HAYALLERINI AYAKLAR ALTINA SEREN COCUKLAR


 
Geçtiğimiz haftalarda bu yılki üniversite sınavına giren gençlerin gergin bekleyişi sona erdi. Tercih formlarında işaretledikleri küçücük bir kutu tüm hayatlarını belirleyeceği ve etkileyeceği için pek çoğu belirsizliğin verdiği stres ve ‘ya olmazsa’nın verdiği kuşku ile son dakikaya kadar sınav sonucunun açıklanmasını beklemişti. Yine kontenjan dahilinde ‘kazanabilen’ üniversiteye kapağı attı, ‘kazanamayan’ ise gelecek seneye şansını denemek için ‘yarışa devam’ diyecek.
 
 

Kendi eğitim hayatımı düşününce, durumumun şimdilerde eğitim gören gençlerden pek de farklı olmadığını düşündüm. İlk sınavıma, daha ne için sınava girdiğimin bile farkında olmayacak yaşta ilkokul 5. Sınıfta girmiştim. O yıl sınav soruları çalınmıştı (yanılmıyorsam 1991-1992 öğretim yılı).

Biz en iyilerinden, ‘seçilmişler’den biri olmalıydık.

Sonra iyi bir liseye girebilmek için yarıştık. O sıralar yine denek fareleri gibiydik, süper lise denen bir sistem peyda olmuş ama birkaç sene içinde bu sistem de tedavülden kalkmıştı. Lisede İngilizce dahil pek çok derste cümlelerin tahtaya yazılıp defterlere geçirildiği, öğretmenlerin ‘herkes yazdı mı’ sorusuyla bir sonraki konuya geçtiği dönemleri atlattık. Kimyayı veya coğrafyayı anlamak yerine ezber yaptığımız dönemlerden..
 
 
 
Ardından üniversiteye hazırlanma zamanı geldi çattı. Dershaneye gitmeden sınava hazırlanmak mümkün değildi, çünkü okulda pek çok şey doğru bir sistemle verilemediği veya eksik verildiği için bütünün parçalarını tamamlamak için hipnotize olmuş bir biçimde dershaneye gitmek zorundaydık. Kazanmak için başka seçenek yoktu. Önümüzde zorlu bir yarış vardı ve biz en iyilerinden, ‘seçilmişler’den biri olmalıydık.

Lanetli 1981’liler

1981 doğumluların lanetli olduğuna (!) inancım o yıl güçlenmişti. Çünkü bu sefer de bir gece öncesinde üniversite sınav soruları çalınmış ve sınav bir ay ertelenmişti. Ne şans! Sonuç olarak üniversiteye girdim, şanslıydım, iyi ve nitelikli eğitim veren, alanında iyi bir sıralamaya sahip bir üniversitede pek çok kişinin girmeyi hayal ettiği bir fakültede okudum.
 
 

Gerçekten bu işi yapmak istiyor muyum? Kocaman bir ‘hayır’ !

Üniversite hayatı bitti ve iş hayatı başladı. Bu sefer de başka bir yarış vardı. Pek çok işyerinde yaşanan deneyimleri ‘belki de çok doğal olarak’ ben de yaşayıp tecrübe ediyordum. Ve işe gittiğim her gün, her sabah kendime aynı soruyu soruyordum. ‘Gerçekten bu işi yapmak istiyor muyum?’ Sorunun cevabı kocaman bir ‘hayır’dı. Bedenim işyerinde ama zihnim ve ruhum başka bir aurada geziniyordu. Ve işin kötü yanı, iyi bir maaş alıyordum ve pozisyonum fena sayılmazdı. Pek çoğuna göre işi bırakıp gitmek çılgınlıktı. Peki ama tüm hayatım istemediğim bir işi yapmakla mı geçecekti?

İşten ayrılıp zihnimin işteyken dolaştığı yerlere gitmek üzere valiz hazırlarken  Aret Vartanyan’ın bir videosuna rastladım.  Kendi şirketi Yasam Atolyesi'nin 20.000 kişi üzerinde yaptığı anket sonucuna göre, çalışanların her biri çalıştıgı işte mutsuz, %80’i ise sevdiği işi yapabilecek imkanı olsa bugün yaptığı işi hemen bırakıp gitmeye hazırım cevabını vermişti. Demek ki doğru yoldaydım. Aynada kendime göz kırptım!

Zihnimin dolaştığı yerlere aklımdakileri yapmak üzere yola çıkıyordum. En azından hiç ‘keşke’ yazmadığım ‘yaşam hanem’e bir ‘keşke’ eklememiş oluyordum ve anlatacak bir hikayem olacaktı.

Tıpçılar gibi ömür billah oku, araştır, yeni bilgiye ulaş, izle, düşün, eleştir, değerlendir mantığından gelen bir fakültede okumanın getirdiği yaşam stilinin yansıması olarak onlarca video, makale, film, kitap, dergi, etkinlik okudum, izledim, takip ettim. Sonuç olarak tüm eğitim hayatımı, Türkiye’deki eğitim sistemini, her gün sokaklarını arşınladığım İngiltere’nin ve dünyanın dört bir yanında uygulanan eğitim sistemlerinin bütününü düşünme fırsatım oldu.

Herkes üniversiteye gitmek zorunda değil

Ayrı ayrı her birimiz büyük bir tutsağı olduğumuz fikirlerimizin bizi yönetmesiyle kollarımız kelepçeli yaşıyoruz ve bunun sınırı yok. Üniversiteye girmek pek çoğumuz için takıntı haline gelmiş. Pek çoğumuz aslında (Türkiye’de) ömür boyu hiç işe yaramayacağını bildiğimiz halde (akademisyenleri kastetmiyorum elbette) master, doktora, phd diplomalarına sahip olmak için deli gibi çalışıyor, tonla para harcıyoruz. Pek tabii bu ciddi bir ekonomi..


 
Aldığımız her bir diploma veya sertifika bizim ‘göreceli olarak’ bir işe alınma katsayımızı arttırıyor.  Bize daha iyi bir yaşamın kapılarını aralayacağını umut ederek kariyerimizi diplomalarla taçlandırıyoruz. Bu yazdıklarımın özeti, kesinlikle ‘üniversiteye boşuna gidiyorsunuz’ değil. Aksine üniversite okumuş olmanın yüzlerce artısını sayabilirim ama ‘herkes üniversiteye gitmek zorunda değil, herkes phd, doktora yapmak zorunda değil’. Bu bir ekonomi ve biz çoğu zaman amaçsız bir şekilde bu sisteme fokuslanmış olarak ayak uyduruyoruz. Şayet akademisyen olma gibi bir niyetimiz yoksa, yaptığımız veya yapacağımız isle herhangi bir bağlantı kuramıyorsak, kurmayacaksak bütün bu çaba niye?

Türkiye’de özel üniversitelerin de artışıyla işverenlerin verdiği iş ilanlarında ‘master tercih sebebidir’ yazıyor yazmasına ama çoğu zaman yapılan işin mantığında, işleyişinde ve pratiğinde masterın hiçbir kullanım etkisinin olmadığını ilanı okurken bile görebiliyorsunuz.
 
 
Diploma sayısının fazla olması yurtdışında da takıntı haline gelmiş durumda. Çok ciddi bir yarış var. Örneğin İngiltere’de bir üniversite masterı kendi vatandaşları için 3.000-4.000 Pound iken, AB dışındaki farklı ülke vatandaşlarına 13.000-14.000 Pounda çıkabiliyor. Sırf aradaki bu rakamsal uçurum bile aslında verilen eğitimin amacının akademik olmadığına ışık tutuyor.
 

Binlerce Eğitim Fakültesi mezunumuz var, binlerce ziraat mühendisi mezun ediyoruz her yıl ve daha pek çok mezun ettiğimiz ama bir türlü kendi alanlarında iş sahası sağlayamadığımız gençlerimiz var. İşletme bitirmiş kişi call centerda çalışıyor, mühendislik mezunu biri halk pazarında tshirt satıyor, kimya mezunu ise kuyumcuda altın tartıyor.

Bir işi yapanların niceliği değil niteliği işin özeti aslında. Ne kadar destekliyoruz yaratıcı zekayı. Ne kadar alan açıyoruz standardın dışında işler yapanlara ve ne kadar destekliyoruz onları? Bazı bilim adamları buna ‘akademik enflasyon süreci’ diyor.

İşte bu noktada TED Konferanslarının sıkı konuşmacılarından Prof. Ken Robinson’a kulak vermekte fayda var. Robinson, eğitim sistemimizi fast food yöntemine göre uyarladığımızı belirterek şöyle söylüyor. ‘İnsanların farklı yatkınlıkları vardır. İnsanlar genellikle çok umursamadıkları işleri daha iyi yaparlar. Sevdiğiniz ve zevk aldığınız bir iş yapıyorsanız zaman bile farklı işler. Bir saatlik iş beş dakika gibi gelebilir. Ruhunuzla uyuşmayan bir iş yaparken ise beş dakika saatler kadar uzun gelir. Bu kadar çok insanın eğitimden vazgeçme sebebi ruhlarını beslemiyor olması. Enerjilerini, tutkularını beslemiyor.

İnsanları kümelemeye dayalı eğitim sistemine göre gruplandırmaktan vazgeçmeliyiz. Ziraat prensiplerine dayalı bir modele kaymalıyız. İnsanın gelişiminin mekanik değil organik olduğu bir modele kaymalıyız.’

Bunun yanında eğitimi öğrenciye göre kişiselleştirmek gerektiğinin altını çizen Robinson, öğrencinin kendi çözümlerini üretmesini sağlayan, kişisel ders programına dayalı ama dışarıdan destekli bir model olması gerektiğini vurgulayarak ‘Sanayi modelinden çıkıp zirai modele geçmeliyiz ki okullar gelişebilsin. Her gün, her yerde çocuklarımız hayallerini ayaklarımızın altına seriyorlar, o hayalleri çiğnememeliyiz. Halbuki bütün çocuklar inanılmaz yeteneklidirler ve biz onları harcıyoruz’  diyor ve sisteme olan tepkisini dile getiriyor.  

Fena halde yanılmışız

Yıllarca hepimize öğretildiği üzere, en tepede iş sahası için gerekli olduğu düşünülen işletme, iktisat, ekonomi, politika gibi alanlara ilişkin okullar bitirmemiz önerildi, müzik, beden ve resim dersleri hep ‘nasılsa geçeriz’ diye düşünülerek es geçildi, küçümsendi. Şimdi görüyoruz ki fena halde yanılmışız. Şimdilerde bütün dünya bir değişim girdabının içinde. IQ’su yüksek olan ama EQ’sunu yönetemeyen pek çok insan var ve bunun için özel terapi alıyor.

Dünyanın toplamına baktığımızda büyük bir çoğunluk işinden memnun değil. Hatta çalışmak zorunda olmasak pek çoğumuz memnuniyetle işe gitmeyebiliriz.
 
O halde nereye koşuyoruz?
 
 
Hulya Meral
 
Londra

 

Tanrı'nın kelimeleri tabletle yayılıyor

 
 
Geçtiğimiz hafta İngiltere'nin Derbyshire kasabasındaki St. John's Kilisesi'nde bir ilk yaşandı. Çoğunlukla 60 yaş üzeri olan, kiliseye dua etmek ve ayine katılmak için gelen cemaate birer tablet bilgisayar dağıtıldı. Ellerindeki tableti sadece çocuklarının ve torunlarının ellerinde gören kalabalık önce şaşırdı, sonra vaizin de yönlendirmesiyle tableti incelemeye koyuldu.
 
 


Önce tabletler açıldı, elbet biraz mücadele verildi. Neden dağıtıldığına anlam verilemeyen cihazlar ekranda ilahi ve dualar belirdiğinde anlaşıldı ki kilisenin teknolojiye ilgi duyan vaizi Alun Rowlands onlara yeni bir sürpriz hazırlamıştı.
 


İngiltere'de ilk kez bir kilisede tablet kullanımına öncülük eden St. John's kilisesi vaizi Rowlands, çoğunluğu gözlük kullanan cemaatin kağıttan okuma yaparken zorlandığını fark edip tablet bilgisayarların yazı karakterini büyütme küçültme olanağından ve parlak ekran kullanımından faydalanabileceklerini düşünüp bu projeyi hayata geçirmiş.


Rowlands, 'Ses ve görüntü teknolojisine meraklıyız. Ayinlerimizi ve şarkılarımızı projeksiyonla yansıtarak geniş ekrandan cemaatle birlikte takip ediyoruz. Bu uygulamayı gerçekleştirmiş olmaktan mutluyuz.' diyor.

Cemaat de avuç içi kadar tablet bilgisayarlardan memnun. 62 yaşındaki Paul Gribbin, sisteme giriş için kilisenin dijital servisinin yardımcı olduğunu, sonrasında duaları parmağıyla mükemmel bir şekilde takip edebildiğini aktarıyor ve ekliyor. 'Bu deneyim olağanüstü, Önceden ilahi ve dua kitabını elimizde tutuyor ve duaları didik didik arıyorduk, şimdi avuç içi kadar bilgisayarla ses ve video teknolojisini deniyoruz. Gerçekten güzel bir atmosfer oluşturulmuş.'


Kilise, ağ iletişimini, bilgisayarları kiliseye bağış yapan özel bir şirket üzerinden sağlıyor.


Hulya Meral

CANAN TAN`DAN BIR HASRETIN OYKUSU

İzleri Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet öncesi döneme uzanan, mübadeleyle, savaşla, göçle bölünmüş kırık bir aşkın ve mübadelenin öyküsünü kaleme alan Canan Tan ile Doğan Kitap’tan çıkan yeni kitabı Hasret’i konuşmak için Londra Kitap Fuarı’nda buluştuk.
Gerçek bir hikayeden yola çıkarak, ömür boyu süren zorunlu hasretin öyküsünü anlatan kitap, yazarın Piraye, Yüreğim Seni Çok Sevdi, Eroinle Dans kitapları gibi çok okunacağa benzer.

Yeni kitabınız Hasret, Lozan anlaşmasının öncesinde imzalanan mübadele sözleşmesiyle göç etmek zorunda kalan 1,5 milyon insanın parçalanmış hayatlarını, geride boynu bükük kalan bir aşkı ve ömür boyu sürecek bir hasreti anlatıyor..
Romanın başkahramanı Tacettin, 1920’li yıllarda Kırşehir’in Keskin ilçesinde yaşayan, Cerid aşiretine mensup bir ailenin oğlu. Omorfia’nın güzeller güzeli kızı Patricia’ya aşık oluyor ama zamanın şartları, savaş dönemi, mübadele ve zorunlu göç onları ayırıyor. Lozan anlaşması temmuzda imzalanıyor ama öncesinde, daha ocak ayında bu mübadele anlaşması yapılıyor. Bunu her iki hükümet de zorunluluk olarak görüyor. Kağıt üzerinde çok kolay ama insani değerlere indiğiniz zaman, duygulara indiğiniz zaman çok kötü şeyler oluyor.
Türkler ve Rumlar arasında yaşanan bu sancili sureci, ‘mübadele’yi islemenizin özel bir nedeni var mı?
Eski İzmir valisi Oğuz Kaan   Köksal’ın eşi Olcay Köksal’ın 2005’te anlattığı bir hikayeydi bu. Dinleyince çok etkilendim ve cok iyi araştırmak gerektiğini düşündüm. Hasret benim en çok emek verdiğim kitabım oldu. 7-8 yıl benimle yaşadı. Mübadele kitapları genellikle Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenleri işler. Kitapta hem onlar var hem de buradan giden Ortodoks Rumlar var ve onlar çok acı çekmişler.
TÜRKİYE’DEN GİDEN ORTODOKS RUMLARIN ÇOĞU TÜRK ASILLI
Hasret’te dönemin tarihsel ve sosyal yapısını da yansıtmışsınız?
Çok derin araştırmalar yaptım. Mübadeleyi anlattım. Selanik’e çok sık seyahatlerim oldu. Örneğin Keskin (Galatya) denilen bölgedeki Ortodoks Rumların Selanik’e gidiş yolları için Selanik’e gidip üzerinde aylarca çalıştım. 1920’li yıllarda oraya nasıl gidilir ve mübadele döneminde çekilen sıkıntılar nelerdir’i araştırdım. Tarih kitapları elimin altındaydı. Prof. Kemal Arı hiç yayınlanmamış makalelerini gönderdi. Çok değerli tarihçilerimizle görüştüm. Tarihimizdeki yanlışlıkların üzerine gitmeyi tercih ettim.

Tarihi bir gerçek var ortada. Onlar bu hayatı yaşarken Türkiye’de durum nasıldı, bunu araştırdım. Çekilen acıyı görüyorsanız Lozan anlaşması neden yapıldı da, neden bu insanlar bu kadar mağdur oldu diyebilirsiniz ama incelediğiniz zaman bunun mecburi bir karar olduğunu görürsünüz. Yunan işgali olmuş, arkasından Türkler onları geri püskürtmeye başladıkları zaman Ege’de, Yunanlılar daha mübadele olmadan Yunanistan’a kaçmaya başlamışlar. Oraya gittikleri zaman kalacak yer yok, son derece büyük bir sefalet var. Oradaki Müslümanlar da bu tarafa geliyor. En kötüsü de Türkiye’den giden Ortodoks Rumların çoğu Türk asıllı. Yani biz Rum kisvesi altında Türkleri göndermişiz. Bunlar Hristiyan Türk. Türk adetleriyle doğmuş büyümüşler ve biz onları göndermişiz.
MÜBADELENİN TARİH ODALARINA GİRDİM
Selanik’e çok sık seyahat ettim dediniz..
Selanik’te üzerinden yarım asır geçen hayatların izlerini sürmeye gittim. Ortodoks Rumların Balıklı Rum Hastanesi’nde karantinaya alındıklarını ve çok zor şartlar altında yaşamaya çalıştıklarını öğrendim. Selanik Kalamarya’da başkonsolos bana iyi bir rehber tahsis etti ve Kalamarya mübadele devlet arşiv dairesini kapılarını açtı. Oraya giren ilk Türk benmişim. Mübadelenin konuşma bantlarını dinledim. Resmen mübadelenin tarih odalarına girdim. Karantinadaki insanların nasıl bir zulme tabi tutulduğunu öğrendim.

İKİNCİVE ÜÇÜNCÜ KUŞAK HALA GÖZYAŞI DÖKÜYOR

Selanik’te şunu gördüm, ikinci kuşak, üçüncü kuşak hala gözyaşı döküyor. Omzumda ağladıkları çok özel, duygusal anlar oldu. Kitapta adı geçen Tacettin Bey karakterinin öz torunu beni buldu, kitabı okumuş, İki gün travma geçirmiş, hıçkıra hıçkıra ağladığını söyledi.

Selanik’te eski bir belediye başkanıyla bir görüşmemde bir salonda çalışan musiki korosuna denk geldim. Belediye başkanı beni takdim etti ve mübadeleyle ilgili kitap yazdığımdan bahsetti. Bir anda korodan Türkçe konuşmaya başlayanlar oldu. Birisi anneannem Tokat’tan geldi diyor ağlıyor, bir diğeri yine öyle. Bana ‘Bekledim de gelmedin, sevdiğimi bilmedin’ şarkısını gözyaşlarıyla söylediler. Onlar  ağlıyor, ben ağlıyorum.
İsimlerin hepsine sadık kaldınız..

Kitap içime sindi. Gerçek bir hayat hikayesi, isimlerine bile dokunmadım. Behire Hanım, Tacettin Bey, Omorfia, Patricia, Aris, Artin.. hepsi gerçek isimler.

YAZARKEN ÇOK GÖZYAŞI DÖKTÜM


Kitaplarınızı okurken insanlar gözyaşlarını tutamıyor. Bu kitapta da yine aynı etki mi söz konusu? Yine ağlayarak mı okuyacaklar?

İnsanlar kitapta kendilerinden bir şeyler buldukları, özdeşleşebildikleri konuları ve kitapları okuduklarında daha çok duygulanıyorlar. Kendileriyle ilgisi olmasa bile yarım yüzyılı geçmiş bir dönemden bahsediyoruz, eskiye dayanan bir şey. Yine gözyaşlarıyla okuyorlar. Ben de yazarken çok gözyaşı döktüm. 

AŞK ROMANI OLAN TEK KİTABIM YÜREĞİM SENİ ÇOK SEVDİ’DİR, DİĞERLERİNDE AŞK BİR MOTİFTİR

Aşk romanı yazarı olarak tanınıyorsunuz ama aslında öyle değil..

Benim aşk romanı olan bir tek kitabım var. Yüreğim Seni Çok Sevdi. Tam bir aşk romanı. Yediden yetmiş yediye insanları etkileyen bir kitap. Diğerlerinde aşk bir motiftir. En Son Yürekler Ölür bir organ nakli kitabıdır, Eroinle Dans bir bağımlılık kitabıdır. Piraye bir töre kitabıdır ve en son kitabım Hasret, mübadeledir, bir hasret romanıdır. Aşkın getirdiği bir ayrılık ve hasret var ama salt aşk romanı diyemeyiz. Aşk güzel bir duygu, bunu güzel yazabiliyorsam, kitabın içinde motif olarak bile kullanabiliyorsam ne mutlu bana. Teknolojinin bu kadar ilerlediği, duyguların mekanikleştiği bir dönemde aşkı güzel anlatıp iyi tepkiler alabiliyorsam demek ki iyi bir şey yapıyorum.

HİÇ KİMSE DEMESİN Kİ TÜRKİYE’DE GENÇLİK OKUMUYOR

Okurlarınız çoğunlukla lise ve üniversite öğrencileri. Sizi kendilerine yakın buluyorlar..
Okur portföyümde yaş sınırı yok ama Türkiye’de genel olarak kitap okuyan kesim öğrenciler. Ve hiç kimse demesin ki Türkiye’de gençlik okumuyor. Yılın TV dizisi, oyuncusu vs seçilirken yılın kitabı, yılın yazarı seçiliyor. Kitap paylaşıyor gençlerimiz. Okumuyor değiller, çok güzel okuyorlar.

Bir röportajınızda ‘beni başörtülü de okuyor, başı açık olan da ve birbirleriyle kitabımda geçen Nazım Hikmet şiirlerini konuşuyorlar.’ demiştiniz. Nedir farklı kitleleri tek potada eriten?

İçgüdüsel olarak insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmiyorum. Göbeği piercingli kız da geliyor, başı örtülü kızımız da geliyor. Kitaplarda Nazım da var, Ahmet Hamdi de var, açığı da okuyor, kapalı olan da okuyor. Geniş bir yelpazeye hitap ettiğime inanıyorum. Bu kalabalığımdan çok memnunum.

Amerikan Forbes dergisi geçtiğimiz aylarda Türkiye’de 2012`de en çok kazanan 20 yazarı açıkladı. İsminiz Elif Şafak, Orhan Pamuk, Ayşe Kulin gibi isimlerle birlikte geçiyor ve fakat listedeki sıranız her yerde farklı yazılıyor. Nedir aslı?

Ben çok satan değil, çok okunan bir yazar olduğumu düşünüyorum. Aldığım ödüllerle plaketlerdir benim için göstergeler, satış rakamı çok yanıltıcı, korsanı var, kütüphane okuması var. Ben bu konuda hiç iddialı değilim. Bunca yıldır benim yüzdem eksi hesaplandı, aslında benimki de yüksek. Derecelendirmeye çok önem vermiyorum.  Haftaya Forbes dergisinden söyleşi için İzmir’e gelecekler. Onlarla hesaplaşacağız. (gülüşmeler)

Çok satan kitaplara karşı bir sert duruş var edebiyat dünyasında. Bir donem Elif Safak cok elestirildi. Siz nasıl karşılıyorsunuz bu tarz yorumlari?

Hiçbir yazar okunmamak için yazmaz. Okunmamak ve anlaşılmamak için yazıyorsan o zaman yazar değilsin. Kendi egonu mu tatmin ediyorsun. Ben tek çocuğum, yalnızım, ıssızım, etrafımın kalabalık olmasını seviyorum. Kitaplarımın çok okunmasını seviyorum. Paylaşmayı seviyorum. İnsanların sıcaklığını hissetmeyi seviyorum.  Gerisi laf-u güzaf.
Ne hissettirir bu kadar çok okunmak?
Kitap fuarlarında 6-8 saatlik imza günleri yapıyoruz. Yorgunluktan ziyade bir enerji geliyor üstüme. Okuyucularla konuşmak, paylaşmak motive ediyor beni. Ağlayanlar, sarılanlar, konuşanlar, güzel bir duygu yoğunluğu var. Mutluyum bu durumdan. Ne kadar sürebilirse sürsün.
Geçtiğimiz haftalarda kitaplarınızdan birine film teklifi geldi..
Görüşmelerimiz oluyor sık sık, bir anlaşma oldu ancak ne derece gerçekleştirilecek bilmiyorum. En Son Yürekler Ölür için bir film anlaşmamız var. Organ nakli konu ediliyor.

AŞK UZUN ÖMÜRLÜ BİR OLGU DEĞİL, TUTKUDUR, YATIŞINCA BİTER

Aşık olmak bir yetenek, bu yetenek de bende yok demiştiniz..

Bu benim kitaplarımda kullandığım bir ifadeydi. Aşık olmanın yetenek işi olduğunu düşünüyorum. Beyniniz kalbinizden bir adın önde giderse, size bu durum körkütük aşık olma şansı vermiyor. Buna benzer bir durum yaşadığımı düşünüyorum. Tabii ki büyük sevgiler var, bağlılıklar var. Aşk zaten çok uzun ömürlü bir olgu değil, tutkudur, yatışınca biter. Bittiği zaman sevgiye, bağlılığa dönüşür hatta bağımlılık olarak devam edebilir veya tamamen söner biter. Bu tamamen kişiler arasındaki ilişkilere bağlı.

Hep gerçek hayattan mı esinleniyorsunuz? Örneğin Piraye’de kendi hayat hikayenizden yola çıkmıştınız?  Yüreğim Seni Çok Sevdi’de ve şimdi Hasret’te keza yine öyle.

Piraye bir sentez. 21 yaşında Diyarbakır’a gelin gittim. Orada gördüklerimden beslendim, gözlemlerim var. Bir kişinin kişiliğinden alınmış parça var, benden bir parça var, okurlardan bir parça var. Olaylar da sentez ama tarihi yapısı, tarihi kültürü, yemek kültürü gözlem gerektiren şeyler. Hepsinin bir sentezi oluyor genellikle.

8 YIL EMEK VERIYORSUNUZ, 8 SAAT SONRA KORSANI PIYASADA

Korsan kitaplarla ilgili siz de diğer çok okunan kitaplar gibi fazlasıyla muzdaripsiniz..

Çok can sıkıcı. Issız Erkekler Korosu 100 bin basılmıştı. 400 bin de korsanı basılmış, yani beşte birini biz görüyoruz. Bu kadar vahim durum. İnsanın hevesi kaçıyor. Yazarlar, yayınevleri korsanın önüne geçmek için yasal yolla mücadele veriyor ama maalesef daha Hasret’in çıktığı ilk gün Taksim’de kitap korsan olarak satıştaydı. 8 yıl emek veriyorsunuz, 8 saat sonra kitabin korsani piyasada.

...Bu yazi Dipnot Tablet`te yayinlanmistir.



INGILTERE VIZESINE BASVURU ISKENCESI


Bir süredir (bloğumu takip edenlerin ve arkadaşlarımın bildiği gibi) İngiltere’de yaşıyorum. Üniversite bittikten sonra 8 yıla yakın bir süre profesyonel çalışma hayatında yer aldım. Pek çok kişi gibi, çalışırken, aklımın bir yarısı, başka bir yerde yaşama fikriyle yoğrulduğu sırada olaylar olgunlaştı ve ‘neden olmasın’ diyerek kendimi İngiltere’de buldum.


 

Pek tabii bu böyle atladım uçağa geldim gibi olmadı. Bir kere İngiltere Konsolosluğu’nun Migros fişi gibi uzayıp giden, hiç bitmeyecek sandığım ve birini hallettikçe yenisi ortaya çıkan banka, tapu, ikametgah, fotoğraf ve daha sayamadığım onlarca evrakını toplama parkurunu atlatmam gerekti.
 
Evrakları toplarken işim bitmeye yakın Konsolosluk’tan online randevu alma işlemi ise ikinci aşama. (Kimi zaman, yoğun haftalarda 1 gün gecikmeniz sizi 5-7 gün ileri atabiliyor.) Elbette henüz bitmedi.
 

Gününde ve saatinde evraklarımı teslim edeceğim aracı kurum World Bridge’in kapısında olmalıydım. Evrakları teslim ederken aracı kurumun, evraklarım eksiksiz olduğu halde yönelttiği abuk subuk ve mantıksız ve tekrarlı sorulara da cevap vermek zorunda kaldım. İşlemimi alan kişinin yan gişede işlem yapan başka bir başvuru sahibini sanki onunla ilgilenen bu işi bilmiyormuş gibi (yine incitecek ve hesap sorar şekilde) nasıl ‘haşladığına’ şahit oldum. Benim evraklarımsa karmakarışık bir şekilde, hangi belgenin ne olduğuna bakılmaksızın derdest edildi. Psikolojiniz sağlam değilse veya yaşınız küçükse altından kalkamayabilirsiniz. (Aradan 6 ay geçti, umarım üslup ve tavırlar değişmiştir) 

Evrak tesliminden sonra sizi parmak izi vermeniz için başka bir sıra numarasıyla ışıkları karartılmış küçük odacıklara alıyorlar.

Parmak izi mevzuusu

Bu parmak izini vermesem olmaz mı diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bir şirketin yönetim kurulu başkanı veya CEO da olsanız, milyonların sevgilisi ünlü bir sanatçı da olsanız, sıradan bir vatandaş da olsanız parmak izini vermeden vize başvurunuzun gerçekleşmesi mümkün değil. Bir fotoğraf çekildikten sonra işlem tamam.
 
Bu aşamadan sonra elinize verdikleri kağıtta yazan referans numarası ile pasaportunuzun takibini yapacaksınız.

Aslında Hülya’nın Valizi’ne İngiltere ile ilgili deneyimlerimi, İngiltere’de yaşam, sosyal hayat, ekonomi, politika, habercilik, sanat galerileri, müzeler, spor, eğitim sistemi, eğitim koşulları, üniversiteler vs nasıl diye bölüm bölüm yazmaya başlamıştım ancak bu yazıyı öne çekmek daha mantıklı geldi. Çünkü taze taze bir vize gecikme ve uçak kaçırma vak’ası yaşadım.

Vize duvarı

İngiltere’ye üçüncü kez gitmek için vize başvurumu uzatmak istediğimde benzer olmasa da farklı sorunlarla karşılaştım. Biliyorum ki (şu an bu yazıyı okuduğunuza göre) pek çoğunuz yakın zamanda bu ülkeye turistik vize ile gitmeyi planlıyor ya da kiminiz çocuğunuzu yaz okuluna göndereceksiniz, bazılarınız master, doktora, phd araştırıyor, bazılarınızsa oradaki iş imkanlarıyla ilgili bilgi arayışında. Hepsine sonraki yazılarda değineceğim ama önce aşmanız gereken ‘vize duvarı’ ile ilgili bilgi sahibi olmanızda fayda var.

Bu konu önemli çünkü bu hafta (maalesef gerekli resmi işlemlerimi yaptırmış bulunduğum ve planlarımı ona göre yaptığım için) Londra’ya gideceğim. Bu, ülkeye 3. girişim olacak.

Dünyanın en pahalı pasaportunu kullanıyoruz

Öncesinde şunu belirtmekte yarar var. Son yıllarda, her ne kadar dünyanın en pahalı pasaportunu kullanıyor olsak da http://seyahatozgurlugu.blogspot.co.uk/p/seyahat-ozgurlugu-nedir.html(bakınız seyahatozgurlugu) halk olarak dışa dönük bir yaşam tarzımız oluştu ve ulaşım imkanlarının artmasıyla, şimdiye kadar hiç yurtdışına çıkmamış, pasaport sahibi bile ol(a)mayan insanlarımız, yurtiçi tatil ile yurtdışı tatilinin aynı fiyata geldiğini fark edip senede birkaç defa yurtdışına çıkar oldu.

Anne babalar çocuklarını eskisinden daha fazla yaz okuluna gönderiyor. Genç profesyoneller yıllık izinlerini birleştirip İngiltere havasını solumaya gidiyor. Halk olarak daha bir geziyor, keşfediyor, tadıyoruz ve bize sunulanın dışına çıkıp el yordamıyla bile olsa kendimiz geziyoruz ve hayatımıza farklı bir deneyim katmak için bu ülkenin yolunu tutuyoruz.

Vize başvurusu ve sendromu

Sorun nerede başlıyor biliyor musunuz? Gitmeyi öncelediğimiz ülkelere mutlaka vize başvurusunda bulunmak gerekiyor. Eee bunu zaten biliyoruz diyeceksiniz. Bilmek farklı, birebir yaşamak farklı.  

Londra’da yaşarken herşeyi birlikte yaptığım ve iyi anlaştığım arkadaş grubumla  haftasonu Belçika’ya gitmeye karar vermiştik. Elbette hiçbiri benim gelemeyeceğimi aklının ucundan bile geçirmemişti. Çünkü hepsinin cebinde AB pasaportu vardı, vize isteyen ülkelere bile sadece bir kağıt imzalayıp rahatça girebildikleri için toplu plan yapıyorlardı.

Schengen vizemin olmadığını ve vizeye başvursam da 3-4 gün içinde alamayacağım için gelemeyeceğimi söyleyince planı iptal ettiler ama o sırada yaşanan ‘büyük suskunluk’u anlatmak mümkün değil. Resmen ikinci sınıf insan pozisyonu. Üstelik onlarla aynı şartlarda yaşayıp İngiltere ekonomisine aynı paraları kazandırıyorken..

Yani İngiltere’ye gitmeyi aklınıza koyduysanız önce ‘vize sendromu’nu atlatmanız gerekiyor. Unutmuyorum, 1. ve 2. vizemde cetvelle ölçtüğüm ve gözlerime inanamadığım 8 cm kalınlığında belge ile başvurmuştum.

 
Gelelim üçüncü İngiltere vize başvuruma..Bir kere İngiltere iki sene öncesine göre çok daha zor vize veriyor. Bunun sebebi ülkenin çok ciddi bir darboğazdan geçiyor olması ve tıpkı kendisi gibi ekonomik kriz yaşayan İspanya ve İtalya başta olmak üzere Brezilya ve Çin gibi ülke vatandaşlarının akınına uğramış olması. Abartısız ifade ediyorum ki küçük şehirlerde değil ama özellikle Londra’da sağ-sol-ön-arka mutlaka bir İspanyol’a carpiyorsunuz.
 
Aşırı göç ve Londra gibi bir metropole fazlasıyla akın, ülkenin vize konusunda daha dikkatli hareket etmesine neden oluyor. Keza bir süre ülkede yaşayıp İngilizlerle arkadaşlık edip sırf Ingiltere vatandaşı olabilmek için İngilizlerle ‘göstermelik’ evlenenlerin sayısı az değil. İngilizler şayet iyi arkadaş olmuşsanız bu kağıt üzerindeki evliliklere `arkadaşıma yardım` gözüyle bakıp okey verebiliyorlar. (Bu sebeple Brazil nüfusu da gitgide artmakta..) Bizim toplum olarak (!) cokca onemsedigimiz evlilik konusunu onlar mevzubahis bile etmiyorlar.
Ingiltere`ye Goc
 
Bir de İran’dan ülkeye akın akın gelen bir güruh var ki, onların da İngiliz ekonomisine yük olduğunu söylememek mümkün değil.

Gözlemlerim, çeşitli insanlarla sohbetlerim ve okuduğum makalelerde şunu görüyorum ki her ne kadar açıkça dillendirilmese de yüklü miktarda para bıraktıkları için özellikle Ortadoğu’da yaşayan Kuveyt, Katar, Dubai ve Suudi Arabistan’dan gelen turistler veya öğrenciler tıpkı Türkiye’deki gibi çok seviliyor. Zira su gibi para harcıyorlar.
 
Birlesik Krallik Turkleri seviyor
 
Bir diğer sevilen millet ise inanmayacaksınız ama Türkler. Türkler ve tabii Kürtler, kimi göç ederek kimi de iltica ederek gelmişler ve uzun yıllardır Londra’nın yoğunlukla Harringey bölgesinde yaşıyorlar.

Pek çoğu bir işyeri sahibi ve ülke ekonomisinden aldıklarını fazlasıyla geriye kazandırıyorlar. İşletmelerin hepsi karlı ve her geçen gün yeni şubeler açarak veya yeni yatırımlara girişerek gelecek vaad ediyor, İngiliz hükümetinin gözüne giriyorlar. Dolayısıyla diğer AB ülkelerinden krizden kaçıp İngiltere’de umut arayanların tersine kambur olmaktan çıkıp ülke ekonomisine canlılık getiriyorlar.

Ingiltere`de Egitim

Eğitim için özellikle Londra’yı tercih edenlerin ve ülkeye yüzbinlerce pound kazandıran Türklerin sayısı hiç de az değil.. Bunu bir günde Oxford Caddesi üzerinde yürürken üst üste 3 ayrı ışıklarda yeşilin yanmasını beklerken karşılaştığım Türklerle deneyimledim. Hatta ışıklarda tanıştığım Türklerin listesini yapsam Londra’da bir dernek kurabilirim :) Nerden mi buluyorum Türkleri? Türkler Londra’da da yaşasalar, dil kursuna gelip İngilizceye birkaç bin pound da harcasalar yine birbirleriyle vakit geçirmeyi daha cazip buluyor ve tabii Türkçe konuşuyorlar :) Konuştukları şeylerden de öğrenci olduklarını anlamanız zor olmuyor..
 
Ingiltere`de Tatil
 
Turist olarak İngiltere’ye vize başvurusunda bulunanların sayısı da bu yıl patlama yaratmış durumda. Özellikle bu sene bayramlar, havaların iyi olduğu ve insanların yıllık izinlerini kullandıkları yaz dönemine gelince tercihler bu yönde olmuş. Eminim aynı durum gelecek yaz da yaşanacak. Siz de ülkeye gitmeyi planlıyorsanız sahiden abartmıyorum en az 1,5-2 ay öncesinden evrak toplayın ve hemen başvurunuzu yapın. Yoksa son başvurumda başıma gelen aynen sizin de başınıza gelebilir.

Ne mi oldu? Vize yenilemek için İstanbul’a gelir gelmez evrak hazırlamaya (toplamaya) başladım. Danışmanlık şirketim bir önceki hafta başvuruda bulunan birisinin vizesinin sırf hiç İngilizce belge vermediği icin ve banka dökümlerinin de Türkçe verildiği gerekçesiyle red aldığını ve mutlaka benim banka dökümlerimin İngilizce olması gerektiğini söyledi.

Döküm almak için evime en yakın İş Bankası’na gittiğimde, bu yıl yeni sisteme geçtiklerini ve İngilizce döküm için önce hesabın bulunduğu bankaya gidip başvurmam, ertesi gün de almaya gitmem söylendi. Evim Anadolu Yakası’nda, hesap açılan şube Galata’da olunca kafadan 2-3 gün sadece bir banka için ve diğerleri için de bitmek bilmeyen birkaç gün kaybettim. Tabii her bankanın değişken olmak üzere banka başına ortalama 52,5 TL istediğini belirtmemde fayda var. Dökümünüz Türkçe, sadece 1 sayfalık İngilizce önyazı için bu rakamı aldıklarını düşünürseniz, bankaların nasıl bir artı gelire sahip olduğunu tezahür edin..

Belgeler, belgeler.....

Fotoğraf çekimi, nüfus müdürlüğünden suretli nüfus kaydı, ikametgah, sahip olduğun malvarlıklarının fotokopisi, pasaport fotokopisi, varsa önceki yıllardan eski pasaportunun gerekli sayfaları ve başka vize aldıysan o sayfaların fotokopileri, varsa sponsor mektubu, İngiltere’de kalacağın süre içinde konaklayacağın yerden aldığın kabul yazısı ve depozito sayfası, eğitim için gidiyorsan okuldan önkayıt yazısı ve ilgili rakamın ödendi yazısı…vsvs 

İstenilen belgeleri yazarken bile yoruldum sahiden. Velhasıl başvurum bitti, parmak izimi verdim. 15 iş günü (3 hafta) sürecek bekleme aşamasına geçtim. Hesaba göre vizem kılı kılına yetişecekti ama uçuş tarihimin haftasonu olduğunu görüp Cuma günü Konsolosluk’tan çıkarırlar diye düşündüm. (Pazar günü uçağım vardı) Az değil, koskoca 3 hafta geçecekti ve ilk başvurum olmadığı için daha hızlı vize verirler diye saçma bir yanılgıya düştüm. (Önceki yıl Yunanistan’a Schengen başvurum 2-3 gün içersinde sonuçlanmıştı, İtalya başvurum ise 5 gün bile geçmeden elimdeydi..)

Cuma günü 15.47’de işlemimin tamamlandığına ve pasaport takibimi yapmam gerektiğine ilişkin bir mail aldım Konsolosluk’tan. Bunun anlamı, bugün kargo şirketine verilen pasaport ertesi gün, yani Cumartesi kargo şirketi tarafından bana teslim edilecekti.

Ne yazık ki Cumartesi sabahı kargo şirketini aramamla, pasaportumun ellerine ulaşmadığını öğrenmem bir oldu. Uçak biletim, konaklamam, okulum….v.s. her şey sarpa sardı. (o an vizem çıkmış olsa bile gidip gitmemek arasında kararsız kaldım...)

Haftasonu olduğu için de kimseye ulaşamamanın çaresizliyle Pazar günü gerçekleşecek uçuşumu kaçırdım ve biletimin tarihini gelecek hafta olarak değiştirmek zorunda kaldım.

Son 72 saat içersinde yapılan bir değişiklik olduğu için uçak bileti tutarı kadar bir meblağı yeniden ödemek durumundaydım.  Konaklamadığım bir yerin 1 haftalık bedelini (gereksiz yere) ödemek de cabası. Maddi yönünü geçtim, şu an Londra’da konaklayacak ‘ideal’ yer bulmak nerdeyse imkansız. Odaların hepsi dolmuş durumda. Belki gazete ilanlarıyla oda bulmanız mümkün ama merkezde bir yer olmayacağını bilerek aramanız gerekiyor.

İngiltere’de insanlar bizdeki gibi salon salomanje yaşamıyor

Dolayısıyla vaktinde gelmediğiniz her otel, ev, oda, student hall, sıranızı hiç umursamadan sırada bekleyen başka birine vermeye hazır. Bu sadece Londra için değil, tüm şehirler için geçerli. (Bu arada Londra’da şayet bir aile değilseniz ve 5.000 pound (15.000 TL) üzerinde kazanmıyorsanız genelde bir dairede oturmak yerine oda kiralamayı seçmek durumundasınız. Orada insanlar bizdeki gibi salon salomanje yaşamıyor.  Bu konuyu ayrıca yazacağım)

 
Dışardan bakılınca basit bir vize vak’ası olarak görülse de her şeyi çok önceden halledip sorunsuz gitmeye çalışırken sırf kıl payı ulaşmayan pasaport yüzünden bir hafta kaybetmem benim için önemli idi.

Artık daha çok dikkate alınmalıyız

Tüm olanları göz önünde bulundurduğumda, halk olarak artık daha fazla önemsenmemiz, Avrupa’ya milyarlarca Euro/Pound kazandıran genç nüfuslu ve gelecek vaad eden bir ülke olarak (her ne kadar AB’ye halen girememiş olsak da) bazı ülkelerden daha fazla dikkate alınmamız gerektiği görüşündeyim.

Pek çok AB ülkesi, bir hafta bile almayan bir süreçte vize sonucumuzu elimize ulaştırırken, İngiltere Konsolosluğu’nun 3 hafta süren vize değerlendirme süresini çok ama çok uzun buluyorum. Bu demektir ki, çok talep var ancak talebi karşılayacak kadar personel çalıştırılmıyor, çalıştırılıyorsa bile yetersiz geliyor.

Bence her ne kadar dunyanin buyuk ekonomileri olsalar da ekonomisi sallantıda olan ülkelerin ıskaladıkları bir şey var! Dünyada ciddi bir para sirkülasyonu var. Bu paranın önemli bir kısmı Türkiye’de (çok önemli bir kısmı Ortadoğu’da) ve genç nüfuslu Türkiye, tavan yapmış şekilde her zamankinden çok daha fazla tüketmek üzere kodlanmış, küresel ekonomiye bile isteye para akıtmak için hazır ve nazır bekler durumda. Bunun bir an önce farkına varsalar hiç fena olmaz.

Bana gelince; İngiltere’de belki bir master olabilir mi? diye araştırırken, yıpratıcı vize sendromu sayesinde bu isteğimden külliyen vazgeçtim. Bir daha İngiltere vizesi mi? Kalsın, ben almıyayım..Hele de kollarını açmış bir an önce ülkelerini ziyaret etmemizi bekleyen onlarca vize istemeyen ülke varken..

Ne dersiniz? Sizce artık Avrupa ülkeleri tarafından önemsenmeyi hak etmiyor muyuz?

Hülya Meral