KALAMIŞ'TA BİR 'TATLI HUZUR'


 
Bir arkadaşımın anlata anlata bitiremediği lezzetleri denemek ve mekanı test etmek için soluğu Tatlı Huzur’da aldım. Kendisiyle gidemedim ama bundan sonra nasılsa sık sık bu mekandayım, her daim uğrak noktam olacak.


 
Tatlı Huzur'un lokasyonu oldukça kolay. Bağdat Caddesi Kadıköy yönünden gelirken Fenerbahçe Marina’ya sapmadan biraz daha düz ilerlediğinizde sağda Yelken Sokak’ın başında çıkıyor karşınıza. Yol Kalamış Marina’ya iniyor. İsterseniz arabayı sahile park edip 50 metre yürüyerek de ulaşabilirsiniz.
 
 
 
 
Adı kadar huzurlu, minimalist zevkle dekore edilmiş, oturdukça daha çok zaman geçirmek isteyeceğiniz, gülenyüzlü bir mekan.
 
 
 
Bir kere her yer bembeyaz ve gözü yormayan pastel pembe, mavi, yeşil tonlarında ve bazı noktalarda ahşap masa, koltuk ve aksesuarlar kullanılmış. Hani o kadar ki masaya bal döktüğünüzde ya da lavabosunda elinizi kurularken yere su sıçrattığınızda silme ihtiyacı hissedeceğiniz bir havası var.
 
 
 
Yeni servis açarken masanızı sildiklerinde bile içinize bahar havası çekiyor gibi hissediyorsunuz, mis gibi kokuyor. Ben bu koltuğu, fincanı, tabağı çok beğendim derseniz aynısından satın almanız da mümkün.

Benim için haftasonları ve kahvaltı çok önemli. İşyerinde hızlı tükettiğimiz, alışılageldik lezzetlerden uzak, zamana yayılan ve keyfe dönüşmüş kahvaltıları seviyorum. Bu sebeple Tatlı Huzur’un pastalarından ve çokça dillendirilen hamurişlerinden önce kahvaltısını denemek istedim. Daha doğrusu brunch’ını demeliyim çünkü bu mekanda kahvaltı 10.30-11.00 gibi başlıyor. İsterseniz erken gidip gazeteleri karıştırırken veya kitabınızı okurken  Amy Winehouse, Adele, Yasmin Levy’nin soft şarkıları da size eşlik edebiliyor.
 
 
 
Kahvaltıda yenebilecek her şey burada da mevcut. Farklı olan, size kendinizi evinizdeymiş gibi hissettirmeleri ve her noktanın tatlı ve sevimli detaylarla, belli bir estetikle donatılmış olması. Unutmadan çay sınırsız. Çaylar çok şık olduğunu düşündüğüm victorian tarz fincanlarda geliyor.
 
 

İtiraf ediyorum en çok fırından yeni çıkmış dereotlu poğaçasına bayıldım. Şimdiye kadar yediğim en güzel dereotlu hamurişiydi. Kimi pastane dengeyi tutturamaz, bu tam istediğim gibiydi.
 
 

Brunch’ı biraz abarttık. Baya baya öğleden sonra oldu. Tatlı Huzur’u taaa Ankaralardan görmeye gelen 2 ayrı aile de vardı. Arka masamızdaki Yağız’ın ‘ah arı, ben tatlıyım ya sokabilir şimdi beni’ cümleleriyle tanıdık kendisiniJ Annesi (sanıyorum twitterdan duymuş Tatlı Huzur’u) ve babasıyla gelmişti.
 
 

Türk kahvesi olmadan şurdan şuraya gitmem diyenlerdenseniz buyrun buradan..Fincanların ve sunumun narinliğine bakın.
 


Ve arkasından ‘Tatlı Huzur’a gelip de tatlı bir şey yemeden gitmek olmaz’ diyerek ikram edilen çilekli tartoletlerimiz..
 
 

Tatlı Huzur’dan bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan şarkısını mırıldanarak çıkıyoruz.
 
Hatırlatmakta fayda var. Mekan 2012 Haziran’ında açılmış. Dil, felsefe, tiyatro ve tarih ile ilgili sohbet tadında pek çok eğitim olacakmış. Zaman zaman da kitap okuma günleri düzenliyorlar. Doğumgünü kutlamak için veya anneler-babalar günü için de ideal bir mekan. Ayrıntılar için tatlihuzur.com adresinden faydalanabilirsiniz.

Şimdiden bol keyifler…
 

Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral


Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..




hulya_meral@hotmail.com

twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi
 


 

 

 

 

BRÜKSEL'E GÖKYÜZÜNDEN BAKMAK - ATOMIUM


Dünyada iki yapı var ki geçici olarak inşa edilmelerine rağmen yıkılmalarından vazgeçilip şu an yıl boyu milyonlarca bilet kesen müzeler olarak ziyaret edilmekteler.


İlki Fransa’nın başkenti Paris’teki hepimizin bildiği Eyfel Kulesi.  1887- 1889 yılları arasında Fransız Devrimi'nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa ediliyor. Sadece 20 yıl kullanımda kalıp sonra yıkılması planlanırken yüksekliği sebebiyle Atlantik ötesi haberleşmeye yarayacağı fark ediliyor ve yıkımından vazgeçiliyor.





İkinci yapı ise Belçika’nın başkenti Brüksel’deki Atomium. Şimdilerde müze ve sergi sarayı olarak kullanılan yapı aslında 1958’de Brüksel Dünya Fuarı’nın simgesi olarak 6 aylığına yapılıyor, ancak sonra yıkılmıyor ve Atomium da Eyfel Kulesi gibi ünlü mimari yapılardan biri haline geliyor.



Atomium- Brüksel


Dış cephesi çelik olan bu ünlü yapı mühendis André Waterkeyn tarafından hayal edilerek mimarlar  André and Jean Polak tarafından çiziliyor. Felsefesi yüzyıllar boyunca kulelerle, piramitler veya katedraller ile yükseğe, en yükseğe erişmeyi hedeflemiş insanoğlunun burada sadece  fen bilimleri ile buluşmasını vurguluyor.






Atomium’u farklı kılan, alıştığımız standart yapılara benzemeyip demirin kristal yapısının 165 milyon kez büyütülmesinden esinlenerek yuvarlak top şeklinde dizayn edilmiş olması.




102 metre yükseklikteki yapıda 9 top bulunuyor ve birbirine tüp geçitlerle bağlanan bu topların 7 tanesi ziyaret edilebiliyor.




Hatta 4’üne merdivenle veya yürüyen merdivenle çıkabiliyorsunuz, ilginç bir deneyim. Heyecanlanmadım desem yalan olur.




En üst topa asansörle çıkabiliyorsunuz ve işte bütün Brüksel 360 derece gözlerinizin önünde. Burada aynı zamanda bir restoran da bulunuyor. Üstelik müze 18.00’de kapanmasına rağmen restoran gece 23.00’e kadar açık. Gece 2970 led ışıkla aydınlatılan bu ilginç yapıyı uzaktan izlemek de ayrı bir keyif.





Atomium’da gezebilecek pek çok sergi de bulabiliyorsunuz. Akşamları kokteyller veya tematik partiler de düzenlenebiliyor.





Çocuklar da unutulmamış. 6-12 yaş arası çocukların eğlenebilmesi için İspanyol sanatçı Alicia Framis’in tasarladığı raindrop’lar var. Çocuklar bunların içindeki pofidik yastıklarda uyuyabiliyor, oynayabiliyorlar. Hatta çoğu zaman okullar gruplar halinde burayı ziyaret edebiliyor.





Gitmişken hemen yan bahçesindeki (Atomium’un içinden görünüyor) bizim Miniatürk’ün benzeri ama daha az örnek maketin sergilendiği Mini Avrupa’yı da görebilirsiniz. Atomium ile Mini Avrupa’nın biletlerini kombine sattıkları için rakam daha makul oluyor.




Unutmadan; çok cüzzi bir rakam karşılığı sesli rehber kiralayıp Atomium ve görünen önemli binalar hakkında bilgileri dinleyebiliyorsunuz. Türkçe dil seçeneği de mevcut.


Ne dersiniz?

Brüksel’i gökyüzünden izlemeye değmez mi?


Açılış: 10.00 Kapanış: 18.00

Atomium:

Çocuklar:     6 Euro

Yetişkinler: 11 Euro

Atomium + Mini Avrupa:

Çocuklar:    15,20 Euro

Yetişkinler: 23,10 Euro


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral

twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi
hulya_meral@hotmail.com

Bazı fotoğraflar Atomium'un Facebook sayfasından alınmıştır.

GÜMÜŞHANE KARACA MAĞARASI

9 Temmuz 2012 tarihinde Hürriyet Gazetesi Seyahat Eki'nde yayımlanan Gümüşhane Karaca Mağarası yazım.


Sarkıtların bir santimetresi 12 yılda oluşmuş


Hülya Meral, seyahat etmeyi yaşam biçimi haline getirenlerden. Şimdiye kadar yurtiçi ve yurtdışında birçok şehir gezdi. Yeni kültürleri keşfetmeyi seviyor. Gümüşhane gezisi sırasında yolu Torul İlçesi’ne bağlı Karaca Mağarası’na düştü. “Mağara içi kadar, dışındaki manzaradan da etkilenmemek mümkün değil” diyor.

 




 Hülya Meral (30), İstanbul’da yaşıyor. Fotoğraf, mimarlık, arkeoloji, siyasi tarih, medya ve seyahate ilgi duyuyor. Bu konularda kitaplar okuyor, belgeseller izliyor. Kültür ve sanat etkinliklerini yakından takip ediyor. 12 yıl önce fotoğraf çekmek için başladığı yolculukların zamanla yaşam biçimine dönüştüğünü, bu yolla büyük şehir atmosferinden kaçtığını söylüyor. “Nerdeyse her hafta sonu kendime keşfedecek bir şehir veya ülke buluyorum. Uçak biletlerimi bir yıl önceden alıyorum. Arkeolojik alanları, müzeleri, mimari yapıları görmek, gittiğim şehrin arka sokaklarında dolaşmak, insanlarıyla sohbet edip sosyal hayatına dahil olmak, lezzet noktalarını keşfetmek ve fotoğraf çekmek beni motive ediyor. Bazen bir ülkedeki tek bir binayı veya arkeolojik alanı görmek için o ülkeye gidebiliyorum...”

KELKİT ÇAYI ÇEVRESİNİ YEŞİLE BOYAMIŞ


Seyahat gözlemlerini “Hülya’nın Valizi” isimli blog’unda, yine aynı isimdeki Facebook sayfasında ve Twitter’da paylaşıyor. “Seyahat firmasında bilet kestirirken 1 saate yakın sıra bekleyen bir bey sıra kendisine geldiğinde bana dönüp ‘Hiç şimdiye kadar sizin gibi seyahat eden birini görmemiştim. 24 bilet kestirdiniz, hepsine gidiyor musunuz sahiden’ diye sormuştu” diyor.


 


Daha önce seyahat ettiği yerleri anlatırken şunları söylüyor: “İtalya çocukluğumdan beri hayranlık duyduğum ülkeydi. Her sene mutlaka giderim. Fransa’nın irili ufaklı pek çok şehrini gezdim. Yunanistan, Belçika, Hollanda, İngiltere, Almanya, Makedonya gördüğüm diğer ülkeler. Karadeniz’in doğasına, insanlarına hayranım. Baharda mutlaka yaylalarına çıkarım, köylerini keşfediyorum. Zonguldak’tan Artvin’e gördüm. Side’den Kaş’a sahildeki antik yerleşimleri gezdim. Hafta sonlarında İstanbul çevresinde yürüyüş turlarına katılıyorum. Gelecek hafta Mezopotamya’ya yolculuk yapıp Urfa, Harran, Göbeklitepe, Halfeti, Mardin, Midyat, Hasankeyf ve Dara antik kentini göreceğim.”



 


Peki Karaca Mağarası’na ne zaman, nasıl gitti? “İki yıl önce ağustosta Karadeniz’i boydan boya gezerken uğradım. Bir gün boyunca Gümüşhane Torul’daki Karaca Mağarası’nı, 3 kilometre yakınındaki İmera Köyü’nü ve Kromni Vadisi’ni gezdim. Torul’a çok yakın olan Kelkit İlçesi’ne 17 kilometre uzaklıktaki Sadak antik kentini, Özen (İsgah) Köyü Şelalesi’ni, Kelkit’in içindeki organik tarım alanını, organik süt tesislerini ve Gümüşhane’de doğal kök boyalarla dokunan ‘zilli kilim’ atölyelerini gezdim. Trabzon Maçka’ya doğru geçerken Zigana’daki Limni Gölü’ne uğradım. Gümüşhane tam bir Doğu Karadeniz şehri. Karadeniz’in yemyeşil bitki örtüsü burada da kendini göstermiş. Özellikle Kelkit Çayı ulaştığı her noktayı adeta yeşile boyamış. Diğer taraftan Doğu’nun yüksek ve sarp dağları da alabildiğine geniş bir alana yayılmış. Keza Karaca Mağarası 1550 metre yükseklikte. Bahar ve kış aylarında Zigana Dağı’nda yürüyüş de yapılabiliyor. Hem Doğu hem Karadeniz’in muhteşem uyumu diyebilirim.”


GÖZ ALICI SARKIT VE DİKİTLER

Karaca Mağarası’nı anlatırken şunları söylüyor: “Burası 90’lı yıllardan sonra keşfedilmiş karstik bir alan. Mağarada damlayan kireçli suyun oluşturduğu sarkıtlar, dikitler ve bunların birleşmesiyle meydana gelmiş iri ve geniş sütunlar olağanüstü. 1 santimetre sarkıt veya dikitin 11-12 yılda oluştuğunu öğrenince görüntünün tamamından etkilenmemek mümkün değil. Girişten itibaren önce küçük dikitlerle, ilerledikçe de uzunlukları artan kirli sarı ve beyaz renkli sarkıt, dikit, geniş sütunlar, damlataşlar ve traverten havuzlarıyla karşılaşıyorsunuz.



Yaklaşık 100 metre sağlı sollu devam eden geniş koridor boyunca ve kimi yerde basamaklarla çıkılan odaları hep bu karstik şekiller kaplamış. Mağaranın en sonuna gittiğinizde tavan yüksekliğinin 20 metreye kadar çıktığını ve nem oranının yükseldiğini görüyorsunuz. Dokunmadan önce yumuşak sünger izlenimi veren sarkıt ve dikitler aslında kaygan, sert ve ıslak.”


Meral’ın Karaca Mağarası’na gitmek isteyenlere önerileri şöyle: “Mağara çıkışındaki kır kahvesinde soluklanıp 1550 metre yukarıdan dağların oluşturduğu muhteşem manzara izlenmeli. Çevresindeki Kürtün Barajı, Zigana Köprüsü, Kelkit Havzası ve yaylalarını gezip köme, pestil ve kuşburnu almak gerek. Kuşburnu yörede çok ünlü, kış aylarında çayı yapılıp içilebiliyor. Yaz sıcağında bunalanlar için kesinlikle en azından bir kez denenmesi gereken bir yer burası. İklimi seyahat ederken bunaltmıyor. Yol üstünde pek çok çeşme ve göze var. Dağlardan gelen soğuk suyu içtikçe içesiniz geliyor.”



HAMSİKÖY SÜTLACININ TADI DAMAĞIMDA KALDI

Karaca Mağarası çevresinde konaklama için çok fazla alternatif yok. Gittiğimde yakınındaki Maçka’da konaklamış, otele yerleşmeden önce yolumun üstündeki Hamsiköy’e uğrayarak ünlü Hamsiköy sütlacını denemiştim.
 


85’LİK KADIN GEZGİN


Seyahatler yeni insanlar tanıyıp bambaşka hikayeler dinlemenize olanak sağlıyor. Örneğin iki yıl önce evini elindeki iki çantaya sığdırıp gezen 85 yaşındaki Muazzez Teyze’yle tanışmıştım. Önemli hastanelerimizin birinden emekli olmuş, çocukları Amerika’da yaşıyor. Dolaşarak eliyle şifa dağıtmaya devam ediyordu. Bana yaşı ilerlese de her bireyin mutlaka insan ve doğa için pek çok şey yapabileceğini öğretti.



En sevdiği beş şehir:
Brugge, Baden Baden, Katmandu, Racastan, Tokyo

Seyahate hangi ulaşım aracıyla gider? Uzun mesafeleri uçakla, kısa mesafeleri tren ve otobüsle
Seyahatte ne yer ne içer? Yerel yiyecek ve içecekler
Seyahatte nerede kalır? Otelde veya hostelde
Kiminle seyahat eder? Tek veya arkadaşıyla

Seyahatten ne alır? Şal, maske
Hürriyet Gazetesi
Esra Erdoğan

HOŞ GELDİ RAMAZAN

Tüm Müslüman aleminde olduğu gibi Türkiye'de de çoluk-çocuk, genç- ihtiyar, kadın-erkek pek çok kişinin coşkuyla ve heyecanla beklediği, cömert iftar ve sahur sofralarıyla taçlandırılan Ramazan ayı, saygı, hoşgörü, birlik, beraberlik gibi manevi değerlerin de ön planda olduğu en kıymetli ay.


Açın halinden anlamayı, sabretmeyi, şükretmeyi, nefsimize hakim olmayı, nefsimizi sınamayı, hoşgörüyü, saygıyı, empati kurmayı, iç dünyamızı daha yakından izlememizi ve eksikliklerimizi görmemizi sağlayan bu zaman dilimi ailemize, eşimize, dostumuza, komşumuza da en yakın olduğumuz ay aynı zamanda.

Gözleri de karnı da doyuran sofralar

Eski Ramazanlar iftar topunun atılmasının heyecanla beklendiği, fırınların önünde uzadıkça uzayan yine de keyifle girilen pide kuyruklarıyla renklenen, top atılır atılmaz elinde pidelerle evlerine koşturan insan görüntülerine sahne olurdu.




Gözleri de karnı da doyuran sofralar birkaç saat öncesinden özenle hazırlanmaya başlanır, mutfakta sevimli bir telaş sarardı herkesi. Ramazan ayının on beşinden itibaren iftar davetleri başlar, hali vakti yerinde olanların sofrasına "selamınaleyküm" diyen teklifsiz oturur, kimse de ona sen kimsin diye sormazdı, yoldan geçeni doyurmak büyük bir erdem sayılırdı. Hatta Anadolu’daki bazı konaklarda konak sahibi tarafından hazırlatılmış yemekler tencerelere konulup konağın yan kapısından paravan vasıtasıyla ihtiyaçlı kimselere verilir ne alan ne de veren birbirini görürdü. Kör karanlıkta gümbürdeyen davul sesiyle ailecek sahura kalkılır, iftardan kalma pideler bölüşülerek yemeğe katıklık edilirdi.




Yaşama düzeninin iftar ve sahur saatlerine göre ayarlandığı eski Ramazanlar, aile fertlerinin ve toplumun birbirine daha fazla yakınlaşmasını sağlar, sohbeti ve paylaşımı arttırırdı. İftardan sonra kıraathanelerde toplanan mahalle halkı, o bölgenin meddahını dinler, hem öğrenir hem eğlenirdi.


Teravih saatlerinde camilerde ibadet ederek iç huzura ulaşmayı arzulayan, teravih sonrasında orta oyunları, Hacivat- Karagöz'ü, kuklaları, fasılları, sihirbazları, ateş yutan akrobatları, cazbant ve kantoları izlemeye giden halk, sahur saatine kadar şenlik alanlarında vakit geçirir, imsak vaktiyle evlerine veya işyerlerine dağılırlardı. Eski Ramazanlar’ da tiyatroların bile özel uygulamaları olur, Ramazan'a özel matineler konurdu. Oruç tutanlar, yatsı ile iftar arasında gününü tiyatrolara koşarak geçirirdi. 

Ramazan'da içecek  


Eski ramazanlarda şerbet ve şuruplar, boza ve sahlep önemli Ramazan içecekleriydi. Demirhindi, ağaç kavunu, menekşe, kızılcık gibi şimdilerde adını bile duymadığımız içecekler karla soğutularak sunulur, nargile, çubuk veya kahve ile iftar keyfi tamamlanırdı.


Kahvenin büyük konaklarda tüm misafirlere aynı anda verilmesi şarttı. Kahve ibriğinin soğumaması için gümüş zincirli ateşlikler yakılır, kahveler kafesli gümüş zarfların ucundan tutulmak suretiyle misafirlere ikram edilirdi.

 
 İftardan sonra haremağaları vasıtasıyla Sultan ve Kadın Efendilere saygılar iletilir, iltifatla beraber, derecelere göre “diş kirası” adı altında armağanlar ya da para alınırdı. Akraba ve dostlar arasında ise Ramazan’ın ilk haftasında habersiz iftara gitmek, bir saygı belirtisi sayılırdı.



Bayram sabahı


Bayram sabahı en çok çocukları sevindirirdi. Bayram namazı sonrası uzun zamandır yapılmayan kahvaltı edilir, komşu kapılarını tek tek çalan çocuklara önceden hazırlanmış mendilin içinde çikolata, şekerleme ve harçlık verilerek güzel bir ritüel yaşanırdı. Bayram davulcuları bütün ay sahura kaldırdıkları mahalle halkının kapısını çalar, yevmiyeliğini çıkarırdı.


Osmanlı’da Ramazan Gelenekleri

Orucun Açılma Vakti: İftar Osmanlı'da oruç açmak büyük törendi. Ne yemek yapılacağı, neyin ne zaman sofraya geleceği ve hangi yiyeceğin ne zaman sofrada yeneceği belliydi. İftar sofrasında oruç, iftariyeliklerle açılırdı. Damak lezzetine hitap edecek tüm iftariyelikler ayrı ayrı yerlerden alınırdı.


Çeşit çeşit peynirler, siyah ve yeşil zeytinler, farklı kaplarda gelen rengarenk mis kokulu reçeller, pastırma, hurma ve ekmek yerine bir Ramazan klasiği olan pide, iftariyeliklerin olmazsa olmazlarındandı. İftariyeliklerin ardından çorba servise sunulur ve çorbalar bitirildikten sonra 40 kaptan fazla et, sebze, balık yemeği padişahın sofrasını donatırdı.

Ramazanın baş tatlısı olan güllaç ve bunun gibi pek çok tatlı ana yemeklerden sonra afiyetle yenirdi. Tüm bu yiyeceklerin pişirilmesi, sofraya getirilmesi, sofradan kaldırılması adabına göre gerçekleştirilir, sofraya hizmet eden de sofradan yemek yiyen de iftara hürmet gösterirdi.
 
Sabah Ezanı Okunmadan: Sahur Gözleri de karnı da doyuran iftar sofrasına nazaran sabah ezanından önce yenen sahurda, mideyi yoracak et yemeklerinden ziyade, karnı bütün gün tok tutacak hamur işleri, pilav ve vücudun şeker ihtiyacını karşılayacak kurutulmuş meyvelerden yapılan hoşaflar yenirdi.

Diş Kirası Ramazanın en önemli özelliklerinden biri de iftar sofralarına davetsiz gidilebilmesiydi. Osmanlı Sarayına Ramazan ayı boyunca iftara davetsiz olarak gelinebilirdi. Bunun haricinde Osmanlı Sarayının özel davetleri de olurdu. Ramazanın ilk on gününde Padişah, ayan ve mebusan reisleriyle birlikte vükelayı saraya iftar için davet ederdi. Sadrazamın baş köşede oturduğu bu sofra diğer iftar sofralarına göre çok daha mükellef olurdu ve hep birlikte daha çok vakit geçirilirdi. Bu sofralarda zengin ve leziz yemeklerden ziyade 'Diş Kirası' asıl büyük hediyeydi.

Kahve, şerbet ve sigaralıklar içilirken Mabeyn Müdürü, Enderun Efendisi ile salona girerdi. Enderun efendisinin elinde büyükçe bir gümüş tepsi yer alırdı. Tepsinin üzerinde davetlilerin isimlerinin yazıldığı hediyeler olurdu. Bu hediyeler kıymetli saatler, tütün tabakalarından oluşurdu.


Sarayda Görkemli Hazırlık Osmanlı Sarayında Matbah-Amire, ramazan ayı gelmeden tatlı bir telaş içine girerdi. Kilerdeki uçsuz bucaksız taş odaların, özenle seçilen yiyeceklerle doldurulması sarayda ramazanın en önemli habercisiydi. Taptaze yiyeceklerin renkleri, taş odaların soğukluğunu hissettirmezdi. 

Mutfaklarda Bereket: Ramazan ayında, Osmanlı Sarayında kilerlerin özenle seçilen malzemelerle doldurulmasından, hazırlanacak iftar ve sahur sofralarının zenginlik ve bereket içinde geçeceği belli olurdu. Bu bereket tüm topraklarda tesirini gösterir ve Müslüman, Hıristiyan, Musevi demeden herkes tarafından paylaşılırdı.

Osmanlı’nın tüm Bereketi Ramazan Sofrasında Osmanlı toprakları üzerinde yer alan yörelerin kendine has tazelikleri ve bereketi günler öncesinden toplanmaya başlanırdı. Bu yörelerin özel lezzetleri özenle saraya taşınırdı. Tokat'ın, Malatya'nın Şam'ın kayısıları, Ankara'nın balları, Antep'in kuru baklavaları, fıstıklı, bademli, cevizli sucukları, İzmir'in kuru incirleri, vişneleri, üzümleri ve bunun gibi daha pek çokları ramazan sofralarında damaklara layık olacak biçimde toplanır, özenle saklanır ve on bir ayın sultanı ramazan için hazır bekletilirdi.

 
En Lezzetli Yarışma: Toplumun yüksek kültürünü oluşturan en önemli ramazan geleneklerden biri arife gününde Osmanlı sultanlarının ramazan öncesinde kutsal emanetleri ziyaret etmesiydi. Hazreti Muhammed'in vasiyet ederek Veysel Karani'ye hediye ettiği hırkanın bulunduğu Hırka-i Şerif'e arife günü gitmek Osmanlı Sarayı için en önemli ritüellerden biriydi.


Bu ritüelin hemen ardından saray sultanlarına çeşitli aşçıların hazırladığı soğanlı yumurtalar ikram edilirdi. Her bir soğanlı yumurtayı tek tek tadan sultanlar, aşçıların ustalıklarını lezzet testine tabi tutardı.


En beğenilen soğanlı yumurtanın aşçısı, ramazan ayı boyunca sultanın yemeklerini pişirmeye hak kazandırılarak ödüllendirilirdi. İslam dininin değil ama bir Osmanlı Saray geleneği olan bu yemek, günümüzde bile iftar sofralarının olmazsa olmazları arasında yer alır.
 
Şimdiki ramazanlar eskiyi aratıyor

Şimdiki ramazanlarda mahya ışıklarıyla aydınlanmış camilerin oluşturduğu büyüleyici atmosferde şehrin gürültüsünden iftar topunu duyamasak da, pide kuyrukları eskisi kadar uzun olmasa da aynı telaşı, aynı heyecanı sokaklarda hissetmemiz mümkün. Belediyeler aracılığıyla nerdeyse her semte kurulmuş iftar çadırlarından işten çıkıp iftara yetişemeyen de evinde bir tas çorba yapacak maddi gücü bulunmayan da faydalanabiliyor.



Eskisine nazaran iftar davetleri seyrekleşse de geniş ailelerde eski gelenekler sürdürülerek büyüklerin evinde toplanılıp sahur vaktine kadar ikramlarla süren bir ramazan yaşanıyor. Bazı işyerleri ise toplu iftar yemekleri düzenleyerek Ramazan'da biraraya gelebiliyor.




Maddi durumu müsait olanların marketlerle anlaşıp iftariyelik paketlerle yoksul ailelere yardımda bulunduğu şimdiki ramazanlarda, ramazan davulcularının yerini de cep telefonları almış durumda. Sahura kalkmayanlar veya oruç tutmayanlar davul sesinden ve gürültüden dolayı alarmı çalan arabalardan rahatsız olsa da kaybolmak üzere olan gelenek bazı mahallelerde halen sürüyor. Ramazan davulcuları bayram sabahı bütün ay çaldığı davulun bahşişini toplamak için kapı kapı dolaşıp bayramlaşıyor.

 Ramazan'da eğlence





Sultanahmet Meydanı, Eyüp Sultan ve Feshane’de Ramazan’ın ruhuna uygun düzenlenen eğlenceler, etkinlikler, gösteriler de sahur vaktine kadar süren eski Ramazanları yaşatmamız için birer vesile.

Televizyonlardan yapılan canlı yayınlarla, eski ramazanların anlatımıyla, sohbetlerle, Hacivat- Karagöz gösterimleriyle, pamuk şeker, kağıt helva, horoz şekeri, elma şekeri gibi nostaljik objelerin ahengiyle yaşanan ramazan ayında tiyatrolara rağbet azalsa da bazı belediyeler özel tiyatrolarla anlaşma yaparak halka eski tatları yaşatmaya çalışıyor.

Bayramlar eski heyecanını kaybediyor
 
Son yıllarda bayramlar da eski ihtişamını, sıcaklığını ve heyecanını kaybetmiş durumda. Her ne kadar bayram ziyaretleriyle gelenekler sürdürülmeye çalışılsa da pek çok kişi bayram günlerini tatil fırsatı olarak değerlendirip şehir dışında geçiriyor. Artık özellikle bayramlık alışverişine çıkan aileler de görmüyoruz, hazırlanan mükellef bayram sofraları da. Bayramlıklarını giyip kapı kapı dolaşarak şeker toplayan bayram çocukları da yok, onlara şeker ikram eden evsahipleri de..
 

Ramazan ayının yaz aylarına denk gelmesi sebebiyle camilerde ibadet edenleri de sıcakta nasıl oruç tutacağız, camide nasıl nefes alacağız tedirginliği sardı. Bu durumda en iyi kıstas serin ve klimalı camilerin tercih edileceğini söyleyebilirim. Yapısı itibariyle klima/havalandırması olan ve namaz kılarken en çok rahat edilen 5 camii ise şöyle: 



1- Bebek Camii

2- Beşiktaş Kaptan İbrahim Paşa Camii
3- Ortaköy Camii
4- Arnavutköy Camii 
5- Bezmialem Valide Sultan Camii


Bu camiler haricinde Hazreti Muhammed'in vasiyet ederek Veysel Karani'ye hediye ettiği hırkanın bulunduğu Fatih'teki Hırka-i Şerif Camii'nde korunan Hırka-i Şerif ziyaret edilebilir. 




Ramazan'da görülebilecek diğer camiler
 
Süleymaniye Camii ve Külliyesi



1550-1557 yılları arasında Mimar Sinan tarafından inşa edildi. Ramazan ayı boyunca İstanbullular'ın akın ettiği cami Sultanahmet ve Eminönü'ne çok yakın. Klasik Osmanlı mimarisinin günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri olarak yaşayan Süleymaniye Camii'nin manzarası muhteşem.
Büyük Selimiye Camii

Üsküdar'ın Selimiye semtinde Selimiye kışlasının hemen yanında yer alan Büyük selimiye Camii, 1801-1805 tarihleri arasında Sultan III. tarafından yaptırılmış. Mimarı belli değil. Görkemli bir yapı olan caminin ünyesinde hünkar kasrı, mekteb, muvakkidhane, çeşme ve sebil bulunmakta.
 
Eyüp Sultan Camii

Ramazan'da akşamları ışıl ışıl oluyor. İstanbul'un sahip olduğu en önemli eserlerden biri olan bu camiyi, 1459 yılında Fatih Sultan Mehmet yaptırdı. 1766 yılındaki İstanbul depreminde oldukça zarar gören eser, Sultan III. Selim tarafından 1800 yılında tekrar inşa ettirildi. Caminin altın yaldızla kaplanmış süslemeleri dikkat çekiyor.
Sultan Ahmet Camii

Cami yılın her dönemi ziyaretçi akınına uğrayan ibadet mekanlarından. 1609-1616 yılları arasında mimar Sedefkar Mehmet Ağa tarafından inşa edilen yapının her ayrıntısında ince bir işçilik var.

Fatih Camii


Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Fatih Camisi, Fatih Külliyesi'nin içinde. 1509 yılındaki büyük İstanbul depreminde büyük hasar gören eser, II. Beyazıt döneminde elden geçirildi. 1766 yılında ikinci bir depreme maruz kalınca çok ağır bir hasar aldı.

Beyazıt Camii


İstanbul Üniversitesi'nin heybetli kapısının karşısında bulunan Beyazıt Camii'ni Sultan Bayezid Veli, mimar Yakup Şah'a yaptırdı. Caminin sağında Beyazıt Devlet Kütüphanesi, solunda ise Vakıf Hat Sanatları Müzesi var. Çınaraltı, Sahaflar Çarşısı ve Kapalıçarşı, Beyazıt Camisi'nin hemen yanında bulunan önemli noktalar.

Büyük Mecidiye Camii (Ortaköy Camii)

1853 yılında inşa edilen Ortaköy Büyük Mecidiye Camisi'nin mimarı Nigoğos Balyan. Abdülmecit tarafından hayata geçirilen eser, barok stili yansıtıyor. İki tane şerefeli minaresi olan caminin duvarlarında beyaz kesme taş kullanılmış.

Molla Zeyrek Camii

Bizans dönemi yapısı Pantokrator Kilisesi, Fatih Sultan Mehmet döneminde cami olarak yeniden yapılandırıldı. Günümüzde yalnızca güney bölümü kullanılıyor. 



Yeni Camii


Yeni Camii ya da Valide Sultan Camii'nin temeli 1597 yılında Sultan III. Murat'ın eşi Safiye Sultan'ın emriyle atılmış. İstanbul'un simgelerinden biri olan camii, özellikle önündeki her daim bulunan kuşlarıyla meşhur.

Mihrimah Sultan Camii


Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan tarafından 1548'de Üsküdar Meydanı'nda inşa ettirilen caminin Mimarı Mimar Sinan. Camiyle medrese arasında Mihrimah Sultan'ın iki oğlunun ve Sadrazam İbrahim Ethem Paşa'nın türbeleri bulunuyor.

 Yazı:  Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi