Müzik öğretmeni Zeynep Bektaş'a kezzaplı saldırı



Yıl 2006..

Gazeteci  Can  Dündar'a bir öğretmenden gelen mail...


Her gün çocukları, gençleri eğitim alsın diye gönderdiğimiz okulların içler acısı halini yazmıştı genç öğretmen. Mailinde okula satırla, bıçakla gelen, döner bıçağıyla arkadaşının boynunu kesen, okulda hap kullanan öğrencilerden ve sağlıksız yetişme koşullarından bahsediyordu. http://www.candundar.com.tr/_v3/index.php#!%23Did=2977

O günlerde Kurtlar Vadisi dizisi özelinde şiddet içeren dizilerin topluma ve özellikle gençlere etkisinin tartışıp durulduğu, sokakta tedirgin dolaşılan bir dönem yaşıyorduk. Her gün şiddet üzerine makaleler yayımlanıyor, tartışma programlarında konu masaya yatırılıyordu.


Yıl 2012..

Tam 6 yıl geçmiş. Can Dündar’a gelen mailde değişen tek şey, elimizdeki telefonların artık en üst modelinin olması, teknoloji dolayısıyla bilgiye daha kolay ulaşıyor olmamız..Onun haricinde değişen pek bir şey yok.


Keza dün gencecik bir müzik öğretmeni, solist Zeynep Bektaş, görev yaptığı okulun önünde, gündüz gözüyle  arabasına binerken 16-17 yaşlarında, delişmen bir erkek çocuğu tarafından yüzüne tuz ruhu ve kireç çözücü karışımı kimyasal madde savrulması suretiyle şiddete maruz kaldı.



Doktorların 2. derece yanık teşhisi koyduğu Zeynep, boynunda, yüzünde ve dilinde yaşadığı 'can acısı'nı zamanla atlatacak belki ama ömür boyu zihninden atamayacak..ve ne yazık ki Zeynep ne ilk ne de son. Kontrolsüz zihinler ve bedenler, bu zihinleri yetiştiren bireyler değişmedikçe daha çok kez bu tarz vak'alar yaşayacağız. 

Akıllara hemen ‘Neden?’ sorusu geliyor.

Sebep araştırılıyor, umuyoruz ki kısa zamanda bir netlik kazanacak ve fakat sebep her ne olursa olsun, kaynağın eğitimsizliğe, aile içi şiddete, insan sevgisini bilmeden sevgisiz yetişen bireylere, ataerkil aile yapısını bir türlü üzerinden atmaya ikna olmayan, şiddete yönelimi yüksek topluma, bireye; hepsinden öte kadına saygının öneminin toplumsal algı düzeyinin düşük olmasına ve daha sayısız pek çok nedene bağlı olduğunu yadsıyamayız.

Tam da bu sırada alın bir soru daha..
 

Devlet daha mevcut nüfusu eğitemezken, mevcut nüfusa eğitimde fırsat eşitliği sağlayamazken, sağlık, kültür, sosyal haklar konusunda henüz ergen yasalar ve kararlarla boğuşurken ‘Kürtaj yasaklanmalı’ ve ‘Devlet bakar’ söylemleriyle sağlıklı bir toplumsal düzen oluşturabileceğini mi zannediyor?



Devlet, ailesinde şiddet görüp kendisine sığınmış genç erkekleri 18 yaşını doldurduğunda sokağa bırakıp bu gençlerin tacize, şiddete uğramasının önüne geçemezken kürtajla ilgili popülist söylemlerden acilen vazgeçmeli.


Fast food yöntemine dayalı eğitim


'Sağlıklı' eğitim için bekleyen, dersleri boş geçen yüzlerce genç, geometri dersine beden eğitimi öğretmeni giren derslikler..Diğer taraftan atanamayan, yıllardır KPSS yüzünden hayatları mahfolmuş, kadro bekleyen yüzlerce öğretmen adayı..


Fast food yöntemine dayalı, ezberci eğitim anlayışı, yaratmayan, yaralayan, üretmeyen, sürekli tüketen ve daha fazlasını isteyen bedenler..Her gün her yerde hayalleri ayaklar altına alınan binlerce insan..

Bence fena halde yanlış giden birşeyler var…


Son sorum.. 


Çamaşır suyu da aynı işleve yararken kezzap, tuz ruhu, kireç çözücü gibi kimyasal maddeler neden herkesin rahatlıkla marketten, bakkaldan edinebileceği şekilde satılıp durur? Özellikle kezzap patlayıcı madde yapımında kullanılıyorken??


Geçmiş olsun Zeynep, öğrencileri ve sevenleri…


Yazı: Hülya Meral




Can Dündar’dan

Aşağıdaki imzasız mektubu bir öğretmen internetten gönderdi.
İstanbul'da modern bir alışveriş merkezine 5 dakika mesafedeki gecekondu mahallesinde 3 yıldır lise öğretmenliği yapıyor.
İnternetten gelen mesajlar konusunda temkinli olmaya çalışsam da mektupta anlatılanların son bir haftada yaşananlara benzerliği nedeniyle, sizlerle paylaşmak istedim:
***
"Biliyor musunuz,
bu yıl lise 1. sınıfta okuma yazma bilmeyen bir öğrenci var.
Çarpım tablosunu bilmiyorlar; 10 ve katlarıyla çarpma ya da bölme işlemi yaparken bile hesap makinesi kullanıyorlar.
1000 öğrenciden kütüphaneye üye olanların sayısı 7...
Öğrenci tanıma formlarındaki 'Çaldığınız müzik alet(ler)i' bölümüne 'radyo, teyp, walkmen' yazan çok sayıda öğrenci var.
Bir öğrenci okula satır getirmekten uzaklaştırma cezası aldı.
Okulda çıkan kavgada bir öğrencimin boynu döner bıçağıyla kesildi; 28 dikiş atıldı.
Derste sıkıntı yarattığı için öğretmeni tarafından cezalandırılan öğrencinin aşiret olan ailesi okulu bastı.
Kışın akşam 5'ten sonra kimse sokakta yalnız yürümüyor.
***
Biliyor musunuz,
öğrencilerimizin % 86'sı sigara, % 42'si hap kullanıyor.
Okulun etrafında hap satanları, okulda hap kullananları polis biliyor.
Öğrencilerimizin % 23'ü ensest ilişki mağduru... Çoğunun ailesinde kan davası, intihar, boşanma, dayak, kaçma, kaçırma, hapis gibi hikâyeler var.
Bir kız öğrencimizin babası, çocuğundan dayak yediği için okula sığındı.
Sorun çıkardığı için müdürün tartakladığı bir öğrenci, mahalleden topladığı tanıdıklarıyla müdürün odasını basıp tehdit savurdu.
Koridorda birbirlerine çarptıkları için kavgaya tutuşan 2 kız öğrencinin aileleri okulun önünde yumruk yumruğa dövüştü.
Bazı kız öğrenciler 100 kontör karşılığında minibüs şoförlerine, halı saha sahiplerine kendilerini kullandırtıyorlar.
Geçen yıl bir anne, kızının saçının boyalı diye okula çağrıldığında, kızını okula koca bulmak için gönderdiğini, bu nedenle de süslenmesi gerektiğini söyledi.
***
Biliyor musunuz;
Velilerimizin bir kısmı yoksulluktan 3-4 aile bir oda-bir salon bir evi paylaşıyor.
Her ay öğretmenler aramızda para toplayıp bir öğrenciye bot, palto veya okul araç gereçleri alıyoruz.
Maddi durumu iyi olan sayılı velilerden biri (notlarının hemen hepsi zayıf olan çocuğunun sınıf geçmesi şartıyla), akan damımızı onardı.
Kapanış töreninde bayılan bir öğrencinin 2 gündür hiçbir şey yemediğini öğrendik.
Öğrencilerimizin % 60'ı sağlıksız beslenmeden dolayı hasta, ancak % 90'ında son model, kameralı cep telefonu var.
***
Biliyor musunuz,
veliler toplantılara 'ocakta yemeklerini bırakarak', ayakkabılarının topuğuna basarak, mantolarını omuzlarına atarak geliyorlar.
Çoğu öğretmene nasıl hitap edileceğini bilmiyor ('Güzelim, hanım kızım, sen, hocaaaaa, ablası'...)
Sakallı, şalvarlı, cüppeli bir veli yalnızca erkek öğretmenlerle görüşüyor.
***
Biliyor musunuz,
her gün büyük bir çaresizlik ve endişeyle 'Acaba bugün ne olacak?' diye başlıyorum işime...
Ders anlatırken Atatürk'ün gözleriyle karşılaşmamaya çalışıyorum.
10 Kasım'larda, 29 Ekim'lerde şiir okunurken, marşımızı dinlerken ağladığımda herkes günün anlamına ağladığımı sanıyor; oysa çaresizliğe ağlıyorum.
"Muhtaç olduğu kudretin dolaştığı asil kan"ı uyuşturucuyla zehirleyen öğrencilerimi kurtaramıyorum.
Daha fazla yazamıyorum; yazdıkça yüreğim ağırlaşıyor."

BABA

"Toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara'da Bakanlıklar. Diyelim ki, taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya! taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü var mı diye aranmaya başladı.


 "Üstü kalsın kardeşim" dedim.

 Döndü bana doğru: "Vaktin var mı ağabey?" dedi.

 "Evet" dedim (tek ayağım hala dışarda)

 Dörtlülere bastı,trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 Krş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.

 "Birader" dedim, "9.75 değil, 10.50 yazsa ister miydin 50 krş.benden?"

 -Ne alacağım ağabey 50 krş.u.

 -Peki niye gittin 25 krş.için o kadar uğraştın, üstü kalsın demiştim.

 Döndü bana, attı kolunu arkaya,
 -Vaktin var mı ağabey?

 -Var.
 -Çek kapıyı o zaman.
 Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.
 5 dk.konuştuk. İngiltere'de profösüründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini, ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.

 Ağabey biz Keçiören'de 5 kardeşiz. Babam rençberdi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize "Durun kalkmayın" derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.

 "Aha" dedim, "Bizim meslek", seminerci.

 - Ne anlatırdı baban?

 - Hayattta nasıl başarılı olunur?

 O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.

 -Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp "Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın" diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, "Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır" derdi.

Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire.

Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü, yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz?

 -Ne bıraktı?

 -Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : "Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..." falan filan.
Ağabey aradan 15 yıl geçti, diğer 2 kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.

 Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :

 "Asıl mirası bizim baba bırakmış."

 Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri taksimetrenin yazmadığı 10 krş.u evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah'a şükür.

 Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim:

 -Dur ağabey, asıl bomba şimdi.

 -Nedir bomban?

 -Nerede oturuyoruz biliyor musun? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.

Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.


 Ahmet Şerif İzgören

Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi ve Şeylerin Masumiyeti



Kaş’taki otelin küçük bekleme salonunun kitaplığında gözüme takılan ilk kitaptı Masumiyet Müzesi. İtiraf ediyorum, merak etmeme rağmen Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un bir türlü ilerlemeyen Kar romanını referans alarak bir daha Orhan Pamuk kitabı okumayacağıma kanaat getirip kitapçılarda göz göze gelmemeye gayret ettiğim kitaptı. Kaş’ta yeniden karşıma çıkıverdi..

Yanıma okuyacak bir şeyler  almayı unutunca ucundan ucundan başlayıverdiğim ve yine içten içe ‘Bu kitap ilerlemiyor yahu’ diyerek sayfalarını çevirdiğim Masumiyet Müzesi tatilde bitmeyince döner dönmez ilk işim soluğu bir kitapçıda almak oldu.
1970’lerin sonu 80’lerin başında roman kahramanları Kemal ile Füsun’un hüzünle biten aşk hikayesini anlatan kitap, sadece bir aşk hikayesi olarak okunamayacak kadar ince işlenmiş sosyolojik bir içeriğe sahip.

Masumiyet Müzesi sayfalar ilerledikçe Fuaye Lokantası’na, Merhamet Apartmanı’na, ilk Türk meyveli gazozu Meltem’e, Beyoğlu’nun sinemalarına, Çukurcuma Yokuşu’na,  Cihangir ve Tophane’nin parke taşı kaplı sokaklarına, Nişantaşı’na, Osmanbey’e, Şanzelize Butik’e dokundu. Satır aralarında insan ruhunun derinlerine indi, bazen aşk acısını elle tutulur hale getirdi..


Ardından başkahramanımız Kemal’in kısmen Füsun’u, sonrasında babasını kaybedişiyle değişen, aslında durakalan kırık hayatını, birikenleri, aşk acısını dindirmek için biriktirdiklerini anlattı. Bir yerden sonra muhteşem kurgusuyla akmaya başladı.


Romanın sonunda bir harita var. Bu harita bitmesini merakla beklediğim, romanla aynı ismi taşıyan ve 28 Nisan 2012'de ziyarete açılmış Masumiyet Müzesi'ne yani eski Brükner Apartmanı’na ait.


Pamuk’un on yıldan fazla bir süredir bitirmeye çabaladığı, içinde binlerce koleksiyon parçasının yer aldığı 1897 yılında inşa edilmiş bina, şimdiki Masumiyet Müzesi Firuzağa Mahallesi Çukurcuma’da. Pamuk’un binayla hikayeyi birleştirip hayata geçirdiği, çok önemsediği ve yıllarını verdiği bir proje ayrıca.


Orhan Pamuk, romanın başkahramanı Kemal Bey’in dilinden ‘Gerçek müzeler, Zaman’ın Mekan’a dönüştüğü yerlerdir. ‘ diyor kitabında.
Müzede neler mi göreceksiniz?

Eski İstanbul fotoğrafları, film afişleri, kartpostallar, eski gazete sayfaları, lokanta menüleri, ilaç kutuları, eski lambalar, oyuncaklar, kapı kulpları, anahtarlar, tuzluklar, biblo köpekler, tokalar, küllükler, cezveler, ütüler, çalar saatler, sinema biletleri, Füsun’a ait, O’nun kullandığı onlarca eşya ve daha pek çok şey..


“Çiklet çiğneyenlere ve öpüşenlere sonsuza kadar açık kalacağı” vaat edilen Çukurcuma’daki Masumiyet Müzesi’ne giriş için kitabın son sayfalarında bulunan yuvarlağı onaylatmanız yeterli. Kitabı edinmediyseniz  tam bilet: 15 TL, öğrenci :10 TL.


Çok ipucu vermek istemiyorum, başkahramanımız Kemal Bey’in şu sözlerini alıntılamak kitaba başlamanız için önayak olabilir.
"Müzemizi gezenler, bir gün bizim hikayemizi öğrenecek ve Füsun’un nasıl biri olduğunu zaten hissedecekler Orhan Bey. Vitrin vitrin, kutu kutu, bütün bu eşyalara bakarken, ziyaretçiler sekiz yıl boyunca akşam yemeklerinde Füsun’u nasıl seyrettiğimi, onun elini, kolunu, gülümseyişini, saçlarının kıvrımını, içtiği sigaranın izmaritini ezişine, kaşlarını çatışına, gülümseyişine, mendillerine, tokalarına, ayakkabılarına, elinde tuttuğu kaşığa, her şeyine ne kadar dikkat ettiğimi görünce, aşkın büyük bir dikkat, büyük bir şefkat olduğunu hissedecekler. Müzemizi gezenler eşyalara baktıkça, Füsun ile benim aşkıma saygı duyacaklar ve kendi hatıralarıyla bizim aşkımızı karşılaştıracaklar.
…Yaşadıklarımı, çektiğim aşk acılarını, Füsun’un çilesini, akşam yemeklerinde göz göze gelip bununla oyalanmamızı, plajlarda, sinemalarda el ele tutuşup mutlu olabilmemizi abartılı bulan gelecek kuşakların müze ziyaretçilerine, bekçiler yaşadığımız her şeyin hakiki olduğunu anlatmalı."


Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi’nden yola çıkarak müzenin onbeş yıllık oluşum sürecinde yaşananları ve kendi hikayesini katalog halinde ayrıca kitap yapmış. Bir dönemin alışkanlıklarını, kullandıkları eşyaları, manzaraları fotoğraflarla betimleyen Şeylerin Masumiyeti isimli kitap, Masumiyet Müzesi gibi İletişim Kitabevi’nden çıkmış.


Müzenin oluşum hikayesini belgesel olarak izlemek isterseniz linkini aşağıda bulabilirsiniz.
İyi seyirler ve okumalar
Yazı: Hülya Meral



BAĞDAT CADDESİ'NDE BİR VAHA: VİLLA MARAL

Bağdat Caddesi üzerinde Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi’ne doğru sağa kıvrıldığınızda hemen karşınız çıkan, mimarisiyle görenlerin dikkatlerini üzerine çeken bir restoran Villa Maral. Diyebilirsiniz  ki Bağdat Caddesi’nde sayısız restoran var, neden burayı anlatıyorsun.  
Villa Maral’ı özel kılan ilk başta mimarı, sonra mimarisi. Çünkü villa, mühendis Hazık Ziyal ve ailesi için Anıtkabir’in de mimarı olan Emin Halid Onat tarafından 1939’da Art Deco tarzında çizilmiş ve yapımı iki yıl sürmüş.
Fotoğraf Arkitera'dan alınmıştır.

Geçtiğimiz yıl restoranın yeni sahibi Metin Kocabaş tarafından hizmete açılmış. İsmini Ziyal ailesinin küçük kızları Maral’dan alan restoran, yanıbaşındaki residansa kafa tutar gibi daha özel ve daha kişilikli bir yapı.


Yemek odalarına Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Mualla, Efes, Emin Halid Onat gibi değerli sanatçıların isimleri verilmiş. Faber Castel isimli şirin bir çocuk odası da var.


Şimdilerde havaların güzelleşmesiyle balkonu ve terası rağbet görse de bir senelik bir işletme olmasına rağmen yaz-kış iğne atsanız yere düşmüyor.

Yemeklerin yan malzemelerini genellikle kendileri üretiyorlar. Ekmekler kendi fırınlarından, tereyağı da yine kendi üretimleri.. Etler Bursa’dan ve Balıkesir’den geliyor, dolayısıyla kekik kokmaması mümkün değil..Lezzetlerinin sırrı biraz da burada saklı.
Mezelerden Çerkez tavuğu, ara sıcaklardan bademli pilav, ana yemeklerden Maral Şiş, tatlılardan dondurmalı lor tatlısı favorim.

Önündeki binalardan deniz artık 1939’daki gibi görünmese de Bağdat Caddesi’nin trafik gürültüsünden arınmış bir vaha olan Villa Maral’ı   denemenizi salık veririm.

 

Haftasonları serpme kahvaltı da veriyorlar. Duvarlardaki tablolarla yaratılmış ambiyans ve balkonundan sarkmış rengarenk çiçekler eminim gününüzün güzel geçmesi için vesile olacaktır.
Şimdiden afiyet olsun.
 
Not: Restoran bu yazı yazıldıktan sonraki dönemde Şenol Kolcuoğlu Kebap olmuştur.
 
Yazı: Hülya Meral

https://twitter.com/hulyameral

İZMİR'İN NAZAR BONCUĞU: NAZARKÖY



Nazara inanır mısınız bilmem ama özel günlerde, bebek doğduğunda, düğünlerde, yeni ev veya araba alındığında üzerinde nazar boncuğu taşımanın nazarı ve kötü enerjiyi çektiğine inanan bir gelenekten ve kültürden geliyoruz.
İzmir’in Kemalpaşa ilçesi’ne bağlı bahsetmeden geçemeyeceğim bir köy var ki yıllardır elimize ve gözümüze değen nerdeyse her nazar boncuğu burada üretilmiş.


Asıl ismi Boncukköy olan NAZARKÖY, yemyeşil bitki örtüsü üzerine açmış rengarenk çiçeklerin yarattığı muhteşem görüntünün yanı sıra binbir çeşit nazar boncuğunun eşsiz renkleriyle adeta bir seramoni sunuyor.


Nazarköy’e ulaşım oldukça kolay. Kemalpaşa’ya geldikten sonra 5 kilometre ilerleyip sağa döndüğünüzde köyün meydanında buluyorsunuz kendinizi.

Sıra sıra dizilmiş kütük ev şeklindeki dükkanları geçip Boncuk Kafe’deki boncuk atölyelerine doğru ilerlediğinizde, sabahın erken saatinde boncuk ocağı denen fırının başına oturmuş gün batımına kadar ateşi sönmeden yanacak ocağın etrafında el emeğini sanata dönüştüren, bizi o büyüleyici mavi, beyaz, sarı rengin karışımıyla buluşturan boncuk ustalarıyla karşılaşıyorsunuz.   


Boncukların hammaddesi hurda cam. Ocakta eritilen hurda camlar bir çeşit boya ve kobalt, bakır, kurşun, metel gibi maddelerle karıştırılarak istenen şekil ve tasarım uygulanıyor. Ocağın sürekli aynı ısıda kalması için reçine kullanılıyor. Soğuk kış günlerinde işe yarayan ocağın İzmir’in bunaltıcı sıcağında da durmadan yandığını öğrenince boncukların değeri daha da artıyor gözümde.


Nazarköy’deki boncuk ustalarının ve köy halkının sıkıntısı Çin işi, seri üretim, plastik nazar boncuklarının ucuz maliyeti dolayısıyla daha çok tercih edilir olması ve tek tek üretilen hakiki cam nazar boncuğu siparişinin gitgide azalarak yok olmaya yüz tutması. Şimdilerde iki ocakla ayakta kalmaya çalışan köy halkı hem bu el sanatının yok olmasını hem de küresel ekonomideki değişimin yereldeki etkilerini üzülerek izliyor..
Yazı: Hülya Meral

GURMEBÜS FENER VE BALAT İÇİN KALKTI


Gurmebüs bu sefer Fener- Balat için kalktı. Sirkeci’deki muazzam geziden sonra katıldığım 2. gurme turuydu bu.


Henüz duymayanlar için özetlemem gerekirse;  1957 model pastel pembe-maviye boyanmış, beyaz deri koltuklu Mercedes marka otobüs, yani Armada-Gurmebüs ile belirlenen bir semte gidiliyor. Seçilen semtteki 7 lezzet durağı saptanıp 7 esnaf lokantasının yolu tutuluyor. 28 kişilik Gurmebüs ile yıllardır damaklarda yer etmiş ama lokal kalmış lezzetler herkese tanıtılmış, bilinirliği arttırılmış  oluyor.


Bu hafta Gurmebüs ve Armada Otel ekibiyle birlikte Fener ve Balat’ın ara sokaklarını, saklı kalmış lezzet noktalarını keşfettik. Düşünün ki bardaktan boşanırcasına yağan yağmur bile bizi durduramadı..:)



Unutmadan; Gurmebüs turlarında her şey tadımlık yeniyor aksi halde her yediğinizden birer porsiyon alırsanız son birkaç noktaya yeriniz kalmayabilir.  



İlk durağımız Kariye Müzesi yanındaki 30 yıldır hizmet veren Asitane Restoran.


Burada hums lokması, lor mahlutu, fava ve dövme hıyar taratorunun tadına bakıyoruz.


Aralarda narçiçeği şerbeti ve tadına bayıldığım kanela (tarçın) şerbeti ile ferahlıyoruz. Aşçımızdan şerbetlerin sırrını öğrenmeye çalışıyoruz ama ser veriyor sır vermiyor. :)

Restorandan ayrılırken ‘diş kirası’ adı verilen ayva reçeli hediyemizi alıp Kariye Müzesi’nin önünde müze ile ilgili birkaç bilgi dinledikten sonra ara sokaklara dalıyoruz.  




Sokaklardan birinde İffet dizisinin bir çekim sahnesine rastlıyoruz. Bir evin camında bize poz veren çakır gözlü Roman kızını fotoğraflıyoruz. Mahalleye fotoğraf çekmeye gelenlerin çokluğundan olsa gerek pencerelerden bakan her genç kız fotoğraflarının çekilmesine alışmış, doğal olarak poz veriyor zaten..




Kürkçü Çeşmesi Sokağı’nda ilerleyip çıfıt çarşısı girişindeki Fetih İşkembe Salonu’na geliyoruz. Buradaki lezzetimiz 'işkembe çorbası.' Çocukluğumdan beri ‘işkence çorbası’ adını verdiğim çorbadan denemek istesem de yiyemiyorum, onun yerine kokoreç’in tadına bakıyorum. 



 
Menüde yoktu ama bazılarımız vitrindeki ‘zerde’nin görünümüne dayanamayıp çorba veya kokoreç yerine tatlı yemeyi tercih ediyor.

İkinci durağımız Balat Turşucusu. Pancarın lahana, salatalık ve eriğe verdiği kırmızı renge, serpiştirdiğim pul biber ayrı bir renk ve lezzet katıyor.

Üçüncü durak 1923’ten beri hizmet veren, taş fırında pişmiş galetalarıyla ve peksimetleriyle ünlü Evin Unlu Mamülleri.

Fırının ilk sahibi o zaman Fener’de de yoğun olarak yaşayan Rumlarmış. 1960’a kadar genellikle Rumlardan oluşan komşularına galeta pişirir, mutlu mesut yaşarlarmış.

Sonra Fener ve Balat'ta durulamaz hale gelmiş, semt sakinleri, ülke veya semt değiştirmek zorunda kalınca ev ve işyerlerini Anadolu'dan gelenlere devretmiş.

Karabüklü Mehmet Evin, Anadolu'dan gelenlerden biri.  Rumlardan devraldıkları taş fırını şimdi ikinci nesil işletiyor. Fırında o kadar çok galeta pişiyor ki İstanbul’un çeşitli semtlerine de gönderiyorlar. 


Bir sonraki durağımızsa Fırın Kabuğunda Köfte. Sahil yolunda hemen Bulgar Kilisesi’nin karşısındaki restoran 3 katlı ve muhteşem bir manzarası var.

Burada ‘tükrük köfte’ ve ‘kaşarlı köfte’ yiyoruz. Özellikle kaşarlı köfteye bayılıyorum. Köfteler fındık kabuğundan oluşturulan farklı bir kömür ile pişiriliyor, lezzetini buradan alıyor olsa gerek..


Yağmurun hız kesmesini bekliyoruz ancak boşa. Gittikçe şiddetini arttırıyor ama bizi kimse durduramıyor. Kendimizi Balat Kültür Evi’ndeki Cafe Vodina’da buluyoruz. Islak şemsiyelerle içeri girdiğimizi gören garsonlar hemen çay ikram ediyor. Biraz ısınıyoruz hem de evhanımlarının elinde hazırlanmış ‘mantı’ ve ‘karalahana dolması’nın gelmesini bekliyoruz.



 Vodina Caddesi üzerindeki ikinci dereceden tarihi eser olan üç katlı, cumbalı, klasik Balat mimarisinin örneklerini görebileceğiniz Kültür Evi’nin çok şirin bir bahçesi var.


İstanbul Valiliği İl Özel İdaresi ve Fatih Belediyesi ile yapılan bir protokolle restore edilerek 2010 yılı şubat ayında Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu’na teslim edilen Kültür Evi’ndeki Cafe Vodina’da evhanımları çalışıyor. Herşey günlük ve taptaze. Hanımlar kahvaltı konusunda iddialılar..




 Ve son durağımız Kültür Evi’nin 100 metre ilerisindeki Hotel Daphnis.


Haliç kıyısında, Fener Rum Patrikhanesi’nin hemen yanında açılan ilk butik otel olan Daphnis, mimar Defne Keskin’in 115 yıllık bir Rum evini aslına uygun olarak restore edip turizme açmasıyla ortaya çıkmış.



Burada taze demlenmiş çay eşliğinde ‘tulumba tatlısı’ yiyoruz. 






Daha görecek çok yer, tadacak pek çok lezzet vardı kuşkusuz ama bu seferlik bu kadardı.

Fener- Balat tarafına yolunuz düşerse siz de bu noktalara uğrayabilir, Tekfur Sarayı, Kariye Müzesi, Fener Rum Erkek Lisesi ve ünlü Kaşıkçı Elmasının tesadüfen bulunduğu Eğri Kapı’yı görebilirsiniz.



Keza ben yağan yağmura rağmen akşamı Cibali Balıkçısı'nda ediyorum.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral