Pİ'NİN YAŞAMI (LIFE OF Pİ)


Geçtiğimiz akşam uzun süredir konuşulan Pİ'nin Yaşamı (Life of Pi) filmini izledim. 2001 yılında Kanadalı yazar Yann Martel tarafından kaleme alınan ve 2002`de yazara Man Booker ödülünü kazandıran kitabın senaryoya aktarılmasıyla ortaya çıkan filmi macera sevenler için önerebilirim.


Festivallerde aday gösterilen ve  Golden Globe Awards`te En Iyi Fotograf, En Iyi Drama ve En Iyi Yönetmen dallarında ödülleri toplayan film, 3D olarak da izlenebiliyor.

Topladığı ödüllerle dünya çapında konuşulan, hem de ciddi bir ticari başarı yakalayan hikayenin konusu Hindistan`da yaşayan analitik zekası kuvvetli Piscine Molitar (Pi) `ın hayatının dönüm noktası olan bir göcü ve ardından yalnız başına 1 metrekarelik botun üzerinde 223 gün boyunca verdiği yaşam savaşını anlatıyor.


Çocukluğundan beri hayvanat bahçesi işleten Pi`nin matematikçi annesi ve babası ailenin şehirden göç etmek ve Kanadalı bir işadamına sattıkları hayvanlarla birlikte Kanada`ya gitmek zorunda olduklarını söyler. Pi`nin itirazlarina rağmen gemi ile gerçekleştirilecek yolculuk başlar.

Herkes uykudayken gemi su almaya başlar ve yolcular ölür ve hayvanat bahçesindeki hayvanlar telef olur. Aralarından tesadüf eseri sadece Pi, zebra, orangutan, sırtlan ve Bengal Kaplanı (Richard Parker) kurtulur. Pasifik Okyanusu`nda küçük bir kurtarma botu üzerinde yaşam zincirine ve doğa koşullarına  direnen Pi, Richard Parker'a yem olmamak için haftalarca mücadele eder ve bitap düşer. (Richard Parker tanımı (yaşam zinciri) şimdiden ekonomi ve reklam dünyasında kullanılmaya başlamış bile..)


Hikayenin sonundan bahsetmeyeyim ki izlerseniz tadı kaçmasın.


Bu sürükleyici ve zengin görsellerle dolu filmi izlemek için vizyondan kalkmadan bir haftasonunuzu ayırmanızda fayda var. Bana kalırsa Slumdog Millionaire kadar konuşulacağa benzer..Özellikle 3.000 genç arasından seçilen oyuncu Suraj Sharma bu filmden sonra gelecek yıllarda çok iyi işlerde karşımıza çıkacağa benzer.



İyi seyirler

Hülya Meral
hulya_meral@hotmail.com

Büyüteçle Görülebilen Kız Kulesi, Dolunay, Atatürk, III. Selim


Kabak çekirdeğinin üzerine Kız Kulesi’ni, çivi başına Haliç’i, çakıltaşına Atatürk’ü, nohut üzerine dolunayı, fasulye içine III. Selim’i çiziyor. Sanatçı Hasan Kale, ‘Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.’ diyor.
 
Ressam ve minyatür sanatçısı olarak 26 yıldır profesyonel olarak resim yapıyorsunuz. Fırçayla tanışmanız 6 yaşınıza kadar uzanıyor, nasıl başladı hikayeniz?
Tarihler de yanlış yazılmalar oluyor. Profesyonel olarak 30 yılı aştı. 5 yaşında renk, çizgi ve fırça ile tanıştım. Yüreğime koyduğum aşk beni bugünlere kadar getirdi. Hiç bıkmadan, sıkılmadan, olması gerektiği gibi ve her gün hep bir adım ileriye giderek.
Sergileriniz büyüteçle gezilebiliyor, bu mikro eserleri çıplak gözle mi çalışıyorsunuz?
Evet büyüteçle gezilebilen sergiler düzenliyorum ama ben çalışırken büyüteç ya da mikroskop kullanmıyorum. Belki çelişki ama yorucu ve keyifli bir evre çalışma dönemim.

 
Mehmet Siyahkalem’den fırçanın kıvraklığını, Levni’ den renk ve ahengi, Nakkaş Osman’ dan sultan portrelerinin inceliklerini öğrendim
Nakkaş Osman, Levni ve Mehmet Siyahkalem ‘akıl hocalarım’ demişsiniz. Bu isimlerin biriktirdiklerinize, eserlerinize nasıl etkileri oldu?
 
80’li yıllarda minyatür sanatıyla tanıştığım evrede ders almak istedim, olmadı. Vazgeçme gibi düşüncem de yoktu. Hocalarımı çok eskilerden seçtim. Mehmet Siyahkalem’den fırçanın kıvraklığını, Levni’ den renk ve ahengi, Nakkaş Osman’ dan sultan portrelerinin inceliklerini öğrendim. Uzun ve meşakkatli bir dönemdi ve kendi çizgimi bulmamısağladı. Sonuçta ne kadar ince çizgiler çizdiğimi görmemi sağladı ve mikro eserler ortaya çıktı. 

Resme dayalı bir eğitim almadınız. Yeteneğin üzerine gitmek diyebilir miyiz?
Evet, resimde, mücevher tasarımında ve diğer tasarım dallarında bir eğitim almadım. Önceleri üzülüyordum ama bu durum başka bir gözle görmemi sağladı. Evet tanrı bir yeti vermişti, hepimize verdiği gibi, belki biraz farklıydı. Ben yüreğime koydum, hep en iyiye doğru yola çıktım, hayallerimin peşinden gittim..Yılmadan, yorulmadan, hiçbir şeye bakmadan çünkü benim yapacaklarım önemliydi. Zamanıgelince hepsini gerçekleştirdim. Asla pes etmek yok!

Küçük ama olağanüstü dokunuşlar.. Kabak çekirdeğinin üzerine Kız Kulesi’ni, çivi başına Haliç’i, çakıltaşına Atatürk’ü, nohut üzerine dolunayı, fasulye içine III. Selim’i çiziyorsunuz? Tutuluyorum, bakakalıyorum ürettiklerinize.. İngilizcede‘gifted’ diye bir tabir var ‘hediyelendirilmiş, özel yeteneklerle donanmış’anlamında. ‘Tanrı bana cömert davranmış’ dediğiniz oluyor mu?
Aslında hepimize cömert davrandı. Farklı bir bakış açısı ve farklı donanımlarla bu dünya üzerindeyiz. Tercihleri kendimiz yapıyoruz. Ben de öyle yaptım. Farklı düşlerde değil evet, Tanrı’nın verdiği bu cömert davranışı seçtim ve çok mutluyum, binlerce kez teşekkür ediyorum. 
YÜZYILLARDIR ANLATILAN AMA ANLAŞILAMAYAN İSTANBUL'U ANLATMAYA ÇALIŞIYORUM

İstanbul’u, Bizans’ı, Osmanlı’yı ve dolayısıyla tarihi yorumluyorsunuz ve adeta yaşıyorsunuz eserlerinizde. İstanbul’un şimdiki hali ile tarihte yaşadıkları, tarihi yapıları ne hissettiriyor size? Çoğu eserinizde bu mimari estetiği görüyoruz.
Bu bir konsept aslında, bir koleksiyon. Yoksa her konuda eser üretiyorum. Çoğunlukta olduğu kesin.İstanbul’da yaşıyorum ve bu şehri çok seviyorum. Kendimi bulduğum, hayatımın dönüm noktası şehir. Gizem dolu, mistik, gecesi ve gündüzüyle bana göre muhteşem, daha ne olsun. Yüzyıllardır anlatılan ama anlaşılmayan tarafıyla, ben de kendimce İstanbul'u anlatmaya çalışıyorum. Anlaşılmayacak ve böyle devam edecek. Müthiş değil mi? Keyifli yanı bu..
 
Sartre’ın ünlü bir sözü var ‘Mutlu olmak istiyorsanız sıradan olacaksınız, sıradanlığa karşı koymak istiyorsanız mutsuzluğu ve dolayısıyla yalnızlığı göze alacaksınız’ der. Sıradan olmayan eserler üretiyorsunuz. Katılır mısınız Sartre’a?
Kesinlikle ama dedim ya bu bir tercih, kendi tercihim. Bunlar bedelse ve yaşanması gerekiyorsa seve seve. Birilerinin böyle yapmasıgerekiyordu belki de kim bilir, o da bensem süper, yoksa şu an sizinle ne konuşacaktım, bu da başka bir bakış açısı.
Mikro Art’ın Türkiye’deki durumu nasıl? Sadece Günseli Kato’nun çalışmalarını biliyorum. Çok fazla sanatçı yok bildiğim kadarıyla.
 
Mikro Art Türkiye de fazla bilindiğini zannetmiyorum. Sadece minyatür değil çünkü. Sevgili Günseli Kato’ nun yeri çok ayrı. Şu an itibarıyla 200’ü aşkın farklı obje oluştu yaptığım ve böyle çalışan sadece Türkiye’ de değil dünya üzerinde de olduğunu zannetmiyorum. En azından bu güzelim İstanbul’u resmeden yok. Bu da benim için keyif ve mutluluk verici....


Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.
Zürih ve Tokyo’da sergilerinize ilgi nasıldı? Yurtdışında minyatüre yaklaşım daha mı farklı?
Çok güzeldi. Mikro eserler ağırlıktaydı ve olumlu tepkiler aldım. Şu sıralar Roma, Avusturya ve Fransa ile yazışmalara devam ediyorum. Çok güzel gelişmeler var, oralardaki sergiler de güzel olacak. Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.
Sabır isteyen, özen isteyen bir iş. İşini aşkla sevmek midir sırrı?
Yüreğinize aşkıkoymaktır. İyi bir gözdü benimki ve bir el. İkisini de çalıştıracak aşkla dolu koca bir yürek. Yıllar önce bir söz duymuştum, "işini aşkla yapandan korkun "diye. Eh benim içindi sanki, tabi ki kötü manada değil. Kalıcı eserler üretmek benim için önemli. Ben bugün ya da yarın için bir şey üretmiyorum. Gelecek yüzyıllara bir şeyler bırakmaya çalışıyorum.
Bir de mücevher tasarımı ayağı var? Bu nasıl gelişti? 
Anadolu’da yaşamıştüm kültür izlerinden çıkarak önemli firmalar için hazırlamış olduğum çeşitli koleksiyonlar oldu. Fibula için Esinlenmeler serisi. Zen firması için Sur-u Sultani.Şu an ise sevgili dostum Sevan Bıçakçı ile birlikte çalışıyorum ama burada tasarım yapmıyorum, yapılan tasarımlara, mücevher üzerine Mikro resimler yapıyorum.
Mikro eserlerinizin yanında büyük tablolarınız da var...
Büyük tablolarım ve mikro eserlerim..Tam bir çelişki, arası yok. Zor olanı yapmak içimde var demek ki.İkisi de farklı bir lezzet ikisi de doyumsuz.
ESERLERİMDE KIRMIZI MÜHÜR KULLANIYORUM
Tablolarınızın üzerinde kırmızı mühür var. Hatta Mühr-ü İstanbul serginizin ismi de buradan geliyor sanırım. Bu mührün anlamı nedir?
Evet eserlerimde kırmızımühür kullanıyorum. Eski dönemlerde iki kişi arasında yazışmalar özel olduğu için başkası tarafından okunmasın diye mühürlenirdi. Benim kullanma amacım sanatçıile izleyici arasındaki bu özelliği vurgulamaktı. Satın alanlar hiç mühürleri çıkartmadılar. Bu beni çok sevindirdi.
 
Kırmızı renk ve Nar eserlerinize sık sık konu oluyor. Özel bir anlamıvar mı sizin için?
Kırmızı, Aşk.. Nar, bolluk ve bereket. Çok eski dönemlerde de çok kullanılmış. Hem de farklı uygarlıklarda. Evrensel aslında ve hala günümüzde de devam ediyor. Anlamı da aynı, bence ilahi bir tarafı var.
 
Gördünüz mü bilmem Konya’daki Mevlana Müzesi’nde 5cmx 3 cm’lik el yazması bir Kuran-ı Kerim var. Rivayete göre eserin tamamı bittiğinde yazan kadın gözlerini kaybetmiş. Siz çalışmalarınızı çıplak gözle ortaya koyuyorsunuz? Gözlerinizle ilgili bir şikayetiniz var mı?
Arasıra oluyor tabii. Yakınla ilgili problemler yaşıyorum. Her 6 ayda bir kontrole gidiyorum. Doktorum bir çok kişiye göre çok iyi durumda olduğunu söylüyor. Bir de 18 yıl sadece mikro eserlerle uğraştığımı düşünürseniz, göz kaslarımı çok güçlendirmişim. Zoom yapma, odaklanma tarafım öyle bir gelişmiş ki. Bu benim için büyük avantaj.
 
SAÇ TELİ ÜZERİNE İSTANBUL PANORAMASI
Şimdilerde üzerinde çalıştığınız proje?

Müze ilgili çalışmalar devam ediyor ve sonra sırada bir saç teli üzerine yapacağım İstanbul panoraması girecek devreye. Uzun soluklu bir çalışma olacak. İncir çekirdeğini de doldurduktan sonra sıradaki proje heyecanlandırıyor beni.
Eserlerinizi görmek isteyenler size nasıl ulaşabilir?
 
Sık aralıklarla çeşitli şehirlerde sergiler düzenliyorum veya benim merak edenler müsait olduğum dönemlerde atölyeme gelebilirler. Bir de sosyal paylaşım siteleri en kolay ulaşma şekli oluyor ama benim tavsiyem yakından izlemeleri, bu anlatılamaz bir duygu.

 Röp: Hülya Meral

 

 

Bugün Birand'ı kaybettik...


Bugün Mehmet Ali Birand’ı kaybettik..Çok üzgünüm.
İlkokul yıllarımda gecenin biryarısına kadar oturup Yaser Arafat, Benazir Butto, Saddam Hüseyin, Gorbachov, Margaret Tahtcher, Turgut Özal, Abdullah Öcalan gibi isimlerle gerçekleşirdiği röportajları heyecanla izler, program bitene kadar uyumazdım.

Yıllar sonra İletişim Fakültesi’nde okurken öğrendim ki Birand, tek kanallı yıllarda, internet ve cep telefonu olmadan TRT’ye bu uluslararası röportajları yaparak çok önemli bir kapı aralamış, TRT tabusunu yıkmış, gazetecilikte çıtayı yükseltmiş..

Sorularındaki samimiyeti ve üslubumu, yoksa konuştuğu isimlerin önemli olduğunu tahmin etmem miydi beni ekranabağlayan (ilkokuldayken Yaser Arafat izleyen bir çocuk :) ) hatırlamıyorum ama ‘merak’ve ‘cesaret’ kelimelerini ve yıllar sonra, önemli isimlerle konuşabilme cesaretini bana izlediğim 32. Gün’lerin öğrettiğini biliyorum.
Öyle ya onun yaptığını yapabilmek için meraklı olmak, araştırma ve takibi sevmek ve en önemlisi herkeste olmayan ‘cesaret’e sahip olmak gerekirdi.

İyi analiz edebilme, atgözlüğüyle değil geniş bir vizyondan bakabilme, söylenmiş olanı değil yeni birşeyler söyleyebilme heyecanı, hoşgörüsü ve her düşünceye açık demokrat yönü O’nun ardından aklımda kalanlar..

Andıç Meselesi ve CNNTürk’le aralanan yeni kapı

Tüm bu nitelikler belki de O’nahayatının hem en zor hem de en keyifli anlarını yaşattı. Bir gazeteci olarak hayal edilmesi en güç ne varsa, O çoğunu hayata geçirdi. 1974 Kıbrıs Harekatı nasıl adının parlamasını sağladıysa 90’lı yılların sonu ve Andıç meselesi uzun yıllar canını sıktı. 1999’da CNNTürk'ün kuruluş aşamasında kendisi gibi meraklı ve gözüpek ne kadar genç isim varsa hepsiyle bir araya gelip bir marka yarattı. O yıllarda aynı yolda yürüdüğü isimlerin çoğu şu an televizyonların üst yönetiminde veya kendi kurdukları prodüksiyon şirketlerinde ‘üretmeye’ devam ediyor.

Birand Gazeteciliği
Birand gazeteciliği diye bir şey var sahiden. Türkiye’nin en çok izlenen haber bülteninin Birand’ın ismiyle anılması rastlantı değil. Bu coğrafyanın dinamiklerini iyi bilen, insanını ve sosyolojisini çok iyi analiz eden, lafla değil ürettikleriyle kendini ortaya koyan, olan bitene uluslararası çerçeveden bakabilen, gazetecilik deyimiyle ‘haber atlatan’ isimdi Birand.

Yaptığı belgeseller, yazdığı kitaplar Yakın Türkiye tarihine, gelecek kuşaklara ışık tutar nitelikte. Her biri yılların tecrübesinin süzgeçten geçirilmiş hali.

Malı (haberi) getirdin mi?

Yıllar önce teknoloji bu kadar yaygın değilken yurtdışından yeni getirdiği kamerayı özel haber yapması için ödünç olarak birlikte çalıştığı muhabire verip, muhabir kamerayı kaybettiğinde taşlayacağına ‘malı (haberi) getirdin mi?’ demesi hayata bakışıyla  ilgili de ipuçları veriyor..

Öcalan Parlementoya girebilir

EnverAysever’in Aykırı Sorular programında belli bir kitleyi karşısına alacağınıbile bile ‘Öcalan çok gecikilmezse, günün birinde Parlamentoya girebilir, partilideri olur, bu demokrasinin gereğidir, olmalıdır. Bunu yaparsa ancak Tayyip Erdoğan yapar, o güç Erdoğan’da var. Bu da 2014-2015'ten sonra olursa olabilir.”diyebilecek cesareti gösteren, en aykırı fikirlere bile sempatik üslubuyla yanıt veren Gazeteci’dir Birand. ‘Dünya değişir, değişen dünya içinderoller de değişir.’ cümlesiyle 71 yıllık hayatın özetini sunandır aynı zamanda.

Sağcısı solcusu, Kürdü Türkü, askeri, milliyetçisi ne yazarsa yazsın, ne konuşursa konuşsun, değişmeyecek bir gerçek var, bu kara parçasında yaşayan her kim varsa, bugün izlediği pek çok haberde O’nun kokusu var ve olmaya devam edecek..

Birand yok, haberleri sunmayacak bu akşam..Biz O’nu, sunduğu haberlerin  yanısıra, renkli saatleri, kalemleri, kravatları ve sevimli gülümsemesiyle hatırlayacağız..
Hülya Meral

ÇİN'İN TERRACOTA ASKERLERİ TOPKAPI SARAYI'NDA

 İstanbul'daysanız ve hala görmediyseniz Topkapı Sarayı Müzesi'nde Çin'den ödünç alınan eserlerin sergilendiği Çin Hazineleri Sergisi bir haftasonu etkinliği olarak ajandanızda yerini almalı.


Başta Yasak Şehir Müzesi, Shanghai Müzesi ve Qin Shihuang Müzesi olmak üzere Çin’in 11 Müzesinden seçilen 101 eserin sergilendiği "Çin Hazineleri" sergisi "2012 Türkiye’de Çin Kültür Yılı" etkinlikleri kapsamında düzenlenmiş.
 

Sergi'nin Çin’den ödünç alınan eserlerden oluşan ilk sergi olması, Dünyanın 8. harikası olarak değerlendirilen ve aynı zamanda Unesco’nun dünya kültür mirasları listesine alınan yeraltı ordusundan örnekleri sergilemesi sebebi ile özel bir yeri var. Dünyada eşi olmayan TerraCota askerlerini ve normalde Çin dışına çıkarılmayan TerraCota atını görmek için güzel bir fırsat.
 
20 Şubat 2013’e kadar Topkapı Sarayı Müzesi’nin 2. Avlusunda yer alan Has Ahırlar Sergi salonunda sanatseverleri ağırlayacak olan bu değerli sergiyi kaçırmamanızı öneririm.

Hülya Meral 
Facebook: Hülya'nın Valizi

BERLİN YAHUDİ MÜZESİ VE YOKLUK, YİTİLMİŞLİK, BELLEK ÜZERİNE


Almanya, Hitler, Yahudiler, Auschwitz, Shoah, Anne Frank’ın günlükleri  derken okuduğum onlarca kitap ve makale ile izlediğim onlarca film ve belgesel, akıl ve vicdan süzgecimden geçiyor ve yıllar sonra kendimi Berlin’de Yahudi Müzesi’ni ziyaret ederken buluyorum.


Bitişiğindeki barok tarzında inşa edilmiş eski mahkeme binasının restore edilerek Berlin Şehir Müzesi olarak hizmet verdiği ana girişten başlıyorsunuz müzeyi dolaşmaya. İçeriye girdiğiniz an yön duygunuzu kaybediyorsunuz.
  
 
 
Unutmamak ve Berlin’i kendi kimliğiyle birleştirmek
 
Yahudi tarihinin Alman tarihinden ayrı değerlendirilemeyeceği aşikar. Almanlar ilk öğrenim gören binlerce öğrenciye derslerde, yakarak öldürülen onbinlerce Yahudi kurbanı ve pişmanlıklarını anlata dursun,  müze, ‘unutmamak’  ve Berlin’i kendi kimliğiyle birleştirmek için oluşturulmuş gibi.

 
Polonya asıllı ABD’li mimar Daniel Libeskind tarafından inşa edilmiş bu yapı. Libeskind, dünyanın dört bir tarafından kalabalık bir mimar topluluğuyla oluşturduğu bu müzenin yanısıra Kopenhag Yahudi Müzesi ve Manchester Imparial War Museum gibi önemli eserlerin de mimarı.


11 Eylül'ün ardından New York'ta ikiz kulelerin bulunduğu Ground Zero olarak adlandırılan bölgenin yerine yapılan 'özgürlük kuleleri' de Libeskind’ın uzamsal ve düşünsel zeka ürünü..
 

Daniel Libeskind

 Libeskind Berlin Yahudi Müzesi’ni kendi ifadesiyle, ‘Tarihin izlerini Berlin’le, Berlin’i ise silinmiş olmasına rağmen izlenmemesi, inkâr edilmemesi ve unutulmaması gereken tarihi ile birleştirme çabasındadır.’ diye tanımlıyor.

 Yokluk, Yitirilmişlik, Bellek
Mimarisini ‘yokluk,’ ‘yitirilmişlik’ ve ‘bellek’ kavramları üzerinden çizgiler, çarpıtılmış açılar, kesişen geometriler ve boşluklar etrafında kurgulayan Libeskind, Yahudi Müzesi’nde ilginç bir mimari estetik sunuyor ziyaretçilerine. Labirentler, aykırı çizgiler, zikzaklar, boşluklar, ışık ve mimarinin çizgisel düzlemde oluşturduğu çoğu simgesel göndermeler var. 1005 pencerenin yaydığı ışıkla bütünleşerek kurgulanan boşluklar, isimlere, tarihlere ve yerlere işaret ediyor.

 
Pasajları gezdikten sonra Sonsuzluk Merdiveni adı verilen merdivenle Sürgün ve Göç Bahçesi’ne ve ardından,


soykırımda hayatını kaybedenlere ait eşyaların, mektupların ve fotoğrafların sergilendiği koridoru takip edip metal yüz şeklindeki figürlerin boşlukla bütünleştiği Soykırım (Holocaust) Kulesi’ne geliyorsunuz.

Holocaust..Kelime anlamı ateşte yakılan kurban..Burası Berlin’in eski tarihini bir şekilde sonlandıran mekan.
 

Merdiven çaresizlik duygusunu kuvvetle hissettiriyor

Çıplak betondan inşa edilmiş 27 metrelik kuleye sahip bölümde yazın da kışın da ısıtma ve soğutma yapılmıyor. İçeriye girdiğiniz an ürperiyor, soluğunuzu bile duyabilecek sessizlikte yankılanan ayak seslerinizi dinliyorsunuz.

Toplama kamplarının temsil edildiği Soykırım Kulesi’nde yerden çok yukarıda, duvarın köşesinden tavana doğru uzayıveren metal bir merdiven var.


Merdiven özellikle oluşturulmuş yüksekliği ve yukarıya ulaşılmazlığı dolayısıyla çaresizlik duygusunu kuvvetle hissettiriyor.

 
Yapıldığı yıllarda oldukça ses getiren binanın dış cephesi, zaman içinde yeşil-gri bir renk alacak parlak çinko yüzeyi ile daha da etkileyici olacağa benzer.
 

Berlin’e yolunuz düşerse dünyaca ünlü mimar Daniel Libeskind’in bu etkileyici eserini görmeden dönmeyin.

 
Hülya Meral 

Facebook: Hülya'nın Valizi

 
 

NOEL'DE MANCHESTER

İlkokul yıllarımda Pazar akşamları evde bir koşuşturmaca olurdu. Tatil biter, ertesi gün işe veya okula gideceklerin kıyafetleri ütülenir,  ütü,  kıyafetlerin üzerinde gezindikçe çıkan buhardan bütün ev deterjan ve yumuşatıcı kokardı. Pazartesi kontrol edilecek ödevler son dakikaya yetiştirirken diğer yanda tek kanallı dönemin televizyonu TRT’de  spor spikerlerinin ve maç coşkusunun sesi duyulurdu. (Fazla değil iki yıl sonra özel televizyonlar yayın yapmaya başladı..) Dimağımda yer eden bir deterjan kokusu, iki Manchester United maçları..

Çocukken Pazar akşamları kulağıma çalınan maç seslerinden sonra Manchester United takımının şehrine gelip bir süre burada yaşayacağımı ve nerdeyse her gün Old Trafford’un önünden geçeceğimi kim bilebilirdi..
Manchester’a ilk kez beş yıl önce burada eğitim gören kardeşimi ziyarete gelmiştim. O zaman Londra’ya göre pek küçük gelmişti gözüme, hoş halen de öyle ama bu sefer şehrin enerjisini daha çok hissediyorum. Karşılaştırırsam Londra İstanbul, Manchester Bursa gibi..
Ulaşım çok rahat, en uzak mesafeye bir saatte varabiliyorsunuz. Londra'ya trenle gitmek 2 saat sürüyor. Liverpool’a da çok yakın. 45 dakikada otobüsle başka bir şehre geçmek mükemmel.

Zaman zaman Manchester’da keşfettiğim şeyleri burada paylaşacağım ancak bu hafta Manchester’ın en hareketli haftası zira şehir, tüm hristiyan dünyası gibi Christmas  günlerini yaşıyor. Bu sebeple daha çok Manchester noeli nasıl yaşıyor ondan bahsedeceğim.
Şehrin ünlü meydanı Piccadilly Gardens ve her ara sokağı mini pazar halinde.
Her noktada sokak yemekleri, tatlılar, sıcak şarap, noel şapkası ve balonu satan seyyar satıcılar..
Paella
Pancakes
Dükkanlarsa ayrı bir renk. Kimi herkesin heyecanla beklediği Boxing Day’i (26 Aralık’ta satılan her şey dip fiyata iniyor, bu özel güne verilen isim) bekleyememiş, camına SALE yazısını yapıştırmış bile.
Şu ana kadar gördüğüm fiyatlar nerdeyse Türkiye ile aynıydı ama Boxing Day’de örneğin 45 poundluk bir kremi 5 pounda (başkasına kaptırmazsanız) alabiliyorsunuz. Hatta İngiliz bir arkadaşım 170 poundluk Ugg’ı 70 pounda almayı başardı !
Burada 70 yaşındaki elinde Pazar çantası ve şemsiyesiyle dolaşan beyaz saçlı teyzeler bile Ugg giyiyor.
İngilizler şu an ceplerindeki tüm parayı noel ağacının altına koyacakları hediyeler, alkol ve noel yiyecekleri için harcadı, son kalan paralarını da Boxing Day’de kullandıktan sonra uzunca bir süre inzivaya çekilecekler.
Ekonomik hareketlilik  şu an 18 yaşındaysa haftaya 80’li yaşlara gelecek.
Tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi burada da sokak şarkıcıları ünlü caddelere renk katıyor.
Nerdeyse her sokakta geleneksel bir mutfağa denk gelmeniz mümkün.

En kısa zamanda İtalyan ve Hint mutfağını denemek istiyorum. Türkler de restoran açmayı ihmal etmemiş. Cafe İstanbul ve Topkapı Restaurant’ta kebap, meze, baklava vs yiyebiliyorsunuz.
Piccadilly Gardens’tan Market Street’e doğru ilerlediğinizde devasa alışveriş merkezi Arndale’i ve hemen önünde bulunan Christmas Market’i görüyorsunuz. 25 Aralık gecesi saat 12.00’de Manchester yeni yıla bu alanda giriyor.
25 Aralık’ta yeni yılı, 26 Aralık’ta Boxing Day’i atlatan İngilizler uzunca bir süre evlerinde vakit geçirmeye hazırlanıyor.
Hülya Meral

Facebook: Hülya'nın Valizi