SEYAHAT SOHBETLERİ- UGANDA- SEDA MEŞELİ

 
ODTÜ'de Psikoloji okuyordun, 22 yaşındaydın. Fransızca dersleri vererek biriktirdiğin parayla Uganda'ya gitmeye karar verdin. Nasıl gelişti, bahseder misin?
 
Afrika’ya karşı hep bir merakım vardı, dolayısıyla Afrika’ya gitmek hep aklımdaydı. Üzerine okuyor, yazılmış blogları takip ediyor, hayal kuruyordum. Sonra bir gün “Neden gerçekleştirmeyeyim ki bu isteğimi?” diye düşündüm, ama bu sefer sadece seyahat etmek yerine gönüllü olarak da çalışmayı kafama koymuştum.
 
En başlarda aklımda hangi ülkeye gideceğime dair bir fikir yoktu, gönüllük sitelerini incelediğimde Uganda çıktı karşıma. Hem güvenli bir ülkeye benziyordu hem de benim gideceğim vakit kuru mevsime denk geliyordu, yani hava şartları olumluydu. İnternette Uganda’yı araştırdığımda üzerine pek bir şey bulamamam beni daha da çok heyecanlandırdı ve gitmeye karar verdim. Çevremin tepkisiyse çok olumlu oldu, ailem ve arkadaşlarım beni çok desteklediler ve bloğuma yaptıkları yorumlarla motivasyonumu hep en yukarıda tuttular.
'Ne yapacaksin Afrika'da, orada yamyamlar var!' yorumlarına aldırmadın. Ne kadar süre kaldın?
Afrika’da 2 ay kaldım, gönüllü olarak çalıştığım köyde ise (Kisiita’da) 1 buçuk ay kaldım. Diğer 15 gün boyunca ise Kenya’yı gezdim.


"AFRİKA HAKKINDA O KADAR GÜÇLÜ ÖNYARGILARIMIZ VAR Kİ ORANIN GÜVENLİ OLABİLECEĞİNE İNANAMIYORUZ"
Senin yaşında biri genelde daha güvenli, daha konforlu bir ülkeye gidip modern hayatın, eğlencenin içinde olmak ister. Giderken güvenlik, sağlık, yiyecek gibi konularda sıkıntı yaşayan bir ülkeye gidiyor olmak seni ürkütmedi mi? Hep böyle cesur muydun?
Benim yapımda var sanırım, öyle çok konfor, çok lüks olunca rahatsız oluyorum. Beş yıldızlı otellerde gerçekleştirilen tatiller bana pek cazip gelmiyor. Güvenli olması önemli tabi ama Afrika hakkında o kadar güçlü önyargılarımız var ki oranın güvenli olabileceğine bir türlü inanamıyoruz. Ben gideceğim yerde herhangi bir güvenlik sorunu olmadığını önceden biliyordum. Onun dışında aşılarımı yaptırdım, sivrisineklere karşı da her akşam sivrisinek kovucu sprey sıktım. Yiyecekse hiç sorun değildi, sonuçta oradaki insanlar ne yiyorsa onu yemeye hazırdım.
Aslında bana cesur diyorlar da bu seyahati gerçekleştirdiğim ben, hala cesur olduğumu düşünmüyorum. Orası da dünyanın bir köşesi, orada da bizim gibi insanlar var, neden oraya gitmek ayrıca bir cesaret gerektirsin ki? Oraya gittiğimde bir sürü Avrupa ülkelerinden gençle tanıştım, benim gibi gönüllü çalışmaya gelmiş, tamamen kendi isteğiyle.. Onlara “Türkiye’de neredeyse bir kahraman olarak anıldığımı” söylediğimde onlara çok garip geliyordu bu durum.
"SARI HUMMA VE HEPATİT A AŞISI YAPTIRMAK GEREKİYOR"
Gitmeden önce sıtma, sarı humma aşısı yaptırmak gerekiyor mu? Nasıl bir süreç işliyor? Bazı ülkelerde 6 ay öncesinden başlayıp her ay 1 kez aşı olmak gerekiyor, Uganda için durum nasıl?







Sıtma aşısı yok. Sarı humma ve Hepatit A aşısı yaptırmak gerekiyor. Ben de sarı humma aşısı oldum (Hepatit A geçirmişim küçükken). Sıtmadan korunmak için bana antibiyotik verip her gün içmemi söylemişlerdi. Ama her gün antibiyotik almak sakıncalı bir durum olduğundan ben sadece sivrisineğe karşı sprey sıkmakla yetindim. Zaten kuru mevsimde olduğumuzdan çok büyük bir risk de yoktu. Sonuçta da ciddi bir sağlık sorun yaşamadım.


URUGUAY DEĞİL UGANDA
 
Uganda'ya Brüksel aktarmalı gittin? Yolculukta herhangi bir sıkıntı yaşadın mı? Pasaport geçiş noktasını anlatabilir misin?
Brüksel aktarmalı gittim, Brüksel’de havaalanında transit bölgede kalarak Uganda uçağına bindim sonrasında. Belçika vizesi almak istemediğim için -hem bir gün vardı iki uçuş arasında hem vize alma süreci çok yorucu bir süreç hem de çok pahalı- Yalnız Türkiye’den Brüksel uçağına binerken Brüksel’den “Uruguay” a uçuş yokmuş diyerek geçirmek istemediler beni. Yok diyorum Uruguay değil, Uganda. Bayağı vakit aldı araştırıp soruşturup beni kontrol noktasından geçirmeleri. Daha sonra Brüksel’de havaalanında takıldım, ev yapımı sandviçlerimi yedim, kitap okudum ve bir gün beklediğim Uganda uçağımı kaçırayazdım. Ama sonrasında sağ salim uçağıma ulaştım işte.

Gittiğin andan bahsedebilir misin? Nerede konakladın? Kimlerle tanıştın? Sana nasıl davrandılar?
Uçakta şimdi eşim o zamanlar erkek arkadaşım olan Xavier ile buluştum, o Belçika’dan binmişti uçağa. İnternetten http://pigmelerledans.blogspot.com/ adresinde yazan ve Uganda’da yaşayan Meltem Yaşar’la irtibata geçtim. Hatta gitmeden önce irtibata geçtiğim sivil toplum örgütünün yerine bir bakıp bakamayacağını sormuştum. Şans eseri yerleri Meltem’in evinin hemen yakınında çıktı. Gitti, konuştu, fotoğrafını gönderdi. Sonrasında birkaç gün nerede çalışacağım belli olana kadar onun evinde kaldık. Sağolsun bizi tanımadan evini açtı. Bence Türk olmanın avantajlarından biri bu. Uganda’da bile olsa bir Türk bulursan emin ol sokakta kalmazsın. Yurt dışına pek çıkmadığımız için Türkler arasında hemen bir arkadaşlık bağı, yardımlaşma oluyor yurtdışında bir ülkede.
 
Çalışacağın yeri nasıl organize ettin?
Bir sivil toplum örgütü yönlendirdi beni, şehirde yer yokmuş seni köye göndereceğiz dediler. Ben de hayhay dedim, zaten ben de kırsal bir bölgede çalışmak istiyordum.
"ORTADA OLAN TEK ŞEY SINIFTI. DEFTER, SIRA, TAHTA HİÇBİR ŞEY YOKTU"
Derslerde neler yapıyordunuz, hangi şartlarda eğitim verdin?
Genelde drama dersleri veriyordum. Drama dersleri ile onlarla iletişim kurmaya, onları anlamaya çalıştım. Ortak bir dil yaratmaktı amacım. Kendilerini ifade etmeleri, yaratıcı olmaları için teşvik etmeye çalışıyordum genel olarak. Türlü türlü oyunlar oynadık. Hayal kurduk, konuştuk, anlattık, paylaştık. Çok eğlendik birlikteJ Bir süper kahramanlar oluyorduk, bir doğaç yapıyorduk, sonra müzik yapıyorduk, resim çiziyorduk.. Doğada yapıyorduk çalışmaları, hava mis gibi, geniş, yemyeşil alan var, saatlerce oyunlar oynuyorduk dışarıda. Benim verdiğim dersler beden eğitimi diye geçiyordu, çocuklar sabahın köründe odamın kapısında belirip “Madam Seda beden eğitimi var mı bugün?” diye soruyorlardı...
Yine benim okuldakiler şanslıydı, oturacak sıraları, yazacak tahtaları vardı, her ne kadar kimi zaman sınıfların kapı ve pencereleri olmasa da. Ama bir kez bir okula gittik ziyarete, orada yaşanan tam bir sefaletti. Ortada olan tek şey sınıftı. Defter, sıra, tahta vs. hiçbir şey yok. Sadece öğretmen ve öğrenciler.. Onlar da yerde yapıyorlar dersi. Sonra birden çalıştığım okul Esukanesi gözüme iyi görünmeye başladı, dedim meğer biz ne zenginmişiz J
 
"KURAKLIK ! BU SORUN ÇOCUKLARI ÇOK KORKUTUYORDU" 
 
Drama derslerinde örnekledikleri karakterlerden onların dünyalarına girme, onları daha yakından tanıma fırsatı yakaladın. En çok neyi önemsiyorlar ? 
Uganda’ya gitmeden önce drama aktiviteleri vardı kafamda, kitaplar taşımıştım yanımda ama Ugandalı çocuklara hitap eder mi kestiremiyordum. Sonuçta hiç beklemediğim bir performans yakaladım! Ne düşünüyorlar, dertleri tasaları ne, ne arzuluyorlar hemencecik dökülüverdi dersler sırasında. Benim hiçbir şey sormama gerek kalmadı. Örneğin bir sorun bulmaları ve bu sorun üzerinden bir doğaç oluşturmalarını istediğimde hemen her doğaçta “kuraklık” sorunu çıkıyordu. Bu sorun çocukları çok korkutuyordu, ya yağmurlar durursa da bir şey yetişmezse, aç kalırız diye. Orada doğa kurallarının çok farkındalar çocuklar, doğayla birebir ilişki halindeler.
"DENİZ VE KAR’IN NE DEMEK OLDUĞUNU İFADE ETMEM ÇOK ZOR OLDU"
Ülkelerinde hiç görmedikleri için 'deniz' ve 'kar'ın ne demek olduğunu tarif etmem çok zor oldu. Deniz veya kar resmetmelerini istediğimde çok farklı şeyler çizdiler.

Derslerde İngilizce konuşuyordunuz? Çocuklarla arandaki iletişim nasıldı? Örneğin onlar sana İngilizceden sonra kullanılan ikinci dil Svahili dilini, sen de onlara Türkçe öğretmeyi denediniz mi?
Evet ingilizce konuşuyorduk. Onların ingilizcesi biraz değişik yalnız, koloni oldukları zamandan kalma bir ingilizce. “I should go” diyeceklerine “I should vacate” diyorlar mesela, böyle kimi zaman artık günümüz İngilizcesinde kullanılmayan kelimeleri kullanıyorlar. Bir de her kelimenin sonuna “i” ekliyorlar. “rabit” değil de“rabiti”, “flower” değil de “floweri” gibi. Önceleri biraz birbirimizi anlamakta zorlandık ama sonra alıştık bir şekilde.
Anaokulu yaşındakilerle hiç anlaşamıyordum. Çünkü orada çocuklar ingilizceyi okulda öğreniyorlar, yoksa kendi aralarında, aileleriyle “lugandaca” konuşuyorlar. Benim köyümde svahili değil de lugandaca konuşuluyordu. Ben Türkçe öğretmedim. Onlar bana Lugandaca öğretmeye çalıştılar. Hatta kalem ve kitap kelimeleri hatırladığım kadarıyla onların dilinde de aynıydı, bayağı şaşırmıştım. J

"KİSİİTA'YA 1960'LARDAN SONRA GİREN İLK BEYAZ BENDİM"
Beyaz olduğun için sıkıntı yaşadın mı? Muzungu diyorlar değil mi beyazlara?
Beyaz olduğum için her yerde ilgi çekiyordum. Ama Kisiita’da çok daha fazla çünkü oraya 60’lardan sonra giren ilk beyaz bendim! Drama aktiviteleri sırasında bir şey anlatırken bir bakıyordum bazen bir çocuk çaktırmadan saçımı eline almış inceliyor. Birini dikkatle ayak parmaklarıma bakarken buluyordum mesela. Çok merak ediyorlardı benimle ilgili her şeyi. Çocuklar sürekli Türkiye’yle Avrupa’yla ilgili sorular soruyorlardı. Daha yaşı büyük olanlar “Nasıl Avrupa’ya gidebilirim?” eksenli sorular soruyorlardı. “Bana Avrupa’ya gitmek için maddi olarak destek ol” diyenlerin sayısı da az değildi. Veli toplantısında bir anneanne, torununu Türkiye’ye götürmemi istemişti şakayla karışık. “Muzungu”san, yani beyazsan, kesinlikle çok paran olduğunu düşünüyorlar orada. Eh bunu da anlamak çok güç değil aslında..
"PEYNİR ALMAK İÇİN İKİ SAATLİK YOL GİTMEK ZORUNDA KALDIM"
Bazı yerlerde elektriğin sık sık kesildiğini, peynir almak için iki saatlik yol gitmek zorunda kaldığını, çoğunlukla kuru fasulye yediğini biliyorum. Neler yedin içtin?
Hep fasulye hep fasulye. Bir de ‘matooke’ yani pişirilebilen bir muz türü. Bir de unla yapılan ekmeğe benzer bir şey daha. ‘Jake fruit’ vardı, kocaman bir meyve mayhoş bir tadı var. Ananas ve tutku meyvesi yiyordum arada bir de. Ama kuru mevsimde olduğumuz için pek meyve bulamıyordum. Hep aynı şeyi yiyorduk, kuru fasulye. Farklı birşey yemek için hafta sonunu beklemem gerekiyordu, o zaman en yakındaki kasaba olan Masaka’ya gidip bir öğün de olsa farklı bir şeyler yiyebiliyordum. Bir de ben peyniri çok severim ama orada peynir üretilmiyordu ve Masaka’da yalnızca bir bakkalda bulabiliyordum peyniri. Kaldığım köydeyse elektrik ve dolayısıyla buzdolabı olmadığından hiçbir şey saklayamıyordum. Bir gün peynir almak için iki saatlik yol gitmek zorunda kaldım. Dolayısıyla kurufasulyeye tabii kaldım bir buçuk ay boyunca.

"SITMADAN HAYATINI KAYBEDEN ÇOCUKLAR, BEBEKLER VARDI"
Kisiita'dan çok etkilendiğini okudum? Neler deneyimledin orada?
Sıtmadan hayatını kaybeden çocuklar, bebekler vardı. Yediklerinin zengin olmaması en büyük sorunlardan biriydi. Kimi çocukların kafalarında vücutlarına yeterince vitamin alamamaktan dolayı yaralar oluşmuştu. Aids olan çocuklardan bahsediliyordu ama ben benim okulumda şahit olmadım.
Bir kez de benim ayak parmaklarıma elma kurdunu andıran kurtçuklar girmişti. Parmaklarım şişmeye başladı. Neyse ki daha önce buna tanık olmuşlardı ve öğretmenler aletleriyle ayağımdaki parazitleri hemen çıkardılar. Tozdan oluyormuş meğer, pislikten. Daha sonradan tekrar girdi ama ben de artık daha büyümeden nasıl çıkarıldığını öğrenmiştim. Gerçi bu AIDS, sıtma gibi hastalıkların yanında hiç büyük bir sorun değil. Ama o zaman gerçekten korkmuştum.
"KİSİİTA’DA İNSANLAR DOĞA KURALLARINA BİRİNCİ DERECEDEN BAĞLILAR"
Kisiita’da insanlar doğa kurallarına birinci dereceden bağlı olarak yaşıyorlar. Yağmur yağmazsa, ekinler büyümez bu kadar basit. Doğanın dengesinin bozulması halinde ilk olarak etkileneceklerinin farkındalar. Bu röportajı okuyanlardan bir rica: Ne olur tükettiklerinize dikkat edin, attığınız adımların dünyaya olan etkisini aklınızdan çıkarmayın. Dünyanın bir yerinde doğanın dengesinin bozulmasıyla oluşabilecek olumsuzlukların sonuçlarıyla bizden önce yüzleşeceklerin olduğunu unutmamak gerek.
Uganda diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi AIDS dolayısıyla kayıp veren bir ülke..
Onlar AIDS hakkında çok fazla şey biliyorlardı, sonuçta günlük yaşamlarının merkezinde bir olay. Uganda AIDS oranını düşürme konusunda Afrika’ya örnek olacak bir ülke. 1990’lı yıllarda hem devletin hem de sivil toplum örgütlerinin çabalarıyla AIDS’e karşı bilgilendirme kampanyaları başlatılmış ve bu kampanyalar sonucunu vermiş. Örneğin 1991’de yetişkinlerin yüzde 15’i HIV virüsüne yakalanmışken şu anda yetişkin nüfusun yüzde 6.5, çocuk nüfusunun ise 0.7 oranında bu virüsü taşıdığı düşünülüyor. Bu da Afrika standartlarında oldukça iyi.
Tüm seyahatin boyunca ne kadar harcadın?
2 bin TL harcadım, bilet, vize her şeyi dahil.
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi

 
 

UMBERTO ECO'DAN YENGEÇ ADIMLARIYLA

Tempo Dergisi’ne yazdığı eleştirel popüler kültür yazılarıyla ve listelerden inmeyen çok satan kitaplarıyla tanıyoruz onu. Eleştirmen, yazar, bilim adamı, düşünür, edebiyatçı Umberto Eco.
 İtalyan yazar, Türkiye’deki ününü Gülün Adı ve Foucault Sarkacı isimli kitaplarıyla elde etse de son yıllarda yazdığı edebiyat, tarih, medya ve iletişim yazılarıyla ilgimizi çekmeye devam ediyor.
 
En son Doğan Kitap'tan çıkan Güzelliğin Tarihi, Çirkinliğin Tarihi ve Prag Mezarlığı kitapları yayınlanmıştı. Şimdiyse Eco’nun 2000- 2005 yılları arasında yayımlanan makale ve konferans metinlerinin biraraya getirilmesiyle oluşturulmuş ‘Yengeç Adımlarıyla’ kitabı geçtiğimiz haftalarda kitapçı raflarının yeni çıkanlar bölümünde yerini aldı. 
 
 
11 Eylül saldırılarından, Saddam’a, Silvio Berlusconi’den Çin’in gelişmesiyle harekete geçen ‘Sarı Tehlike’ye, coğrafya üzerinde meydana gelen pek çok olayı ve olguyu değerlendiren Eco, tarihin artık ‘yengeç adımlarıyla’ yani geriye giderek ilerlediğini öne sürüyor.
 
 
Son 20 yılda Kosova, Körfez, Afganistan ve Irak’ta meydana gelen olayları, 11 Eylül saldırılarıyla yükselişe geçen İslamofobi ve kültürel antropoloji ekseninden değerlendiren Eco, sıcak savaşlar, terör, köktendincilik, ırkçılık, din savaşları, çoğulculuk, antisemitizm, siyaset, medya sahiplikleri ve iletişim gibi parametreleri nesnel örneklerle ele alıyor.
 
 
Geleneksel medyadan yeni medyaya geçişle medyanın kimlik değiştirmesine atıfta bulunmayı ve ironiyi de ihmal etmiyor.
Yaşadığımız dünyanın, arzu edebileceğimiz dünyaların en iyisi olmadığı aşikar. Sürekli yengeç adımlarıyla devam etmemek için ‘birbirimize’, internet, teknoloji ve sosyal medya ile sınırları kalkan kültür çeşitliliğinin zenginliğine entegre olmak ve küresel hoşgörüyü içselleştirmek belki de üzerinde düşünmemiz gereken önemli konulardan biri.
Eco’nun ‘Yaşamın, demokrasinin ve kültürün tadı tuzu olan çoğulculuk, kendi içlerine kapanmış ve birbirini tanımayan dünyalardan değil, bir araya gelmekten, diyalogtan ve karşılaştırmadan oluşur…’ sözlerine katılmamak mümkün değil. Zira dünya hoşgörü ve diyalog zeminine oturmuş olsaydı kendi elimizle oluşturduğumuz kültürlerarası duvarlar bu kadar hırpalayıcı olmazdı.
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi
 
 
 
 
 

BALLIKAYALAR'DA KİRLENMEK ve EĞLENMEK GÜZELDİR

 
Kocaeli'nin bakmaya doyulmaz manzaralarından birine, Gebze İlçesi Tavşanlı Köyü'ne bağlı Ballıkayalar Kanyonu'na misafirdik yılın son günlerinde.
 
 
Kanyon yürüyüşü ve tırmanışı için İstanbul'dan Gebze'ye yol alan minibüsümüz, önce Tavşanlı Köyü'ne uğruyor. Köy kahvesinde içtiğimiz çaylar ve yediğimiz poğaçalar sonrası devam ediyoruz yürüyüş güzergahına doğru.
 
Önce küçük bir gölet ve içinde yüzen ördekler ve kazlarla karşılaşıyoruz. Pikniğe gelenler için ahşap bir yapı ve oturma yerleri var.
 
 
Özellikle hafif bir dağ yürüyüşü ve dağ tırmanışı yapmak isteyen maceracıların ve doğaseverlerin uğrak yeri olan bu tabiat parkı ve kanyon, doğanın bütün bakirliği ve cömertliğiyle az sonra önümüzde.
 
 
Çiseleyen ve zemini kayganlaştıran yağmura aldırmadan ekibin müthiş enerjisiyle çıktığımız parkur, ilk başlarda kolay ilerliyor. Kayaların üzerinden geçerek, 1,5 metrelik yan geçişi de atlatıp bir süre sonra şelaleye geliyoruz.
 
 
Ağaçların arkasından dolanıp vadiye tırmandığımızda, vadinin karşısına biraz zorlanarak ama dikkatle geçip dönüş yoluna ilerliyoruz.  
 
 
Dolu atıştırıp da ortalık sakinleştikten sonra ilk girişteki mesire alanında sucuk ve hamsi ızgara partisi bizi bekliyor. Ardından da kestanelerimiz ve dinlendiren göl manzarası eşliğinde içtiğimiz çaylar bonusumuz :)
 
 
Önerim; mutlaka bilekten destekli, kaymayan bir bot ile yola çıkın..


Bizim gibi kış mevsiminde gidiyorsanız parkur sonunda botlarınız bol bol çamurlanacaktır ama kirlendikçe stresinizi atacak ve eğlencenin tadına varacaksınız..
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi
 
 

DİKTATÖRLERİN KADINLARI


 
Yirminci yüzyılda düşünceleri, eylemleri, orduları, fanatik taraftarlarıyla dünyayı kasıp kavuran, yıkıcı ve yakıcı savaşlara girişen, rüzgar gibi geçen diktatörler..Ve çoğu zaman bu diktatörlerin kaderini belirleyen sevgilileri ve eşleri.

Belçikalı tarihçi- yazar Diane Ducret yeni piyasaya çıkan ‘Diktatörlerin Kadınları’ isimli kitabıyla Mussolini’den Hitler’e, Mao’dan Stalin’e dikta yoluyla iktidara gelmiş isimlerin özel hayatlarını araştırarak arkalarındaki ‘gizli’ güçleri kaleme almış.
 
 
Fransa’da Bestseller listelerinde adına sıkça rastlanan Ducret, Hitler’in Beatles ve Rolling Stones’tan daha çok hayran mektubu aldığını öğrendiği an kitabı yazmaya karar vermiş.
 

Şüphesiz her erkeğin olduğu gibi güce, iktidara, otoriteye sahip bu erkeklerin de sevdikleri, danıştıkları, iktidara gelmelerine yardım eden her biri birbirinden farklı pek çok kadın vardı.
 
 
Ancak her birinin ortak noktası; bir diktatörü kendi hayatlarından çok sevmiş ve aşkları uğruna her şeyi feda etmeye hazır olmuş olmaları.
Romanya diktatörü Nikolay Çavuşesku ve eşi Elena Çavuşesku kurşuna dizilirken

Hitler’in aşkı uğruna altı çocuğunu öldürmeye ve intihara karar veren Magda Goebbels ya da eşinin işlediği suçları hazmedemeyerek intihar eden Nadya Stalin en etkileyici yaşam öyküsüne sahip olan kadınlardan.
Stalin ve Nadya
Tek bir eşe sahip Miloşeviç’in esprili bir sözü var kitapta: ‘Her liderin arkasında bir sevgili bulunur denir. Öyleyse ben asla büyük bir lider olamayacağım.’ ..
Slobodan Miloşeviç

Dünyada bir milyondan fazla satan Diktatörlerin Kadınları, Destek Yayınları’ndan Dr. Elif Ertan çevirisiyle yayınlanmış.



Kitabın arka kapağı ise ilgi çekici…
Adları İnessa, Clara, Nadia, Magda, Felismina, Çiang Çing, Elena ve Catherine'ydi...
Adları Lenin, Mussolini, Stalin, Hitler, Salazar, Mao, Çavuşesku, Bokassa'ydı.
Onlar diktatörlerin kadınlarıydı!
Kimi fahişeydi, kimi eğitimli bir burjuva… Kimi geçici heveslerin, kimi büyük sevdaların kadınlarıydı. Adları büyük adamlar, adları küçük o kadınlara bazen tecavüz etti, bazen baş tacı etti. Ama o diktatörler dönüp dolaşıp o kadınlara sığındılar.
O kadınlar bazen eş, bazen dost, bazen akıl hocası, çoğu zaman sevgiliydiler; hem galip, hem mağlup, hem kurbandılar.
Ve dünyanın en ürkütücü erkeklerini cinselliklerini kullanarak zapturapt altına almayı başarmışlardı. Bazen gölgede kaldılar, bazen gerçek hükümdarlar oldular.
Bu kitapta o kadınların o erkeklerle karşılaşmalarını, baştan çıkarma taktiklerini, aşk ilişkilerini, siyasal rollerini, yatak hikâyelerini ve trajik kaderlerini bulacaksınız.

İyi okumalar
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi
 

 

 

 

 

KONYA, MEVLANA VE AŞK

 
Konya’dayım, Evliyalar şehrinde..
Aralık ayıyla dalga geçer gibi hava şahane..Sabah 8.10'da kalkan uçak 50 dakika sonra iniyor piste. Çıkışta bekleyen Havaş otobüsüne bindiğimizde yarım saatte bizi şehrin merkezine götürecek yolculuğumuz da başlıyor.

Otobüste pek çok grup var. Bir grup oylama yapıyor, Mehmet Yaşin’in gittiği yerlere mi Vedat Milor’un ziyaret ettiği lokantalara mı gideceklerine karar veriyorlar.  Anlaşılan o ki, kahvaltı mekanıyla başlayıp dönüş uçağına binene kadar şehre özgü tatları denemeyi düşünüyorlar.
 
Otobüsten Alaaddin Tepesi önünde inip çarşıyı gezerek kahvaltı edecek mekan bakıyorum. Bir süre dolaştıktan ve soruşturduktan sonra İstanbul Pastanesi’ni bulup fırından yeni çıkmış börekleri mideye indiriyorum. Daha çok gençlerin takıldığı bir pastane ve Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi bir ‘buluşma mekanı’ burası..

 
Kahvaltıdan sonra Alaaddin Tepesi’nin arka tarafına dolanıp Valilik Binası’nın önünden 500 metre yürüdükten sonra  Mevlana Müzesi’ne geliyorum. Yol boyu sağlı sollu Konya şekeri, hurma şekeri, pişmaniye satılan dükkanlar var.
 
Meydan çok kalabalık ama herkes sözleşmiş gibi, telaşsız. Bu derin sessizlikte tur otobüslerinden inenleri izliyorum.. Müzenin hemen karşısında ünlü Üçler Mezarlığı yer alıyor.
 
Her yolculuğun bir bahanesi vardır ya benim bahanem de bu müze- türbe. Müzeye girişimi özellikle geciktiriyorum, hazır hissettiğim anda girmek istiyorum. Kolay değil, dünyaca tanınan, bilinen bir kültürün temsilcisinin mezarının yanıbaşındayım.  
800 yıl önce bu topraklarda yaşamış, kendini ‘Kuran’ın şerefli bir kölesi, Hz. Muhammed’in ayağının tozu olabilme heyecanında bir aşık’ olarak görenin yakınındayım.
 
‘Seni her şey terk eder, hatta seni en başta sen terk edersin. Seni terk etmeyen Yüce Aşk’tır’ diyerek gönlündeki sevgiyi, ilahi Aşk’ı anlatan; sözleri ve davranışları yüzyıllardır onlarca ülkeye, kültüre, milyonlarca insana örnek olmuş ‘Güneş’in ışığından faydalanmaya gelmişim.
 
Hemen yanındaki Sultan Selim zamanı inşa edilmiş Selimiye Cami’ne girip dolaşıyorum. Dönem itibariyle camiye Mimar Sinan’ın katkısının olmaması çok mümkün değil ama kaynaklarda iki farklı görüş yer alıyor. Yani bu cami için kesin bir dille Sinan’ın eserlerindendir diyemiyoruz.
 
 
Cami’yi  dolaşırken bir anda içerisi doluyor, kadınlar telaş içinde, ezan okunuyor. Pencere kenarına çekilip namaz kılanları rahatsız etmemeye çalışıyorum. Pencerenin önüne Kuran okurken kullanılması için rahle konulmuş, iki kişinin sığabileceği taşa oturup sessizce beklerken iki şık kadın beliriyor yanımda. Bir tanesi gülerek, vakurla ‘her zamanki gibi vip yer bulduk kendimize’ deyip oturdukları yerde namaz kılmaya başlıyor. Diğeriyse ona katıldığını belirtiyor.. Camide bile Vip hayatlar yaşamak istiyoruz, ne enteresanJ
Bu Cami’nin avlusu farklı şehirlerden, ülkelerden gelenlerin önce bir soluklanıp sonra Mevlana’yı görmeye geçtikleri alan. Türkiye’de yaşayanlar çoğunlukta olmak üzere yabancı uyruklu insanlar da kilometrelerce yok kat edip buraya kadar gelmişler.
 
Kalabalık her geçen dakika artıyor. Bahçede, avluda ve şadırvanın çevresinde iğne atsan yere düşmüyor.
 
 
Nefse dair ne varsa, her birini Çelebiyan kapısında bırakıp girmeye hazırlanan kalabalık birbirine saygılı. O sırada tıpkı Mevlana’nın dediği gibi ‘Hafızamdaki bütün harfleri döktüm, alfabesizim!
 
 
Avluda çoğu zaman ekranda gördüğümüz, bazen Cihangir’de rastladığım birkaç gazeteci- yorumcu ve köşe yazarı sessizce eşleriyle ya da birbirleriyle oturuyor.
Tek tek Derviş Hücreleri’ni dolaşıp Mesnevi’nin okunduğu bu tılsımlı odalarda Mesnevi örneklerini, semazen kıyafetlerini, musiki aletlerini, buhurdanlıklardan seccadelere kadar pek çok özel eşyayı görüyorum.
En etkileyicileri hiç şüphesiz Mevlana’nın ‘ayna’sı Şems Tebriz-i’nin başına taktığı, keçe üzerine kelime-i tevhid ve Allah yazılmış bir çeşit başlık, yani ‘serpuş’ ile
 
gövdesi rumi paletlerle süslenmiş ‘alem’, bir de Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’e ait, üzerinde Allah’ın 99 isminin yazıldığı ‘tılsımlı gömlek’..
 
Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları akmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de..
 
 
Odalardan sonra sıra tepesi yeşil kubbeli, Mevlana’nın ve oğlu Sultan Veled’in üst üste konduğu sandukayı ve babası Bahaddin Veled'e, diğer oğluna, torunlarına ait yanlarındaki diğer sandukaları görmeye geliyor sıra.

 
İçeriye girdikten sonra sandukaların önüne gelenlerin dua etmesi ve yavaşlaması sebebiyle ağır akıyor sıra. Sandukalardan sonraki kubbeli alan Semahane.


Burada insanlar yerlere oturmuş, kimi ağlıyor kimi birşeyler okuyor. ‘Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları akmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de..’ diyor mesnevi’de. Burada insan kendini büyük bir okuldaymış gibi hissediyor. Gördüğünüz ve  görmediğiniz her şeyin bir manası var sanki.
Hemen bitişiğinde Mescid’in bulunduğu alanda Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait paha biçilemez el yazması Kuran’lar ve Mesnevi-i Şerif’ler var. Rivayete göre kibrit kutusu büyüklüğündeki Kuran-ı Kerim’i yazan kadının, eser bittikten sonra gözlerini kaybettiği söyleniyor.
 


Dervişlerin namaz kılarak ayak ve baş kısmını yıprattıkları devasa büyüklükteki ipek, el yapımı seccadeler çok etkileyici. Bu alanda fotoğraf çekmek yasak.
KAZANIN ALTINA AYAKLARINI SOKARAK AŞI KAYNATAN ATEŞBAZ
Çıktıktan sonra karşı çarprazındaki Matbah-ı Şerif’e (Mutfak) geçiyorum. Burası hem derviş adaylarının eğitim, öğretim, terbiye mekanı olmuş, hem de yemek pişirilen pek çok ocağın, yer sofrasının bulunduğu, karınların doyduğu büyük bir alan.
Matbahta geçen bir olay şöyle anlatılır: ‘Dergah öğrencilerinden Yusuf bir gün, mutfakta odun kalmadığını arz etmek üzere Mevlana’nın huzuruna girer. Mevlâna lâtife olarak: "Kazanın altına ayaklarını sokarak kazanı kaynat" der ve Yusuf, ayak parmaklarından çıkan alevlerle aşı pişirir. Kerametin açıklanmasından yana olmayan Mevlâna bunu görünce biraz da lâtife ile: "Hay Ateşbaz Hay" der. O andan sonra Yusuf’un adı Ateşbaz olarak anılmaya başlanır.
 
Mutfak ve kilerde, mideler için lâzım olan "aşı" hazırlamanın yanı sıra, bundan çok daha önemli olanı, ruhlar için gerekli olan "aşkı" da hazırlar Ateşbaz. Mevlana’nın babası Bahaddin Veled tarafından dergaha öğrenci olarak kabul edildiği için de ayrıca özel bir yeri vardır Ateşbaz’ın.
GEZ DÜNYAYI GÖR KONYA’YI
Gez Dünyayı, Gör Konya’yı diye boşuna dememişler. Mevlana Müzesi’nden çıkıp karnımı doyurmak üzere müzenin karşısındaki yolu dümdüz takip ederek Köşk Konya Mutfağı’na geldim.
 
Önce Konya’nın meşhur çiçek bamyasından yapılan bamya çorbasının tadına baktım,
Çiçek bamya
 
akabinde etli ekmek ve güveç kaplarda servis edilen kaymaklı yoğurttan söyledim. 45 çeşit bitkiyle yapılan restorana özgü demirhindi şerbeti ile tatlı olarak yine yöreye özgü sacarası’nı denedim. Bamya çorbası haricinde hepsi mükemmeldi. (çünkü nerdeyse içinde bamya ve et parçaçıkları yoktu) Servis yavaştı.
Yemekten sonra niyetim hava kararmadan ‘Sen nasıl bir pınarsın Mevlana’m, içtikçe daha çok susuyorum’ diyen Şems Tebrizi’nin türbesini bulmak. Valilik Binası’nın karşısından geçip 100 metre yürüdüğümde köşede kestane satan esnaf, önünde durduğum yerin aradığım yer olduğunu söylüyor.
 
Mevlana Türbesi’nin aksine, kapının önünde nerdeyse hiç insan yok. 21. Yüzyılda bile hala aynı önyargılar devam mı ediyor diye düşünerek yavaşça içeriye süzüldüm. İçerde müezzin de dahil 10 kişi kadarız. Şems’in sandukası oldukça ihtişamlı. Eminim kendisi düz ve gösterişsiz bir bez parçasını tercih ederdi.. Sandukanın altında bir mahzen var. Şems’in kabri ve öldürülüp atıldığı kuyu bu mahzende korunuyor..
 
Ezan okumak üzere olan müezzinin uyarısıyla sanduka önünden çekilip üst katta ezanın bitmesini beklemeye koyuldum. Ezandan bir 10 dakika sonra yükselen uğultuyu duyup aşağıya indiğimde, akın akın insan kalabalığının geldiğini görünce etkilenmedim desem yalan olur. Bir anda çevremde, Türkçe konuşanların haricinde Japonca, İngilizce, Farsça konuşan, rehberlerini dikkatle dinleyen onlarca insan... Ardından çıkıp Şeb-i Arus törenlerine katılmak ve o ruhani havayı solumak için herkes gibi kendi kabuğuma çekiliyorum.
MERAM BAĞLARI

Şanslı olmalıyım ki ikinci gün hava yine şahane. Sabah kahvaltısını Mevlana’nın sık sık yürüyüşe çıktığı Meram Bağları’nda yapmak istiyorum. Yolun sağında ne olduğunu anlamakta zorluk çektiğim devetüyü renginde uzayıp giden küçük dağ kümeleri var. Dikkatlice inceleyince bu kümelerin şekerpancarı, arazinin de bir şeker fabrikasına ait olduğunu kısa süre sonra anlıyorum.
Meram Bağları deyince akla uçsuz bucaksız bağlar, bahçeler ve bu bağları sulayan nehir akla geliyor. Bağ diyemesek de evet yeşil bir alan var, burası çay bahçesi ve restoran haline getirilmiş. Yol boyu sağlı sollu lüks villalar göze çarpıyor. Bu villalar şehre 10 dakika uzaklıkta ancak halk tarafından yazlık olarak kullanılıyormuş.
Tekrar merkezdeyim, sora sora, ismiyle ünlü Kadınlar Pazarı’nı buldum ve üst kata çıkıp büyük bir düzenle sıralanmış rengarenk sebze meyveyi, alışveriş yapanları izledim. Çevresi biraz Tahtakale’yi andırıyor. Hediyelik eşya almayı planlıyorsanız pek çok şey var.

Kadınlar Pazarı
Buradan çıkıp biraz yürüdükten sonra Alaaddin Tepesi’ne çıkmak zaruri. Şehri, Mevlana’nın yeşil kubbesini bu tepeden görebiliyorsunuz. Çay içip Alaaddin Keykubat Cami’sini de şöyle bir dolaştıktan sonra

Alaaddin Keykubat Cami

hemen arka sırtındaki Karatay Medresesi’ni buluyorum. Yıllarca tarih derslerinde okutulan bu medreseyi görmeden gitmek olmazmış, keza Selçuklu devri taş işçiliği örneklerinden uzun kapı girişine bayıldım.



İçerideki mozaik çinilerin çoğu dökülmüş, genellikle turkuaz, siyah ve lacivert renkte yapılmış çiniler sekiz köşeli yıldız ve kare şeklinde.
Karatay Medresesi’nin hemen ilerisinde İnce Minareli Medrese görünüyor. Burası aynı zamanda şehre ilk indiğimiz nokta. Medresenin kapısı yine Selçuklu taş işçiliği.

İnce Minareli Medrese

Çapraz tonozlu girişi geçince  divanhane bölümüne giriliyor. Ortada havuz,  üzeri kubbeli, kare planlı avlunun çevresinde alçak girişli, beşik tonozlu dikdörtgen öğrenci hücreleri yer alıyor. Odalarda Anadolu’nun çeşitli illerine ait Selçuklu zamanından kalma ahşap oymalı kapı kanadı, güneş saati, mihrap, kitabeler ve çeşitli at, melek figürleri bulunuyor.

Kapı kanadı
Medreseden çıkıp öğlen ve akşam yemeğini birleştirip 105 yıllık emektar lokanta Hacı Şükrü’de alıyorum soluğu.. Ünlü fırın kebabından yemeden ayrılırsam aklım kalacağından ilk önce kebap siparişi veriyorum. İçerisi oldukça kalabalık, buna rağmen kebabın 100 küsur yıllık sırrını öğrenmeden duramadım.
Yöredeki merinos cinsi koyunlar ve koyunların ön kol ve kaburgaları kullanılıyormuş meğer. Hayvanın yaşına göre pişirme süresi değişiyormuş. Fırın kebabı kendi suyuyla, yağ eklemeden, bakır tepsiye konarak ama en önemlisi meşe odunu ile odun fırınında dinlene dinlene pişiriliyor. Kebabın yanına ayran söylemeyi ihmal etmiyorum çünkü önceki mekanda yoğurt mükemmeldi, yüksek ihtimalle buradaki de şahanedir diye düşünüp yanılmıyorum.   Demek ki Konya’da yetişen hayvanın etini, sütünü denemeden gitmemek lazım..
Farkındaysanız pek yemek fotoğrafım yok keza her defasında dolaşmaktan yorulmuş ve bir an önce bir şeyler yeme telaşında olduğum için yemeklerin fotoğrafını çekmeyi unutmuşumJ Hep tabakların sonunda aklıma geldi;)
Ne demiştim? Her yolculuğun bir bahanesi vardır.. Bu yolculuk kuşkusuz Mevlana Celaleddin Rumi’nin ölüm yıldönümü dolayısıyla gerçekleşmişti ama Konya mutfağını tatmak, o eşsiz lezzetlerin izini sürmek de ikinci önemli nedendi diyebilirim.
Akşam havaalanına doğru dönüşe geçiyoruz. Alın size bir etkileyici an daha.. Tebrizli Şems'in topraklarından gelen Tahran peronunda check-in yapan İranlılar hep bir ağızdan, coşkuyla, keyifle bir acem türküsü tutturuyor. Türküye elle tempo tutanlar ortamı daha da coşturuyor. (Bu arada Konya- Tahran uçuşu olduğu fark ediyorum tabii..)

Size tavsiyem şehrin tadını çıkarmak istiyorsanız ilkbahar veya sonbaharın ilk ayları en uygun zamanlar, zira benim gibi Aralık’ta giderseniz şehrin en kalabalık (ama en renkli) ve hareketli zamanları.
Hamuş 1: Elif Şafak’ın Aşk, Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar kitaplarını okuduysanız Mevlana’yı ve Şems’i daha yakından tanımak için Sinan Yağmur’un Aşkın Gözyaşları serisini de okumanızı tavsiye ederim.
Hamuş 2: Uçakla dönüyorsanız paket etli etmek yaptırmadan dönmeyin. 

Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi