Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi ve Şeylerin Masumiyeti



Kaş’taki otelin küçük bekleme salonunun kitaplığında gözüme takılan ilk kitaptı Masumiyet Müzesi. İtiraf ediyorum, merak etmeme rağmen Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un bir türlü ilerlemeyen Kar romanını referans alarak bir daha Orhan Pamuk kitabı okumayacağıma kanaat getirip kitapçılarda göz göze gelmemeye gayret ettiğim kitaptı. Kaş’ta yeniden karşıma çıkıverdi..

Yanıma okuyacak bir şeyler  almayı unutunca ucundan ucundan başlayıverdiğim ve yine içten içe ‘Bu kitap ilerlemiyor yahu’ diyerek sayfalarını çevirdiğim Masumiyet Müzesi tatilde bitmeyince döner dönmez ilk işim soluğu bir kitapçıda almak oldu.
1970’lerin sonu 80’lerin başında roman kahramanları Kemal ile Füsun’un hüzünle biten aşk hikayesini anlatan kitap, sadece bir aşk hikayesi olarak okunamayacak kadar ince işlenmiş sosyolojik bir içeriğe sahip.

Masumiyet Müzesi sayfalar ilerledikçe Fuaye Lokantası’na, Merhamet Apartmanı’na, ilk Türk meyveli gazozu Meltem’e, Beyoğlu’nun sinemalarına, Çukurcuma Yokuşu’na,  Cihangir ve Tophane’nin parke taşı kaplı sokaklarına, Nişantaşı’na, Osmanbey’e, Şanzelize Butik’e dokundu. Satır aralarında insan ruhunun derinlerine indi, bazen aşk acısını elle tutulur hale getirdi..


Ardından başkahramanımız Kemal’in kısmen Füsun’u, sonrasında babasını kaybedişiyle değişen, aslında durakalan kırık hayatını, birikenleri, aşk acısını dindirmek için biriktirdiklerini anlattı. Bir yerden sonra muhteşem kurgusuyla akmaya başladı.


Romanın sonunda bir harita var. Bu harita bitmesini merakla beklediğim, romanla aynı ismi taşıyan ve 28 Nisan 2012'de ziyarete açılmış Masumiyet Müzesi'ne yani eski Brükner Apartmanı’na ait.


Pamuk’un on yıldan fazla bir süredir bitirmeye çabaladığı, içinde binlerce koleksiyon parçasının yer aldığı 1897 yılında inşa edilmiş bina, şimdiki Masumiyet Müzesi Firuzağa Mahallesi Çukurcuma’da. Pamuk’un binayla hikayeyi birleştirip hayata geçirdiği, çok önemsediği ve yıllarını verdiği bir proje ayrıca.


Orhan Pamuk, romanın başkahramanı Kemal Bey’in dilinden ‘Gerçek müzeler, Zaman’ın Mekan’a dönüştüğü yerlerdir. ‘ diyor kitabında.
Müzede neler mi göreceksiniz?

Eski İstanbul fotoğrafları, film afişleri, kartpostallar, eski gazete sayfaları, lokanta menüleri, ilaç kutuları, eski lambalar, oyuncaklar, kapı kulpları, anahtarlar, tuzluklar, biblo köpekler, tokalar, küllükler, cezveler, ütüler, çalar saatler, sinema biletleri, Füsun’a ait, O’nun kullandığı onlarca eşya ve daha pek çok şey..


“Çiklet çiğneyenlere ve öpüşenlere sonsuza kadar açık kalacağı” vaat edilen Çukurcuma’daki Masumiyet Müzesi’ne giriş için kitabın son sayfalarında bulunan yuvarlağı onaylatmanız yeterli. Kitabı edinmediyseniz  tam bilet: 15 TL, öğrenci :10 TL.


Çok ipucu vermek istemiyorum, başkahramanımız Kemal Bey’in şu sözlerini alıntılamak kitaba başlamanız için önayak olabilir.
"Müzemizi gezenler, bir gün bizim hikayemizi öğrenecek ve Füsun’un nasıl biri olduğunu zaten hissedecekler Orhan Bey. Vitrin vitrin, kutu kutu, bütün bu eşyalara bakarken, ziyaretçiler sekiz yıl boyunca akşam yemeklerinde Füsun’u nasıl seyrettiğimi, onun elini, kolunu, gülümseyişini, saçlarının kıvrımını, içtiği sigaranın izmaritini ezişine, kaşlarını çatışına, gülümseyişine, mendillerine, tokalarına, ayakkabılarına, elinde tuttuğu kaşığa, her şeyine ne kadar dikkat ettiğimi görünce, aşkın büyük bir dikkat, büyük bir şefkat olduğunu hissedecekler. Müzemizi gezenler eşyalara baktıkça, Füsun ile benim aşkıma saygı duyacaklar ve kendi hatıralarıyla bizim aşkımızı karşılaştıracaklar.
…Yaşadıklarımı, çektiğim aşk acılarını, Füsun’un çilesini, akşam yemeklerinde göz göze gelip bununla oyalanmamızı, plajlarda, sinemalarda el ele tutuşup mutlu olabilmemizi abartılı bulan gelecek kuşakların müze ziyaretçilerine, bekçiler yaşadığımız her şeyin hakiki olduğunu anlatmalı."


Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi’nden yola çıkarak müzenin onbeş yıllık oluşum sürecinde yaşananları ve kendi hikayesini katalog halinde ayrıca kitap yapmış. Bir dönemin alışkanlıklarını, kullandıkları eşyaları, manzaraları fotoğraflarla betimleyen Şeylerin Masumiyeti isimli kitap, Masumiyet Müzesi gibi İletişim Kitabevi’nden çıkmış.


Müzenin oluşum hikayesini belgesel olarak izlemek isterseniz linkini aşağıda bulabilirsiniz.
İyi seyirler ve okumalar
Yazı: Hülya Meral



BAĞDAT CADDESİ'NDE BİR VAHA: VİLLA MARAL

Bağdat Caddesi üzerinde Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi’ne doğru sağa kıvrıldığınızda hemen karşınız çıkan, mimarisiyle görenlerin dikkatlerini üzerine çeken bir restoran Villa Maral. Diyebilirsiniz  ki Bağdat Caddesi’nde sayısız restoran var, neden burayı anlatıyorsun.  
Villa Maral’ı özel kılan ilk başta mimarı, sonra mimarisi. Çünkü villa, mühendis Hazık Ziyal ve ailesi için Anıtkabir’in de mimarı olan Emin Halid Onat tarafından 1939’da Art Deco tarzında çizilmiş ve yapımı iki yıl sürmüş.
Fotoğraf Arkitera'dan alınmıştır.

Geçtiğimiz yıl restoranın yeni sahibi Metin Kocabaş tarafından hizmete açılmış. İsmini Ziyal ailesinin küçük kızları Maral’dan alan restoran, yanıbaşındaki residansa kafa tutar gibi daha özel ve daha kişilikli bir yapı.


Yemek odalarına Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Mualla, Efes, Emin Halid Onat gibi değerli sanatçıların isimleri verilmiş. Faber Castel isimli şirin bir çocuk odası da var.


Şimdilerde havaların güzelleşmesiyle balkonu ve terası rağbet görse de bir senelik bir işletme olmasına rağmen yaz-kış iğne atsanız yere düşmüyor.

Yemeklerin yan malzemelerini genellikle kendileri üretiyorlar. Ekmekler kendi fırınlarından, tereyağı da yine kendi üretimleri.. Etler Bursa’dan ve Balıkesir’den geliyor, dolayısıyla kekik kokmaması mümkün değil..Lezzetlerinin sırrı biraz da burada saklı.
Mezelerden Çerkez tavuğu, ara sıcaklardan bademli pilav, ana yemeklerden Maral Şiş, tatlılardan dondurmalı lor tatlısı favorim.

Önündeki binalardan deniz artık 1939’daki gibi görünmese de Bağdat Caddesi’nin trafik gürültüsünden arınmış bir vaha olan Villa Maral’ı   denemenizi salık veririm.

 

Haftasonları serpme kahvaltı da veriyorlar. Duvarlardaki tablolarla yaratılmış ambiyans ve balkonundan sarkmış rengarenk çiçekler eminim gününüzün güzel geçmesi için vesile olacaktır.
Şimdiden afiyet olsun.
 
Not: Restoran bu yazı yazıldıktan sonraki dönemde Şenol Kolcuoğlu Kebap olmuştur.
 
Yazı: Hülya Meral

https://twitter.com/hulyameral

İZMİR'İN NAZAR BONCUĞU: NAZARKÖY



Nazara inanır mısınız bilmem ama özel günlerde, bebek doğduğunda, düğünlerde, yeni ev veya araba alındığında üzerinde nazar boncuğu taşımanın nazarı ve kötü enerjiyi çektiğine inanan bir gelenekten ve kültürden geliyoruz.
İzmir’in Kemalpaşa ilçesi’ne bağlı bahsetmeden geçemeyeceğim bir köy var ki yıllardır elimize ve gözümüze değen nerdeyse her nazar boncuğu burada üretilmiş.


Asıl ismi Boncukköy olan NAZARKÖY, yemyeşil bitki örtüsü üzerine açmış rengarenk çiçeklerin yarattığı muhteşem görüntünün yanı sıra binbir çeşit nazar boncuğunun eşsiz renkleriyle adeta bir seramoni sunuyor.


Nazarköy’e ulaşım oldukça kolay. Kemalpaşa’ya geldikten sonra 5 kilometre ilerleyip sağa döndüğünüzde köyün meydanında buluyorsunuz kendinizi.

Sıra sıra dizilmiş kütük ev şeklindeki dükkanları geçip Boncuk Kafe’deki boncuk atölyelerine doğru ilerlediğinizde, sabahın erken saatinde boncuk ocağı denen fırının başına oturmuş gün batımına kadar ateşi sönmeden yanacak ocağın etrafında el emeğini sanata dönüştüren, bizi o büyüleyici mavi, beyaz, sarı rengin karışımıyla buluşturan boncuk ustalarıyla karşılaşıyorsunuz.   


Boncukların hammaddesi hurda cam. Ocakta eritilen hurda camlar bir çeşit boya ve kobalt, bakır, kurşun, metel gibi maddelerle karıştırılarak istenen şekil ve tasarım uygulanıyor. Ocağın sürekli aynı ısıda kalması için reçine kullanılıyor. Soğuk kış günlerinde işe yarayan ocağın İzmir’in bunaltıcı sıcağında da durmadan yandığını öğrenince boncukların değeri daha da artıyor gözümde.


Nazarköy’deki boncuk ustalarının ve köy halkının sıkıntısı Çin işi, seri üretim, plastik nazar boncuklarının ucuz maliyeti dolayısıyla daha çok tercih edilir olması ve tek tek üretilen hakiki cam nazar boncuğu siparişinin gitgide azalarak yok olmaya yüz tutması. Şimdilerde iki ocakla ayakta kalmaya çalışan köy halkı hem bu el sanatının yok olmasını hem de küresel ekonomideki değişimin yereldeki etkilerini üzülerek izliyor..
Yazı: Hülya Meral

GURMEBÜS FENER VE BALAT İÇİN KALKTI


Gurmebüs bu sefer Fener- Balat için kalktı. Sirkeci’deki muazzam geziden sonra katıldığım 2. gurme turuydu bu.


Henüz duymayanlar için özetlemem gerekirse;  1957 model pastel pembe-maviye boyanmış, beyaz deri koltuklu Mercedes marka otobüs, yani Armada-Gurmebüs ile belirlenen bir semte gidiliyor. Seçilen semtteki 7 lezzet durağı saptanıp 7 esnaf lokantasının yolu tutuluyor. 28 kişilik Gurmebüs ile yıllardır damaklarda yer etmiş ama lokal kalmış lezzetler herkese tanıtılmış, bilinirliği arttırılmış  oluyor.


Bu hafta Gurmebüs ve Armada Otel ekibiyle birlikte Fener ve Balat’ın ara sokaklarını, saklı kalmış lezzet noktalarını keşfettik. Düşünün ki bardaktan boşanırcasına yağan yağmur bile bizi durduramadı..:)



Unutmadan; Gurmebüs turlarında her şey tadımlık yeniyor aksi halde her yediğinizden birer porsiyon alırsanız son birkaç noktaya yeriniz kalmayabilir.  



İlk durağımız Kariye Müzesi yanındaki 30 yıldır hizmet veren Asitane Restoran.


Burada hums lokması, lor mahlutu, fava ve dövme hıyar taratorunun tadına bakıyoruz.


Aralarda narçiçeği şerbeti ve tadına bayıldığım kanela (tarçın) şerbeti ile ferahlıyoruz. Aşçımızdan şerbetlerin sırrını öğrenmeye çalışıyoruz ama ser veriyor sır vermiyor. :)

Restorandan ayrılırken ‘diş kirası’ adı verilen ayva reçeli hediyemizi alıp Kariye Müzesi’nin önünde müze ile ilgili birkaç bilgi dinledikten sonra ara sokaklara dalıyoruz.  




Sokaklardan birinde İffet dizisinin bir çekim sahnesine rastlıyoruz. Bir evin camında bize poz veren çakır gözlü Roman kızını fotoğraflıyoruz. Mahalleye fotoğraf çekmeye gelenlerin çokluğundan olsa gerek pencerelerden bakan her genç kız fotoğraflarının çekilmesine alışmış, doğal olarak poz veriyor zaten..




Kürkçü Çeşmesi Sokağı’nda ilerleyip çıfıt çarşısı girişindeki Fetih İşkembe Salonu’na geliyoruz. Buradaki lezzetimiz 'işkembe çorbası.' Çocukluğumdan beri ‘işkence çorbası’ adını verdiğim çorbadan denemek istesem de yiyemiyorum, onun yerine kokoreç’in tadına bakıyorum. 



 
Menüde yoktu ama bazılarımız vitrindeki ‘zerde’nin görünümüne dayanamayıp çorba veya kokoreç yerine tatlı yemeyi tercih ediyor.

İkinci durağımız Balat Turşucusu. Pancarın lahana, salatalık ve eriğe verdiği kırmızı renge, serpiştirdiğim pul biber ayrı bir renk ve lezzet katıyor.

Üçüncü durak 1923’ten beri hizmet veren, taş fırında pişmiş galetalarıyla ve peksimetleriyle ünlü Evin Unlu Mamülleri.

Fırının ilk sahibi o zaman Fener’de de yoğun olarak yaşayan Rumlarmış. 1960’a kadar genellikle Rumlardan oluşan komşularına galeta pişirir, mutlu mesut yaşarlarmış.

Sonra Fener ve Balat'ta durulamaz hale gelmiş, semt sakinleri, ülke veya semt değiştirmek zorunda kalınca ev ve işyerlerini Anadolu'dan gelenlere devretmiş.

Karabüklü Mehmet Evin, Anadolu'dan gelenlerden biri.  Rumlardan devraldıkları taş fırını şimdi ikinci nesil işletiyor. Fırında o kadar çok galeta pişiyor ki İstanbul’un çeşitli semtlerine de gönderiyorlar. 


Bir sonraki durağımızsa Fırın Kabuğunda Köfte. Sahil yolunda hemen Bulgar Kilisesi’nin karşısındaki restoran 3 katlı ve muhteşem bir manzarası var.

Burada ‘tükrük köfte’ ve ‘kaşarlı köfte’ yiyoruz. Özellikle kaşarlı köfteye bayılıyorum. Köfteler fındık kabuğundan oluşturulan farklı bir kömür ile pişiriliyor, lezzetini buradan alıyor olsa gerek..


Yağmurun hız kesmesini bekliyoruz ancak boşa. Gittikçe şiddetini arttırıyor ama bizi kimse durduramıyor. Kendimizi Balat Kültür Evi’ndeki Cafe Vodina’da buluyoruz. Islak şemsiyelerle içeri girdiğimizi gören garsonlar hemen çay ikram ediyor. Biraz ısınıyoruz hem de evhanımlarının elinde hazırlanmış ‘mantı’ ve ‘karalahana dolması’nın gelmesini bekliyoruz.



 Vodina Caddesi üzerindeki ikinci dereceden tarihi eser olan üç katlı, cumbalı, klasik Balat mimarisinin örneklerini görebileceğiniz Kültür Evi’nin çok şirin bir bahçesi var.


İstanbul Valiliği İl Özel İdaresi ve Fatih Belediyesi ile yapılan bir protokolle restore edilerek 2010 yılı şubat ayında Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu’na teslim edilen Kültür Evi’ndeki Cafe Vodina’da evhanımları çalışıyor. Herşey günlük ve taptaze. Hanımlar kahvaltı konusunda iddialılar..




 Ve son durağımız Kültür Evi’nin 100 metre ilerisindeki Hotel Daphnis.


Haliç kıyısında, Fener Rum Patrikhanesi’nin hemen yanında açılan ilk butik otel olan Daphnis, mimar Defne Keskin’in 115 yıllık bir Rum evini aslına uygun olarak restore edip turizme açmasıyla ortaya çıkmış.



Burada taze demlenmiş çay eşliğinde ‘tulumba tatlısı’ yiyoruz. 






Daha görecek çok yer, tadacak pek çok lezzet vardı kuşkusuz ama bu seferlik bu kadardı.

Fener- Balat tarafına yolunuz düşerse siz de bu noktalara uğrayabilir, Tekfur Sarayı, Kariye Müzesi, Fener Rum Erkek Lisesi ve ünlü Kaşıkçı Elmasının tesadüfen bulunduğu Eğri Kapı’yı görebilirsiniz.



Keza ben yağan yağmura rağmen akşamı Cibali Balıkçısı'nda ediyorum.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral


DARÜŞŞAFAKA'DA TARİHİ GENEL KURUL


Darüşşafaka şu günlerde tarihi bir tüzük değişikliğine gidiyor.


Daha önce babası hayatta olmayan, ailesinin maddi olanakları nedeniyle iyi eğitim fırsatı bulamayan öğrencilere, ilköğretim 4. sınıftan başlayarak lise son sınıfa kadar yatılı ve tam burslu, kolej seviyesinde eğitim veriliyordu.



Başbakan R.T.E.'nin katılımıyla gerçekleşen olağanüstü genel kurulda alınan karara göre artık annesi veya babası olmayan, maddi yetersizlik halindeki çocuklara eğitim olanağı sağlanacak.



 Genel Kurul'da alınan bir başka karar da tüzüğün 2. maddesinden “Türk ve İslam” ibaresinin kaldırılıp “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” şartı getirilmesi.



Darüşşafaka'nın 2012 yılı giriş sınavı 27 Mayıs’ta. Sınava katılmak için son tarih 23 Mayıs 2012 Çarşamba.


27 Mayıs 2012 Pazar günü 20 sınav merkezinde saat 10.00’da başlayacak olan sınav, Adana, Ağrı, Ankara, Antalya, Bursa, Denizli, Diyarbakır, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya, Malatya, Mersin, Samsun, Sivas, Şanlıurfa, Trabzon ve Van’da düzenlenecek.

Yazı: Hülya Meral

İSTANBUL'UN SİMGESİ LALE


Önce mimozalar açıp sarı rengiyle baharın gelişini haber verdi, şimdi her yer rengarenk lalelerle donatılmış durumda. Erguvanların açmasınaysa çok az bir zaman kaldı. Baharın hepimizin içine bir tutam neşe serpiştirmesi  boşa değil. Koskoca karanlık, puslu, soğuk bir kışı yolculuyoruz. Hala Nisan yağmurlarına karşı siperlenmişsek de ardından açan güneşle yeniden keyfe geliyoruz.

Hazır Festival sebebiyle İstanbul’un dört bir yanı lalelerle çevrelenmişken ben de Emirgan Korusu’na gidip nasiplenmek istedim bu gökkuşağını andıran görüntüden.  

Geleneksel Lale Festivali
Lale Festivali 2005’ten beri İstanbul’un her semtinde Nisan itibariyle başlıyor, sonuna kadar devam ediyor. Bu yıl 7.si düzenlenen festival için en görülesi yer ise kanımca Emirgan Korusu..Büyük Çamlıca Korusu, Hıdiv Kasrı, Gülhane Parkı ve Sultanahmet Meydanı da rengarenk lale ile donatılmış.

Emirgan Korusu

Daha Koru’ya girerken karşılıyor laleler sizi. Rengarenk ve öbek öbek. Kimi dimdik duruyor, kimi yerini veya suyunu beğenmemiş küsmeye başlamış, kiminin de ömrü tükenmiş, son günlerini yaşıyor. Malum, belli bir ömürleri var.
Biraz ötede bir Alman televizyonunun belgesel çekimine takılıyor gözüm ve ister istemez hep tartışılagelen, laleyi ilk kim yetiştirdi, çeşitli ülkelere hangi topraklardan yayıldı, Hollanda neden lale konusunda bize göre çok çok ileride soruları gelip oturdu zihnime.

İstanbul'un simgesi lale

İstanbul’un simgesi lalenin anavatanının Orta Asya olduğu biliniyor. Lâlenin Türkistan’ın bozkırlarında yabani bir çiçek olarak uç verip, Bulgar Türkleriyle İdil boyuna, Timuroğulları ile Hint’e, Selçuklularla İran’a ve Anadolu’ya geldiğini savunan tarihçiler, yabani laleye de Akdeniz’in kuzey kıyıları ve Japonya’da da rastlandığını söylüyor.

 İlber Ortaylı’nın anlattığına göre kökeni Altaylardan gelen bu mistik çiçek, Türklerin bahçelerinde yetiştirdiği, Türkler tarafından Avrupa’ya tanıtılan, Kanuni döneminde Alman imparatorunun sefirinin birkaç lale soğanını Avrupa’ya götürmesiyle dünyaya yayılan zarif bir cins.

Dünyanın en büyük çiçek borsası Flora Holland

Avrupa’da laleye  ‘Tulipa’ deniyor. Laleyi o kadar benimsiyorlar ki özellikle Hollanda bu sevgiyi abartarak onlarca çeşit üzerinde çalışıyor, üretimi arttırıyor ve bu emek karşılığında 17. Yüzyılda ‘Altın Çağı’nı yaşıyor.

Tarım sistemlerini laleye göre sil baştan ele alıp ‘polder’ denen sistemle toprakların neredeyse yarısını denizi doldurarak kazanıp lale soğanı ekiyorlar. Hatta yeldeğirmenleriyle ünlü ülkedeki değirmenler toprakların içinde kalan deniz sunu dışarı atmak için inşa ediliyor. Çiçekler serada, soğanlar tarlada yetiştiriliyor.
Şimdiyse laleye verdikleri değerin meyvelerini topluyorlar. 1887’de kurulmuş dünyanın en büyük çiçek borsası ‘Flora Holland’ta  yılda 12 milyar kesme çiçek ve süs bitkisi işlem görüyor. Dünya çiçekçiliğini Hollanda yönlendiriyor.

Geçmişte de şimdi de hep mistik bir çiçek

Lale geçmişte de şimdi de hep mistik bir çiçek olarak anılmış. Lalenin Arap harfleriyle yazılışında Allah’ın adına benzer bir taraf olduğu bilindiğinden hattatların ve nakkaşların eserlerinde ve çini eserlerde lale motifi sıklıkla kullanılmış.
Anadolu'da laleyi şiirlerinde kullanan ilk kişinin ünlü düşünürün Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273) olduğu, rubailerinde lale ile ilgili pek çok mısra bulunduğu söylenir. Mevlana 'Hüznünü içine saklayan bir tebessümdür.' der lale için. 

Osmanlı’nın Rönesansı Lale Devri


Laleden bahsedip de Lale Devri’ni atlamak olmaz. Bize yıllarca tarih kitaplarında Osmanlı’nın sefahat ve şatafat dönemi olarak anlatılan Lale Devri’ne bu ismi 20. Yüzyıl başı tarihçilerinden Refik Ahmet Altınay vermiş.

1718’de Avusturya ile imzalanan Pasarofça Anlaşması ile başlayıp 1730’daki Patrona Halil İsyanı ile sonlanan dönem, yazar Selim İleri’ye göre tarihimizin hiç de yabana atılamayacak bir yüksek sanat çağı olmuş. Osmanlı’nın yüzünü batıya ilk defa döndüğü bu dönemde, Avrupa’da çoktandır kullanılan ve ülkelerin gelişmesinde ve büyümesinde en önemli adım olan matbaanın Osmanlı’da  ilk defa bu dönemde (geç de olsa) ortaya çıktığını görüyoruz.


Ciddi bir kültürel yükseliş dönemi. Diplomasi değişiyor. Viyana ve Paris’te yüzyılın sonunda daimi elçilikler açılınca dünyaya entegre olmaya çalışılıyor. Mimari, edebiyat, musiki ve bahçe kültürü açısından önemli yenilikler yapılıyor. Ordu içinde mühendislik, tıp, veterinerlik gibi dallar ortaya çıkmaya başlıyor. Askeri düzen değişiyor. Resim sanatında bir canlılık başlıyor. Kıvrak, çiçeğe, tabiata yakın bir görünüm var. Edebiyat tarihinde ve tarihte büyük değişiklikler oluyor.


Şehrin her tarafında incelik

Fransız Versay lüksünde bahçeler, parklar, ejderhalı fıskiyeler, şaşalı meydanlarla yeni bir İstanbul yaratılmış o dönem. Şehrin her tarafında incelik görünüyor. Beykoz’da cam fabrikası kurulup çok zarif ve değerli parçalar üretiliyor.

İstanbul’un çeşmeleri Lale Devri’nden

Şehrin her tarafında anıtsal çeşmeler yapılmış. Üsküdar meydanındaki Mihrimah Sultan Camii’nin önündeki çeşme, Topkapı Sarayı girişindeki III. Ahmet çeşmesi, Kabataş Eminağa çeşmesi, Tophane yakınlarındaki çeşme, Azapkapı’nın yanındaki çeşme 18. Asırdaki meydanları süsleyen, şimdilerde de aynı güzelliklerini koruyan en abidevi yapılar. 

Mimarideki güzellik Balkanlar'a ve Ortadoğu'ya da yayılmış

Lale devri Türk sivil mimarisinde, konak yaşamında, mahalle yaşamında yeni bir değişim ve gelişimin asrı. Batı’dan ve İran’dan özellikle İsfahan’dan esinlenilmiş. Dönemin padişahı III. Selim’in inşa ettirdiği Selimiye Kışlası bu dönem ortaya konan yapılar arasında barok sanatın en güzel örneklerinden. 


 Hiçbir asırda Lale devrindeki kadar güzel konaklar ve evler inşa edilmemiş. Balkanlar ve Ortadoğu’daki Türk toprakları da bundan nasibini almış. İşkodra, Yanya, Kavala, Saraybosna, Varna; Ortadoğu’da Halep, Şam, Trablus ve Musul gibi şehirlerde  yerel yönetimler çok güzel binalar ortaya çıkarmışlar.


Osmanlı'ya Rönesans yaşatan dönem isyanla sona eriyor

Hangi sınıf veya eğitimden olursa olsun İstanbul halkı lalenin etrafında toplanıp çiçek yetiştirmeye ve gelirini laleden sağlamaya başlamış. Derken öyle bir zaman geliyor ki halk arasında gelir uçurumu oluşuyor. Lüksü ve şaşayı israf olarak gören halk arasında dedikodu başlıyor. Ekmeğini kazanırken güçlük çeken insanlar lale düşmanı oluveriyor.


III. Ahmet’in padişah, Damat İbrahim Paşa’nın sadrazam olduğu dönemde sadrazamın yönetimini kabul etmeyen ve Damat İbrahim Paşa’nın siyasi karşıtları tarafından kışkırtılan Patrona Halil isimli bir denizci (levend) halka ve maaşı yatmayan yeniçerilere elebaşı oluyor. Bahçeleri ve 100’e yakın kasrı tahrip edip lalenin nadide türlerinin yok olmasına sebep olan isyan sebebiyle Osmanlı’ya Rönesans yaşatan bu dönem tamamen kapanıyor.
Laleye itibarını iade etmek

Tarih kitapları ne yazarsa yazsın dönemin pek çok açıdan ileri görüşlü, yenilikçi bir karakteri var. Lalenin İstanbul'u ve şehrin revizyonist karakterini simgeliyor olması sebebiyle tanıtıma ve doğru bilinmeye hakkı var.

Laleye itibarını iade etmek için Türkiye’nin pek çok şehrinde kutlanan Lale Festivali’ni ve laleyi dünya çapında tanıtmak ve lale ihracatı ile dünyada söz sahibi olabilmek için tarımsal anlamda ciddi bir revizyona gitmemiz ve pirinçten mısıra, pamuktan mercimeğe ithal ettiğimiz bir çok tarım ürününün yerine bir şey koymamız gerekiyor.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral


BÜYÜKADA ve RENKLERİ

Bahar geldiğinde piknik sepetleriyle, yaz geldiğinde plaj çantalarıyla eteklerimiz zil çalar halde, Sezen Aksu’nun ‘ada vapuru yandan çarklı’ şarkısını söyleyerek Bostancı İskelesi'nden kalkan Ada vapuruna yetiştiğimiz 90'lı yıllar..


Bostancı, balıkçılar, martılar, vapurun kalkmasını bekleyen, haftaiçi şehirde haftasonu Ada’da konaklayan Adalılar, Ada’ya ilk kez ayak basacaklar, bazıları da bizim gibi her daim  ada müdavimi insan kalabalığı.. Herkeste bir telaş, hızlıca vapura binilir, binmeden önce simit ya da gazoz alınır ve nihayet aşina olduğumuz o ses, vapurun düdüğü duyulur ve yavaş yavaş açılan vapur Adalar'a doğru süzülür.




Bostancı’dan kalkıp Kınalıada, Burgazada ve Heybeliada’ya uğradıktan sonra Büyükada yolcusunu indiren vapurla 40 dakika süren yolculuk bittiğinde  güzergah bellidir..Piknik yapılacaksa Dil Burnu’na, denize girilecekse Yörük Ali Plajı’na doğru ilerler, çevre okullardan biraraya gelip Ada’ya akın etmiş akranlarımızla şarkılar söyleyerek gideceğimiz yere ulaşırdık. Yürümek istemeyenlerimizse bisiklet kiralar, kimi topunu, kimi ipini alır büyük heyecanla sezonu açmaya koşardık.




 
Yıllar geçse de gelenek hiç değişmeden devam ediyor. Mimozalar açar açmaz soluğu Büyükada’da alıyoruz. Bisiklete binmeden, beyaza boyalı, bahçelerinden begonviller sarkmış evleri seyretmeden, çam kokusunun  at kokusuna karıştığı Ada havasında yürüyüşe çıkmadan, faytonla Aya Yorgi Kilisesi’nin yokuşlu yoluna tırmanmadan,  Seyir Terası’nda doyumsuz manzaranın keyfini çıkarmadan baharı ve yazı karşılayamıyoruz.

Prens Adaları’nın en büyüğü Büyükada

 
Büyükada, Prens Adaları denilen İstanbul Adaları içinde en büyük ve yerleşimi en kalabalık olanı. İstanbul’un fethinden 1 ay önce Osmanlı toprağı olan Adalar’ın, özellikle Bizans döneminde saray mensuplarının sürgün yerleri olduğu için ‘Prens Adaları’ diye adlandırıldığı söylenir. Adada tarihte yaşanan sürgünler sebebiyle manastır çok. Yakın tarihin sürgüne gönderilenlerinden biri de Sovyet Devrimi’nin ünlü ismi Troçki olmuş.

 



 
Adalar’a ilk vapur seferi

Büyükada’ya 1850’lerde Türkler yerleşmiş, ondan önce daha çok gayrimüslimlerin yerleştiği veya yazlık olarak kullandığı bir bölge. İlk vapur seferi 1850’lerde küçük vapurlarla başlamış. Düzenli vapur seferleriyle nüfus gitgide artmış. 

 

Menderes’in misafirleri Callas, Onassis, Churchill


Doğduğundan beri Ada’da yaşayan ve bu yıl Ada'daki 82. yazı geçirmeyi bekleyen İstanbul doğumlu Viktor Albukrek’in Büyükada ile ilgili sayısız anısı içinden bir tanesi var ki zihninde hala güzel bir ahenkle hatırlıyor.



‘Adamız'da yaşanan önemli bir olay, 5 Ağustos 1959'da dünya çapında meşhur dört şahsın Spendit Oteli önündeki sahili ziyaret etmeleriydi. Bu vesileyle biz Adalılar, Anadolu Kulübü ile Ada İskelesi arasındaki su şeridini bir deniz panayırına çevirmiştik.


 

İrili ufaklı çeşitli teknelerle, orada gelmiş olan ve tepesinde bir de uçağı bulunan lüks Christina adlı yatın yakınına yaklaşıp meşhurları görebilmek için yarışıyorduk.




Bu dört meşhur kişi, o günkü Sayın Başbakanımız Adnan Menderes, İngiltere eski Başbakanı Winston Churchill, dünya zengini armatör ve Olympic Hava Yolları kurucusu, sonradan Jacklyne Kennedy'le evlenecek olan Aristotle Onassis ve Onassis'in o günkü sevgilisi dünyaca meşhur Soprano Maria Callas idi.’ diyor. Albukrek şimdilerde Ada'nın geçmişiyle ilgili bir kitap hazırlığında, fotoğraf ve hatıra arşivini tarıyor.

Aşk-ı Memnu’dan Füreya’ya Büyükada

 

Türk edebiyatında da sık sık mekan olarak seçilen bir bölge Büyükada. Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu kitabının bazı sayfalarında Nihal ile Behlûl'ün birlikte gezindikleri mekanlar ve çamlık Büyükada’da.


Peyami Safa’nın Kiralık Konak kitabındaki kimi sayfalarda da Büyükada'dan bahsediliyor. Yirminci yüzyılın hemen başlangıcındaki Büyükada panoramasını yansıtan Kiralık Konak ile Aşk-ı Memnu’daki ortak nokta, her iki romanın da kozmopolit yaşam tarzına sahip İstanbul'un varlıklı seçkin tabakasını güzel yansıtmasıdır hatta.

Günümüz yazarlarından Ayşe Kulin’in Füreya isimli kitabında Büyükada’ya yer verilir. Buket Uzuner’in İstanbullular kitabında da Ada’ya ufak bir selam çakılır.

Haftasonu iğne atsanız yere düşmüyor


 
Bugün Kabataş, Kadıköy ve Bostancı'dan sürekli deniz yolu bağlantısı olan Büyükada, özellikle haftasonu iğne atsanız yere düşmeyecek kadar kalabalık oluyor. Fırsatınız varsa haftaiçi Ada gezintisi için en ideal zaman. Haftasonu nefes almak bile mümkün değil keza yerli dizilerin Arap ülkelerinde popülerleşmesinden beri Ada'ya ve İstanbul'a Arap turist akını söz konusu.  

 
Önerim, bisiklet kiralayıp kalabalıklara girmeden sağlı sollu faytonlar eşliğinde adayı 360 derece gezmenizi sağlayan rota. Böylelikle hem Ada’nın hiçbir yerini ıskalamamış hem de yaya olarak giremeyeceğiniz yerleri keşfetmiş olacaksınız.

 
Bir diğer seçenek de fayton. Büyük tur veya küçük tur olarak seçebileceğiniz fayton gezintisiyle yine Ada’nın pek çok yerini görmüş oluyorsunuz.






Twitter'daki check-inlere dayanamayıp sezonu açmak için geçtiğimiz hafta soluğu Büyükada'da alıyorum ben de.


 
Vapurdan inip Büyükiskele Caddesi’ni takip ederek waffle kokuları eşliğinde, dondurma satan dükkanları geçip Saat’in bulunduğu meydana geliyorum. Solumda At İstasyonu’nu ve faytonları, havanın güneşli olması sebebiyle de fayton sırasını görüyorum. 

Niyetim faytona binmek değil, bisiklet kiralayarak adayı tadını çıkara çıkara dolaşmak. Saat’in bulunduğu meydandan Çarşı'ya doğru ilerleyip sıra sıra dizilmiş dükkanlardan birine girip bir bisiklet seçiyorum.

Çarşı’ya doğru ilerleyerek esnafın denizden yeni çıkmış balıkları müdavimlerine tartıp paketlemesini, manavın sepet sepet hazırladığı sebze meyveyi elemanlarıyla evlere göndermek için yaptığı telaşlı hazırlığı, fırıncının küçük kamyonetine sıcacık ekmekleri kasa kasa yerleştirişine denk geliyorum.



Ada esnafının bu enerjisinden nasiplenmek istiyorum ve hemen köşedeki Sarıyer Börekçi’sinde  börek yiyip çay içerek yola koyuluyorum. 




Reşat Nuri Güntekin Yolu

İzleyeceğim güzergaha ‘Reşat Nuri Güntekin Yolu’ da diyebiliriz. Çınar meydanı’nı geçip İtfaiyeye doğru kıvrıldığımda yol beni kendiliğinden Büyükada Su Sporları Kulübü'ne, buradan sağa döndüğümde de faytonların Küçük Tur yolu olan Yılmaz Türk Caddesi'ne yönlendiriyor.

İki yanımda beyaza boyalı evlerin bahçelerinden en cömert halleriyle sarkmış zambak ve begonvilleri seyrederek, evlerin mimarisine hayran kalarak ilerlediğimde Naki Bey Plajı'nın önünden geçiyorum.


 
Hemen ilerisinde pastel pembe dış cephesi, beyaza boyalı balkon ve panjurlarıyla Reşat Nuri’nin evini görüp pedal çevirmeye devam ediyorum.

Gerçekçi akımın temsilcilerinden hikayeci, romancı, çevirmen ve eleştirmen Reşat Nuri aslen Üsküdarlı. İstanbul’da ve Anadolu’daki öğrenim hayatından sonra bir süre öğretmenlik yapıyor ancak sonraları adaya yerleşiyor. Adada gönüllü sürgün hayatı yaşadığı evin arka cephesi Sedef Adası’na bakıyor ve sadece dışarıdan görülebiliyor.

 
Evin hemen ilerisinde Aya Nikola Kilisesi’ni ve ismini kiliseden alan Aya Nikola Otel’i görüyorum. Arka Sokaklar dizisinin ünlü oyuncuları Gamze Özçelik ve eşi Uğur Pektaş bu otelde evlenmişlerdi.

 
Atların ve eşeklerin dinlendiği Birlik Meydanı

 
Otel’in arka tarafı Rum Ortodoks kabristanına bakıyor. Kabristan’dan sağa doğru kıvrılıp faytonların Küçük Tur yoluna girip kabristanı soluma denizi sağıma alarak Birlik Meydanı’na doğru ilerliyorum. Birlik Meydanı'nda Ada’nın ünlü eşeklerini görmeden gitmek olmaz. Burası ayrıca faytonların yolcularını indirip atlarını dinlendirdikleri ikinci en hareketli meydan. 

 

 
Dileklerin gerçekleşmesi için ipi tepeye kadar koparmadan açmak gerekiyor

Bisikletleri park ederek meydanın solundan yukarıya doğru ilerleyip yarım saatlik hafif tempolu bir yürüyüşle tepeye tırmanıyorum.
İkonalarıyla meşhur, uzunluğu 200 metre olan Aya Yorgi Kilisesi ve Manastırı’na varıyorum.
 
 
Kilise 23 Nisan ve 24 Eylül’de kutlanan yortuda en kalabalık günlerini yaşıyor çünkü bir makara alıp aşağıdan tepeye kadar çıplak ayakla elinizdeki makarayı koparmadan açarak varabilirseniz dileklerinizin gerçekleşeceğine inanılıyor. Hatta rivayete göre kol değnekleriyle tırmanmayı başarmış birinin bir sonraki yortuda ayakları iyileştiği için kiliseyi ziyarete geldiğine dair bir söylenti bile var. 
 
Bu kadar yorulmuşken Seyir Terası’ndan izlediğim manzarayla kendimi ödüllendiriyorum. Akşamüstü geldiyseniz güneşin batışını izlemeden ayrılmayın derim.


Tepenin diğer cephesine geçip alabildiğine güzel manzarada sağda Sedef Adası'nı, karşımda Pendik'ten Fenerbahçe'ye uzanan sahil şeridini ve denize açılmış onlarca tekneyi izliyorum. Buradaki lokantada soğuk bir şeyler içmeyi çoktan hak ettim bence :)

   
Faytondan veya bisikletten indikten sonra ne yazık ki bu arnavut kaldırımlı yolu yürümek zorundasınız keza fayton girmesi yasak, bizikletle çıkmaksa eziyet. Yorulduysanız meydandaki Lunapark Kır Gazinosu’nda da soluklanabilirsiniz.
 
 
Rum çocuklarının yetimhanesi

 
Kiliseden inip tekrar meydana geldikten sonra hemen yolun karşısındaki Yetimhane’yi görüyorum. Yetimhane Türk mimari tarzında mimar Alexandre Vallaury tarafından 1898’de otel olarak inşa edilmiş, hatta Prinkipo Palas olarak adı bile hazırmış ancak dönemin yöneticilerinden gerekli işletme izinleri alınamayınca uzun süre atıl kalmış.
Sonra Eleni Zarifi isminde hayırsever bir Rum binayı satın alarak Rum çocuklarının yetimhanesi haline dönüştürmüş. Aya Yorgi’den sonra ikinci en yüksek tepe olan ve İsa Tepesi de denen bu bina 1960’ta tamamen boşaltılarak şimdiki bakımsız haline terk edilmiş.

Faytonların bulunduğu meydandan sola doğru indiğimde Yörük Ali Plajı’nı ve piknik alanı olan Dil Burnu'nu görüyorum. Çamların arasından Nizam Caddesi’ni takip ederek Mesire Yeri’ni geçiyorum. Bundan sonrasında dümdüz Nizam Caddesi’nden devam edip yine begonvil sarkmış bahçeleri izleyerek sağlı sollu gelen faytonların nal sesleriyle iskeleye kadar iniyorum. 



 
Yorulduğumu güneş çekildiği sırada oturduğumda anlıyorum. Hemen bir balık restoran bulup siparişimi veriyorum. İskeleye inince fark ediyorum ki gündüz kalabalık olan ada, akşam şehirden evine dönen ada yerlileriyle daha da kalabalıklaşmış ve hareketlenmiş. Gelecek haftalarda yeniden buluşmak üzere son ada vapuruyla bir Bülent Ortaçgil şarkısını mırıldanarak ayrılıyorum..

Adalar...Artık dar gelir bana bu odalar
Adalar… Her şeyden uzak
Adalar…. İnsanlar gibi
Su altından tutuşmus elleri


Dümene yapışmışım sevgilim sanki
Dipsizliğin ortasında
Liman da yok artık rotamız da
Dökülmüş üstüme bir kova yakamoz
Yıldızlı hem yaldızlı...
Ayışıklı bir öykü ve başroldeyiz

 
 
 
YAPMADAN DÖNMEYİN

 
- Adalar Müzesi’ni ziyaret edin.

 
- Yörük Ali Plajı, Naki Bey Plajı, Prenses Plajı, Eskibağ Plajı denize girebileceğiniz tesislere sahip.
- Ada mimarisi hakkında gitmeden bir şeyler okuyun.
- Haftasonu pansiyon ve motellerde kahvaltı edin.

- Vapur beklerken İskele’nin üstündeki cafede günbatımına karşı çay için.

 
-Tarihi Prinkipo Dondurmacısı’nda dondurma yiyin.


- Çınar Meydanı’ndaki otellerden birinde konaklayın.
- Sarıyer Börekçisi’nde börek yiyip ada halkının günlük hayatını izleyin.

 

- Ada’nın tarihini merak ediyorsanız Alman asıllı İngiliz filoloğu ve oryantalist Max Müller ve eşi Georgina Adelaide Müller’in mektuplar halinde kaleme aldığı ‘On Dokuzuncu Asır Biterken İstanbul'un Saltanatlı Günleri’ni okuyun.


- Çam ağacından, meşeye, yılbaşı bitkisi herdemtazeden, yasemin ve mimozaya kadar yüzlerce çeşit bitki yetişen adadan ayrılırken bir saksı çiçek alın.

- Begonvilleri dalından koparıp evde saksıya dikersem tutar diye düşünmeyin. Toprağı ve saksısıyla birlikte adadaki çiçekçiden satın alabilirsiniz. Şehirdeki havayı, güneşi ve iklimi beğenir mi bir bilene sormak gerek. 
 

- Yazın ve kışın iki ayrı tarife olduğu için yaz tarifesine geçilip geçilmediğini teyit edin. Adaya vardığınızda dönüş saatinizi tarifeye göre önceden planlayın.

 
Büyükada’ya Ulaşım
Adanın kara bağlantısı olmadığı için ulaşım sık sık kalkan vapur, motor ve deniz otobüsleriyle sağlanıyor. Şehir Hatları, İstanbul Deniz Otobüsleri ve Mavi Marmara firmaları, Bostancı ve Kabataş'tan; Dentur Kabataş'tan, Turyol Eminönü ve Karaköy'den, Prens Tur Kartal'dan adalara karşılıklı seferler düzenliyor. En yakın noktaya ulaşım 25 dakika, en uzak noktadan ulaşım yaklaşık 1,5 saat sürüyor.


- Çarşı içindeki küçük ve şirin Büyükada Sanatçılar Sokağı’nı görün.
- Bisiklet kiralayın ve girilmedik sokak bırakmayın.
 
 
Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral