı dönemin televizyonu TRT’de  spor spikerlerinin ve maç coşkusunun sesi duyulurdu. (Fazla değil iki yıl sonra özel televizyonlar yayın yapmaya başladı..) Dimağımda yer eden bir deterjan kokusu, iki Manchester United maçları..

Çocukken Pazar akşamları kulağıma çalınan maç seslerinden sonra Manchester United takımının şehrine gelip bir süre burada yaşayacağımı ve nerdeyse her gün Old Trafford’un önünden geçeceğimi kim bilebilirdi..
Manchester’a ilk kez beş yıl önce burada eğitim gören kardeşimi ziyarete gelmiştim. O zaman Londra’ya göre pek küçük gelmişti gözüme, hoş halen de öyle ama bu sefer şehrin enerjisini daha çok hissediyorum. Karşılaştırırsam Londra İstanbul, Manchester Bursa gibi..
Ulaşım çok rahat, en uzak mesafeye bir saatte varabiliyorsunuz. Londra'ya trenle gitmek 2 saat sürüyor. Liverpool’a da çok yakın. 45 dakikada otobüsle başka bir şehre geçmek mükemmel.

Zaman zaman Manchester’da keşfettiğim şeyleri burada paylaşacağım ancak bu hafta Manchester’ın en hareketli haftası zira şehir, tüm hristiyan dünyası gibi Christmas  günlerini yaşıyor. Bu sebeple daha çok Manchester noeli nasıl yaşıyor ondan bahsedeceğim.
Şehrin ünlü meydanı Piccadilly Gardens ve her ara sokağı mini pazar halinde.
Her noktada sokak yemekleri, tatlılar, sıcak şarap, noel şapkası ve balonu satan seyyar satıcılar..
Paella
Pancakes
Dükkanlarsa ayrı bir renk. Kimi herkesin heyecanla beklediği Boxing Day’i (26 Aralık’ta satılan her şey dip fiyata iniyor, bu özel güne verilen isim) bekleyememiş, camına SALE yazısını yapıştırmış bile.
Şu ana kadar gördüğüm fiyatlar nerdeyse Türkiye ile aynıydı ama Boxing Day’de örneğin 45 poundluk bir kremi 5 pounda (başkasına kaptırmazsanız) alabiliyorsunuz. Hatta İngiliz bir arkadaşım 170 poundluk Ugg’ı 70 pounda almayı başardı !
Burada 70 yaşındaki elinde Pazar çantası ve şemsiyesiyle dolaşan beyaz saçlı teyzeler bile Ugg giyiyor.
İngilizler şu an ceplerindeki tüm parayı noel ağacının altına koyacakları hediyeler, alkol ve noel yiyecekleri için harcadı, son kalan paralarını da Boxing Day’de kullandıktan sonra uzunca bir süre inzivaya çekilecekler.
Ekonomik hareketlilik  şu an 18 yaşındaysa haftaya 80’li yaşlara gelecek.
Tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi burada da sokak şarkıcıları ünlü caddelere renk katıyor.
Nerdeyse her sokakta geleneksel bir mutfağa denk gelmeniz mümkün.

En kısa zamanda İtalyan ve Hint mutfağını denemek istiyorum. Türkler de restoran açmayı ihmal etmemiş. Cafe İstanbul ve Topkapı Restaurant’ta kebap, meze, baklava vs yiyebiliyorsunuz.
Piccadilly Gardens’tan Market Street’e doğru ilerlediğinizde devasa alışveriş merkezi Arndale’i ve hemen önünde bulunan Christmas Market’i görüyorsunuz. 25 Aralık gecesi saat 12.00’de Manchester yeni yıla bu alanda giriyor.
25 Aralık’ta yeni yılı, 26 Aralık’ta Boxing Day’i atlatan İngilizler uzunca bir süre evlerinde vakit geçirmeye hazırlanıyor.
Hülya Meral

Facebook: Hülya'nın Valizi

SEYAHAT SOHBETLERİ- UGANDA- SEDA MEŞELİ

 
ODTÜ'de Psikoloji okuyordun, 22 yaşındaydın. Fransızca dersleri vererek biriktirdiğin parayla Uganda'ya gitmeye karar verdin. Nasıl gelişti, bahseder misin?
 
Afrika’ya karşı hep bir merakım vardı, dolayısıyla Afrika’ya gitmek hep aklımdaydı. Üzerine okuyor, yazılmış blogları takip ediyor, hayal kuruyordum. Sonra bir gün “Neden gerçekleştirmeyeyim ki bu isteğimi?” diye düşündüm, ama bu sefer sadece seyahat etmek yerine gönüllü olarak da çalışmayı kafama koymuştum.
 
En başlarda aklımda hangi ülkeye gideceğime dair bir fikir yoktu, gönüllük sitelerini incelediğimde Uganda çıktı karşıma. Hem güvenli bir ülkeye benziyordu hem de benim gideceğim vakit kuru mevsime denk geliyordu, yani hava şartları olumluydu. İnternette Uganda’yı araştırdığımda üzerine pek bir şey bulamamam beni daha da çok heyecanlandırdı ve gitmeye karar verdim. Çevremin tepkisiyse çok olumlu oldu, ailem ve arkadaşlarım beni çok desteklediler ve bloğuma yaptıkları yorumlarla motivasyonumu hep en yukarıda tuttular.
'Ne yapacaksin Afrika'da, orada yamyamlar var!' yorumlarına aldırmadın. Ne kadar süre kaldın?
Afrika’da 2 ay kaldım, gönüllü olarak çalıştığım köyde ise (Kisiita’da) 1 buçuk ay kaldım. Diğer 15 gün boyunca ise Kenya’yı gezdim.


"AFRİKA HAKKINDA O KADAR GÜÇLÜ ÖNYARGILARIMIZ VAR Kİ ORANIN GÜVENLİ OLABİLECEĞİNE İNANAMIYORUZ"
Senin yaşında biri genelde daha güvenli, daha konforlu bir ülkeye gidip modern hayatın, eğlencenin içinde olmak ister. Giderken güvenlik, sağlık, yiyecek gibi konularda sıkıntı yaşayan bir ülkeye gidiyor olmak seni ürkütmedi mi? Hep böyle cesur muydun?
Benim yapımda var sanırım, öyle çok konfor, çok lüks olunca rahatsız oluyorum. Beş yıldızlı otellerde gerçekleştirilen tatiller bana pek cazip gelmiyor. Güvenli olması önemli tabi ama Afrika hakkında o kadar güçlü önyargılarımız var ki oranın güvenli olabileceğine bir türlü inanamıyoruz. Ben gideceğim yerde herhangi bir güvenlik sorunu olmadığını önceden biliyordum. Onun dışında aşılarımı yaptırdım, sivrisineklere karşı da her akşam sivrisinek kovucu sprey sıktım. Yiyecekse hiç sorun değildi, sonuçta oradaki insanlar ne yiyorsa onu yemeye hazırdım.
Aslında bana cesur diyorlar da bu seyahati gerçekleştirdiğim ben, hala cesur olduğumu düşünmüyorum. Orası da dünyanın bir köşesi, orada da bizim gibi insanlar var, neden oraya gitmek ayrıca bir cesaret gerektirsin ki? Oraya gittiğimde bir sürü Avrupa ülkelerinden gençle tanıştım, benim gibi gönüllü çalışmaya gelmiş, tamamen kendi isteğiyle.. Onlara “Türkiye’de neredeyse bir kahraman olarak anıldığımı” söylediğimde onlara çok garip geliyordu bu durum.
"SARI HUMMA VE HEPATİT A AŞISI YAPTIRMAK GEREKİYOR"
Gitmeden önce sıtma, sarı humma aşısı yaptırmak gerekiyor mu? Nasıl bir süreç işliyor? Bazı ülkelerde 6 ay öncesinden başlayıp her ay 1 kez aşı olmak gerekiyor, Uganda için durum nasıl?







Sıtma aşısı yok. Sarı humma ve Hepatit A aşısı yaptırmak gerekiyor. Ben de sarı humma aşısı oldum (Hepatit A geçirmişim küçükken). Sıtmadan korunmak için bana antibiyotik verip her gün içmemi söylemişlerdi. Ama her gün antibiyotik almak sakıncalı bir durum olduğundan ben sadece sivrisineğe karşı sprey sıkmakla yetindim. Zaten kuru mevsimde olduğumuzdan çok büyük bir risk de yoktu. Sonuçta da ciddi bir sağlık sorun yaşamadım.


URUGUAY DEĞİL UGANDA
 
Uganda'ya Brüksel aktarmalı gittin? Yolculukta herhangi bir sıkıntı yaşadın mı? Pasaport geçiş noktasını anlatabilir misin?
Brüksel aktarmalı gittim, Brüksel’de havaalanında transit bölgede kalarak Uganda uçağına bindim sonrasında. Belçika vizesi almak istemediğim için -hem bir gün vardı iki uçuş arasında hem vize alma süreci çok yorucu bir süreç hem de çok pahalı- Yalnız Türkiye’den Brüksel uçağına binerken Brüksel’den “Uruguay” a uçuş yokmuş diyerek geçirmek istemediler beni. Yok diyorum Uruguay değil, Uganda. Bayağı vakit aldı araştırıp soruşturup beni kontrol noktasından geçirmeleri. Daha sonra Brüksel’de havaalanında takıldım, ev yapımı sandviçlerimi yedim, kitap okudum ve bir gün beklediğim Uganda uçağımı kaçırayazdım. Ama sonrasında sağ salim uçağıma ulaştım işte.

Gittiğin andan bahsedebilir misin? Nerede konakladın? Kimlerle tanıştın? Sana nasıl davrandılar?
Uçakta şimdi eşim o zamanlar erkek arkadaşım olan Xavier ile buluştum, o Belçika’dan binmişti uçağa. İnternetten http://pigmelerledans.blogspot.com/ adresinde yazan ve Uganda’da yaşayan Meltem Yaşar’la irtibata geçtim. Hatta gitmeden önce irtibata geçtiğim sivil toplum örgütünün yerine bir bakıp bakamayacağını sormuştum. Şans eseri yerleri Meltem’in evinin hemen yakınında çıktı. Gitti, konuştu, fotoğrafını gönderdi. Sonrasında birkaç gün nerede çalışacağım belli olana kadar onun evinde kaldık. Sağolsun bizi tanımadan evini açtı. Bence Türk olmanın avantajlarından biri bu. Uganda’da bile olsa bir Türk bulursan emin ol sokakta kalmazsın. Yurt dışına pek çıkmadığımız için Türkler arasında hemen bir arkadaşlık bağı, yardımlaşma oluyor yurtdışında bir ülkede.
 
Çalışacağın yeri nasıl organize ettin?
Bir sivil toplum örgütü yönlendirdi beni, şehirde yer yokmuş seni köye göndereceğiz dediler. Ben de hayhay dedim, zaten ben de kırsal bir bölgede çalışmak istiyordum.
"ORTADA OLAN TEK ŞEY SINIFTI. DEFTER, SIRA, TAHTA HİÇBİR ŞEY YOKTU"
Derslerde neler yapıyordunuz, hangi şartlarda eğitim verdin?
Genelde drama dersleri veriyordum. Drama dersleri ile onlarla iletişim kurmaya, onları anlamaya çalıştım. Ortak bir dil yaratmaktı amacım. Kendilerini ifade etmeleri, yaratıcı olmaları için teşvik etmeye çalışıyordum genel olarak. Türlü türlü oyunlar oynadık. Hayal kurduk, konuştuk, anlattık, paylaştık. Çok eğlendik birlikteJ Bir süper kahramanlar oluyorduk, bir doğaç yapıyorduk, sonra müzik yapıyorduk, resim çiziyorduk.. Doğada yapıyorduk çalışmaları, hava mis gibi, geniş, yemyeşil alan var, saatlerce oyunlar oynuyorduk dışarıda. Benim verdiğim dersler beden eğitimi diye geçiyordu, çocuklar sabahın köründe odamın kapısında belirip “Madam Seda beden eğitimi var mı bugün?” diye soruyorlardı...
Yine benim okuldakiler şanslıydı, oturacak sıraları, yazacak tahtaları vardı, her ne kadar kimi zaman sınıfların kapı ve pencereleri olmasa da. Ama bir kez bir okula gittik ziyarete, orada yaşanan tam bir sefaletti. Ortada olan tek şey sınıftı. Defter, sıra, tahta vs. hiçbir şey yok. Sadece öğretmen ve öğrenciler.. Onlar da yerde yapıyorlar dersi. Sonra birden çalıştığım okul Esukanesi gözüme iyi görünmeye başladı, dedim meğer biz ne zenginmişiz J
 
"KURAKLIK ! BU SORUN ÇOCUKLARI ÇOK KORKUTUYORDU" 
 
Drama derslerinde örnekledikleri karakterlerden onların dünyalarına girme, onları daha yakından tanıma fırsatı yakaladın. En çok neyi önemsiyorlar ? 
Uganda’ya gitmeden önce drama aktiviteleri vardı kafamda, kitaplar taşımıştım yanımda ama Ugandalı çocuklara hitap eder mi kestiremiyordum. Sonuçta hiç beklemediğim bir performans yakaladım! Ne düşünüyorlar, dertleri tasaları ne, ne arzuluyorlar hemencecik dökülüverdi dersler sırasında. Benim hiçbir şey sormama gerek kalmadı. Örneğin bir sorun bulmaları ve bu sorun üzerinden bir doğaç oluşturmalarını istediğimde hemen her doğaçta “kuraklık” sorunu çıkıyordu. Bu sorun çocukları çok korkutuyordu, ya yağmurlar durursa da bir şey yetişmezse, aç kalırız diye. Orada doğa kurallarının çok farkındalar çocuklar, doğayla birebir ilişki halindeler.
"DENİZ VE KAR’IN NE DEMEK OLDUĞUNU İFADE ETMEM ÇOK ZOR OLDU"
Ülkelerinde hiç görmedikleri için 'deniz' ve 'kar'ın ne demek olduğunu tarif etmem çok zor oldu. Deniz veya kar resmetmelerini istediğimde çok farklı şeyler çizdiler.

Derslerde İngilizce konuşuyordunuz? Çocuklarla arandaki iletişim nasıldı? Örneğin onlar sana İngilizceden sonra kullanılan ikinci dil Svahili dilini, sen de onlara Türkçe öğretmeyi denediniz mi?
Evet ingilizce konuşuyorduk. Onların ingilizcesi biraz değişik yalnız, koloni oldukları zamandan kalma bir ingilizce. “I should go” diyeceklerine “I should vacate” diyorlar mesela, böyle kimi zaman artık günümüz İngilizcesinde kullanılmayan kelimeleri kullanıyorlar. Bir de her kelimenin sonuna “i” ekliyorlar. “rabit” değil de“rabiti”, “flower” değil de “floweri” gibi. Önceleri biraz birbirimizi anlamakta zorlandık ama sonra alıştık bir şekilde.
Anaokulu yaşındakilerle hiç anlaşamıyordum. Çünkü orada çocuklar ingilizceyi okulda öğreniyorlar, yoksa kendi aralarında, aileleriyle “lugandaca” konuşuyorlar. Benim köyümde svahili değil de lugandaca konuşuluyordu. Ben Türkçe öğretmedim. Onlar bana Lugandaca öğretmeye çalıştılar. Hatta kalem ve kitap kelimeleri hatırladığım kadarıyla onların dilinde de aynıydı, bayağı şaşırmıştım. J

"KİSİİTA'YA 1960'LARDAN SONRA GİREN İLK BEYAZ BENDİM"
Beyaz olduğun için sıkıntı yaşadın mı? Muzungu diyorlar değil mi beyazlara?
Beyaz olduğum için her yerde ilgi çekiyordum. Ama Kisiita’da çok daha fazla çünkü oraya 60’lardan sonra giren ilk beyaz bendim! Drama aktiviteleri sırasında bir şey anlatırken bir bakıyordum bazen bir çocuk çaktırmadan saçımı eline almış inceliyor. Birini dikkatle ayak parmaklarıma bakarken buluyordum mesela. Çok merak ediyorlardı benimle ilgili her şeyi. Çocuklar sürekli Türkiye’yle Avrupa’yla ilgili sorular soruyorlardı. Daha yaşı büyük olanlar “Nasıl Avrupa’ya gidebilirim?” eksenli sorular soruyorlardı. “Bana Avrupa’ya gitmek için maddi olarak destek ol” diyenlerin sayısı da az değildi. Veli toplantısında bir anneanne, torununu Türkiye’ye götürmemi istemişti şakayla karışık. “Muzungu”san, yani beyazsan, kesinlikle çok paran olduğunu düşünüyorlar orada. Eh bunu da anlamak çok güç değil aslında..
"PEYNİR ALMAK İÇİN İKİ SAATLİK YOL GİTMEK ZORUNDA KALDIM"
Bazı yerlerde elektriğin sık sık kesildiğini, peynir almak için iki saatlik yol gitmek zorunda kaldığını, çoğunlukla kuru fasulye yediğini biliyorum. Neler yedin içtin?
Hep fasulye hep fasulye. Bir de ‘matooke’ yani pişirilebilen bir muz türü. Bir de unla yapılan ekmeğe benzer bir şey daha. ‘Jake fruit’ vardı, kocaman bir meyve mayhoş bir tadı var. Ananas ve tutku meyvesi yiyordum arada bir de. Ama kuru mevsimde olduğumuz için pek meyve bulamıyordum. Hep aynı şeyi yiyorduk, kuru fasulye. Farklı birşey yemek için hafta sonunu beklemem gerekiyordu, o zaman en yakındaki kasaba olan Masaka’ya gidip bir öğün de olsa farklı bir şeyler yiyebiliyordum. Bir de ben peyniri çok severim ama orada peynir üretilmiyordu ve Masaka’da yalnızca bir bakkalda bulabiliyordum peyniri. Kaldığım köydeyse elektrik ve dolayısıyla buzdolabı olmadığından hiçbir şey saklayamıyordum. Bir gün peynir almak için iki saatlik yol gitmek zorunda kaldım. Dolayısıyla kurufasulyeye tabii kaldım bir buçuk ay boyunca.

"SITMADAN HAYATINI KAYBEDEN ÇOCUKLAR, BEBEKLER VARDI"
Kisiita'dan çok etkilendiğini okudum? Neler deneyimledin orada?
Sıtmadan hayatını kaybeden çocuklar, bebekler vardı. Yediklerinin zengin olmaması en büyük sorunlardan biriydi. Kimi çocukların kafalarında vücutlarına yeterince vitamin alamamaktan dolayı yaralar oluşmuştu. Aids olan çocuklardan bahsediliyordu ama ben benim okulumda şahit olmadım.
Bir kez de benim ayak parmaklarıma elma kurdunu andıran kurtçuklar girmişti. Parmaklarım şişmeye başladı. Neyse ki daha önce buna tanık olmuşlardı ve öğretmenler aletleriyle ayağımdaki parazitleri hemen çıkardılar. Tozdan oluyormuş meğer, pislikten. Daha sonradan tekrar girdi ama ben de artık daha büyümeden nasıl çıkarıldığını öğrenmiştim. Gerçi bu AIDS, sıtma gibi hastalıkların yanında hiç büyük bir sorun değil. Ama o zaman gerçekten korkmuştum.
"KİSİİTA’DA İNSANLAR DOĞA KURALLARINA BİRİNCİ DERECEDEN BAĞLILAR"
Kisiita’da insanlar doğa kurallarına birinci dereceden bağlı olarak yaşıyorlar. Yağmur yağmazsa, ekinler büyümez bu kadar basit. Doğanın dengesinin bozulması halinde ilk olarak etkileneceklerinin farkındalar. Bu röportajı okuyanlardan bir rica: Ne olur tükettiklerinize dikkat edin, attığınız adımların dünyaya olan etkisini aklınızdan çıkarmayın. Dünyanın bir yerinde doğanın dengesinin bozulmasıyla oluşabilecek olumsuzlukların sonuçlarıyla bizden önce yüzleşeceklerin olduğunu unutmamak gerek.
Uganda diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi AIDS dolayısıyla kayıp veren bir ülke..
Onlar AIDS hakkında çok fazla şey biliyorlardı, sonuçta günlük yaşamlarının merkezinde bir olay. Uganda AIDS oranını düşürme konusunda Afrika’ya örnek olacak bir ülke. 1990’lı yıllarda hem devletin hem de sivil toplum örgütlerinin çabalarıyla AIDS’e karşı bilgilendirme kampanyaları başlatılmış ve bu kampanyalar sonucunu vermiş. Örneğin 1991’de yetişkinlerin yüzde 15’i HIV virüsüne yakalanmışken şu anda yetişkin nüfusun yüzde 6.5, çocuk nüfusunun ise 0.7 oranında bu virüsü taşıdığı düşünülüyor. Bu da Afrika standartlarında oldukça iyi.
Tüm seyahatin boyunca ne kadar harcadın?
2 bin TL harcadım, bilet, vize her şeyi dahil.
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi

 
 

UMBERTO ECO'DAN YENGEÇ ADIMLARIYLA

Tempo Dergisi’ne yazdığı eleştirel popüler kültür yazılarıyla ve listelerden inmeyen çok satan kitaplarıyla tanıyoruz onu. Eleştirmen, yazar, bilim adamı, düşünür, edebiyatçı Umberto Eco.
 İtalyan yazar, Türkiye’deki ününü Gülün Adı ve Foucault Sarkacı isimli kitaplarıyla elde etse de son yıllarda yazdığı edebiyat, tarih, medya ve iletişim yazılarıyla ilgimizi çekmeye devam ediyor.
 
En son Doğan Kitap'tan çıkan Güzelliğin Tarihi, Çirkinliğin Tarihi ve Prag Mezarlığı kitapları yayınlanmıştı. Şimdiyse Eco’nun 2000- 2005 yılları arasında yayımlanan makale ve konferans metinlerinin biraraya getirilmesiyle oluşturulmuş ‘Yengeç Adımlarıyla’ kitabı geçtiğimiz haftalarda kitapçı raflarının yeni çıkanlar bölümünde yerini aldı. 
 
 
11 Eylül saldırılarından, Saddam’a, Silvio Berlusconi’den Çin’in gelişmesiyle harekete geçen ‘Sarı Tehlike’ye, coğrafya üzerinde meydana gelen pek çok olayı ve olguyu değerlendiren Eco, tarihin artık ‘yengeç adımlarıyla’ yani geriye giderek ilerlediğini öne sürüyor.
 
 
Son 20 yılda Kosova, Körfez, Afganistan ve Irak’ta meydana gelen olayları, 11 Eylül saldırılarıyla yükselişe geçen İslamofobi ve kültürel antropoloji ekseninden değerlendiren Eco, sıcak savaşlar, terör, köktendincilik, ırkçılık, din savaşları, çoğulculuk, antisemitizm, siyaset, medya sahiplikleri ve iletişim gibi parametreleri nesnel örneklerle ele alıyor.
 
 
Geleneksel medyadan yeni medyaya geçişle medyanın kimlik değiştirmesine atıfta bulunmayı ve ironiyi de ihmal etmiyor.
Yaşadığımız dünyanın, arzu edebileceğimiz dünyaların en iyisi olmadığı aşikar. Sürekli yengeç adımlarıyla devam etmemek için ‘birbirimize’, internet, teknoloji ve sosyal medya ile sınırları kalkan kültür çeşitliliğinin zenginliğine entegre olmak ve küresel hoşgörüyü içselleştirmek belki de üzerinde düşünmemiz gereken önemli konulardan biri.
Eco’nun ‘Yaşamın, demokrasinin ve kültürün tadı tuzu olan çoğulculuk, kendi içlerine kapanmış ve birbirini tanımayan dünyalardan değil, bir araya gelmekten, diyalogtan ve karşılaştırmadan oluşur…’ sözlerine katılmamak mümkün değil. Zira dünya hoşgörü ve diyalog zeminine oturmuş olsaydı kendi elimizle oluşturduğumuz kültürlerarası duvarlar bu kadar hırpalayıcı olmazdı.
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi
 
 
 
 
 

BALLIKAYALAR'DA KİRLENMEK ve EĞLENMEK GÜZELDİR

 
Kocaeli'nin bakmaya doyulmaz manzaralarından birine, Gebze İlçesi Tavşanlı Köyü'ne bağlı Ballıkayalar Kanyonu'na misafirdik yılın son günlerinde.
 
 
Kanyon yürüyüşü ve tırmanışı için İstanbul'dan Gebze'ye yol alan minibüsümüz, önce Tavşanlı Köyü'ne uğruyor. Köy kahvesinde içtiğimiz çaylar ve yediğimiz poğaçalar sonrası devam ediyoruz yürüyüş güzergahına doğru.
 
Önce küçük bir gölet ve içinde yüzen ördekler ve kazlarla karşılaşıyoruz. Pikniğe gelenler için ahşap bir yapı ve oturma yerleri var.
 
 
Özellikle hafif bir dağ yürüyüşü ve dağ tırmanışı yapmak isteyen maceracıların ve doğaseverlerin uğrak yeri olan bu tabiat parkı ve kanyon, doğanın bütün bakirliği ve cömertliğiyle az sonra önümüzde.
 
 
Çiseleyen ve zemini kayganlaştıran yağmura aldırmadan ekibin müthiş enerjisiyle çıktığımız parkur, ilk başlarda kolay ilerliyor. Kayaların üzerinden geçerek, 1,5 metrelik yan geçişi de atlatıp bir süre sonra şelaleye geliyoruz.
 
 
Ağaçların arkasından dolanıp vadiye tırmandığımızda, vadinin karşısına biraz zorlanarak ama dikkatle geçip dönüş yoluna ilerliyoruz.  
 
 
Dolu atıştırıp da ortalık sakinleştikten sonra ilk girişteki mesire alanında sucuk ve hamsi ızgara partisi bizi bekliyor. Ardından da kestanelerimiz ve dinlendiren göl manzarası eşliğinde içtiğimiz çaylar bonusumuz :)
 
 
Önerim; mutlaka bilekten destekli, kaymayan bir bot ile yola çıkın..


Bizim gibi kış mevsiminde gidiyorsanız parkur sonunda botlarınız bol bol çamurlanacaktır ama kirlendikçe stresinizi atacak ve eğlencenin tadına varacaksınız..
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi