KENDİ EVEREST'İNİZE TIRMANIN


O bir dağcı
O bir fotoğrafçı
O bir kurtarıcı
O bir doğa adamı
O bir yolcu
O bir eğitmen
O bir sınır tanımayan
O bir sporcu
O bir fenomen
O aynı zamanda bir yazar...



Rusya tarafından 'Kar Leoparı' ünvanı verilen, 1994'te Everest Dağı'na tırmanan ilk Türk dağcı Nasuh Mahruki'den bahsediyorum.




Arama Kurtarma Derneği (AKUT) kurucu üyesi ve başkanı Mahruki, pek çok dergi ve gazetede yayımlanan makaleden sonra çıkardığı 7. kitabı 'Kendi Everest'inize Tırmanın' ile geçtiğimiz haftalarda okuyucusuyla buluştu.


Kendine hep büyük ve iddialı, aşılması zor hedefler koyan, bu hedeflere akılcı, planlı ve kararlı hareket ederek ulaştığını belirten Mahruki'nin 20 yıllık tecrübesini barındıran kitap pekçok kişiye rehber olacağa benzer.




Nasuh Mahruki ile Starbucks kahve eşliğinde sohbet etmek, sorular sormak, macera veya heyecan dolu tecrübelerini dinlemek isterseniz 29 Ocak 2011 Cumartesi günü saat 19.30'da Pera Müzesi'nde sevenleri ve okuyucularıyla buluşmak üzere orada olacak.

Pera Müzesi
Starbucks Coffee ile Kültür Sanat Sohbetleri
Nasuh Mahruki
20 Ocak Cumartesi
19.00 Starbucks Kahve Tadımı- Pera Café
19.30 Söyleşi- Oditoryum
Etkinlik ücretsizdir.
Sınırlı kontenjan nedeniyle rezervasyon yapılmalıdır.
Rezervasyon için:
Eda Göknar: 0212 334 09 12
Kitaptan İLK SÖZ:
Herkes bu yaşamda birşeyler başarmak ister. Herkes dünyaya izini bırakmak ister. Her can bilinmek ister. Ancak bunu elde etmek için yeteri kadar gayret etmesi gerektiğini unutur. İster ama arkasından koşacak inancı ve enerjiyi gösteremez. Bir- iki denemeden sonra işler umduğu gibi gitmezse hayata karşı yılgınlık gösterir, daha azıyla idare etmeye çalışır, küçük düşünür. Kendi potansiyelinin altında kalır ve yaşamına, kendine bence yazık eder. Oysa yaşamın olağanüstü fırsatlarının ve azı çok , iyiyi çok iyi hatta mükemmel yapabilme ve kötüyü iyileştirebilme mucizelerinin farkında olanlar, yaşamlarında hak ettiklerine inandıkları yeri gerçekten de hak etmeleri gerektiğini bilirler. Oraya ancak başararak ulaşılacağının farkındadırlar ve öyle yaparlar...N. Mahruki
Yayınlanan Kitapları:
Bir Dağcının Güncesi
Everest'te İlk Türk
Bir Hayalin Peşinde
Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi
Yeryüzü Güncesi
Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir
'Kendi Everest'inize Tırmanın' ile ilgili yorumlar:
  • Kitap hayatta tırmanacağınız veya tırmanmaya niyet edip de yılgınlığa uğradığınız kendi Everest'inize tırmanmanıza bir rehber niteliğinde adeta. Nasuh Mahruki kitapta olağanüstü anlatım dili ile insana müthiş bir motivasyon aşılıyor. Kitabı, hayatın her alanında kendi Everest'inize tırmanmakta zorlandığınız anda tekrar tekrar okuyabileceğiniz, danışabileceğiniz bir rehber gibi yanınızda taşımanızı tavsiye ediyorum. teşekkürler Nasuh Mahruki..

  • Yüzlerce kitap okudum. Beni bu kadar zirveye çıkaran, gerçek başarı ve mutluluğun anahtarını bu kadar harika ankatan başka bir kaynağa rastlamadım. Bu kitaptan yüzlerce alıp çevremdeki herkese hediye etmek istiyorum. Yüreğine ve eline sağlık.

  • Yaşanmışlıkla yoğrulmuş ve daha da güzel başarılara imza atılacağının habercisi olan bir kitap. herkes kendinden bir parça mutlaka bulacak. Okunup, anlanılması gereken bir değer. Teşekkürler...

Yazı: Hülya Meral

Hiç mercimek kadar zeytin yediniz mi?



Mardin'in Mazı Dağları sırtına dayanmış Derik ilçesinde yetişen özel bir zeytin bahsettiğim. Görünüşüne bakıp mercimek kadar küçücük zeytin ne lezzeti olur ki demeyin, o minicik çekirdekli ufaklıkların tadı, yağı, tuzu, tadanın damağını sulandırıyor. Bir kez denedikten sonra oturup bir kase zeytini ekmeksiz, katıksız yiyesiniz geliyor.



Lezzeti güzel, kendisi kıt bu endemik bitkinin salamurasını bulabilmeniz için Mardinli bir arkadaşınızın veya ahbabınızın olması şart çünkü
2-3 senedir kurak geçen iklim sebebiyle önceki yıllarda alınan hasadın yarısı alınabiliyor dolayısıyla çok az olan bu ender zeytin kapanın elinde kalıyor. Korkarım yakında anzer balı gibi sıraya girilip alınabilecek.

Zeytinin içinde aslında tarih vardır, mitoloji vardır.
Zeus bir gün der ki: "İnsanlığa en değerli armağanı veren tanrı ya da tanrıça yeni kurulan kentin sahibi olacaktır." Deniz Tanrısı Poseidon ve bilgelik tanrıçası Athena yarışmaya başlar. Poseidon üç dişli çatalını bir kayaya saplar ve insanları uzak yerlere götürerek savaşlar kazanacak "at"ı yaratır. Athena ise mızrağını yere saplayarak onu bir 'zeytin ağacı'na dönüştürür. Şehir halkı Athena'yı seçer ve şehre Athena adı verilir.
Bu seçim 'at' yerine 'zeytin ağacı'nı seçmek değildir sadece. Halk bu seçimiyle aynı zamanda göçebelik yerine yerleşikliği, savaş ve talan yerine barış ve uygarlığı seçmiştir. Bu nedenledir ki zeytin dalı barışın simgesi olarak günümüze kadar gelmiştir.


Zeytine ve zeytinyağına merak duyanlar ve zeytinin büyülü macerasına katılmak isteyenler için gazeteci Celal Başlangıç'ın Komili sponsorluğunda hazırladığı Trilye'den Yusufeli'ne, Adatepe'den Derik'e Hayat Ağacıyla Yaşayanlar kitabını öneririm. Kitapta Türkiye'nin dört bir yanındaki zeytin bahçelerine girecek, zeytinağaçlarının kökeninin Tevrat, İncil ve Kur'an'a kadar gittiğini ve yeryüzündeki ilk ağaç olduğunu öğrenince şaşıracaksınız.
Yazı ve fotoğraflar: Hülya Meral





ZİRVEDE BEYAZ MUTLULUK


Bir fotoğraf karesi düşünün ki karşınızda karlı ve dik bir zirve var ve siz de karşısındaki zirvede kollarınızı açmış, gözleriniz kapalı, beyaz örtüyle kaplı manzaraya kanat açıyor, mis gibi havayı içinize çekiyorsunuz. Sonsuzluğu kucaklar, bulutlarla dans eder gibi..


Çevremdeki pekçok arkadaşıma “Kar sana ne hissettiriyor?” diye sorduğumda özgürlük, sonsuzluk, doğallık, saflık, bulutlarda uçmak gibi cevapların yanısıra en çok “mutluluk” cevabını aldım.
Kar, bizim gibi metropolde yaşayıp senenin birkaç günü beyaz örtüyü izleme fırsatı bulanlar için büyük oranda mutluluk kaynağı.
Yeniyıla gireceğimiz şu günlerde İstanbul’u kar kaplar mı bilinmez ama hepimizin kardan adam yapmak için sabırsızlandığına eminim:)



İstanbul’da geçireceğimiz beyaz mutluluk için birkaç gün yetmez, önümüz sömestr, kaymak, snowboard yapmak istiyorum diyenler şimdiden kar tatili için hazırlıklara başlamış bile.
Siz de karla kaplı kartpostal coğrafyalarda oksijene doyup stres atmak, şarap, sucuk ekmek veya alabalık keyfi yaşamak istiyorum diyorsanız zirveler ve yenilenen pekçok kayak merkezi sizleri bekliyor.

Her yaşa uygun spor: Kayak
Anavatanı Norveç olan kayak, adrenalini seven snowboard meraklılarının da artmasıyla birlikte oldukça revaçta olan bir spor haline geldi.
Özellikle 4-5 yaş itibariyle her yaştan insanın uygulayabileceği ekonomik bir spor ve eğlence dalı olması da kayak sporunu cazip hale getirmiş durumda.

Antalya’dan Erzurum’a İsviçre’den Fransa’ya pekçok alternatif


İklimi ve coğrafi konumu ile kayak sporunda güçlü bir potansiyele sahip ülkemizde Uludağ ve Erciyes’in yanı sıra Bolu Kartalkaya, Erzurum Palandöken, Gümüşhane Zigana, Isparta Davraz, Kars Sarıkamış, Antalya Saklıkent, İzmit Kartepe, Ağrı Bubi Dağı, Kastamonu Ilgaz gibi bölgelerde yoğun olarak kayak yapılıyor.

Yurtdışında ise İsviçre, Fransa, İtalya, Almanya ve Avusturya’daki popüler kayak merkezlerinin yanısıra son yılların yıldızı parlayan ülkelerinden Bulgaristan bu sezon tercih edebileceğiniz bir lokasyon olabilir.


ULUDAĞ
Aralık ayında başlayıp mart ayına kadar devam eden kayak mevsiminin en gözde merkezlerinden biri Bursa'daki Uludağ. İlk kez 1933'te bir otel açılan Uludağ'da şu an 16 otel ve 20 civarında pist bulunuyor.
Bu nedenle Marmara Bölgesi'nin en yüksek dağı da olan Uludağ, kayakçıların farklı seviyelerdeki pistlerde kendilerini deneyebilecekleri, kayak yapmayanlarınsa kafelerde dağ havası eşliğinde salep veya sıcak şarap içip vakit geçirebileceği popüler bir kayak merkezi olmuş durumda.
2011’de uygulanmaya başlayacak tek kart sistemi için ciddi yatırım yapılmış. Buna göre Uludağ’da tatilcilerin birinci ve ikinci bölgede 16 pistten özgürce faydalanabileceği kart sistemiyle adı sisteme girilecek ve piste giriş-çıkışı tespit edilebilecek kayakseverlerin kaybolmalarının önüne geçilmesi planlanıyor. Pistte kalış süresinin 2 saatten 5 saate çıkacak olması da diğer artılarından.
Bu yılki yeni bir uygulama da telesiyej. Ağaoğlu My Resort tarafından yapılan yeni üstü kapalı telesiyej tesisleri ile saatte 4.000 kişi taşınacak. Yeni tesis ile kayak yapmak isteyenler 1.850 metrelik mesafeye rüzgar ve soğuktan etkilenmeden 4.5 dakikada kolaylıkla çıkacaklar.

PALANDÖKEN

İdeal toz karı ve dik parkurlarıyla kayakseverlerin mekânı olan Palandöken, Erzurum'un 10 km güneyinde yer alıyor.
Dört ve beş yıldızlı otellerin bulunduğu kayak merkezi, havaalanına çok yakın olduğu için ulaşımı da oldukça kolay. Türkiye'nin en uzun pistine sahip olan kayak merkezi olma ünvanına da sahip Palandöken'de Mayıs ayına kadar kayak mevsiminin devam ediyor.
Slalom yarışmaları için tescilli pistlerin yanısıra beş tane telesiyej, bir tane teleski, iki tane baby lift, bir tane gondol lift hizmet veriyor.
Palandöken’de Oltu Cağ kebabı ve kadayıf dolmasını da deneyebilirsiniz.


ILGAZ

Kastamonu ve Çankırı illeri sınırında yer alan Ilgaz kayak merkezi, Ilgaz Milli Parkı içinde yer alıyor. Bu nedenle kış turizminin yanı sıra sahip olduğu doğal güzellikleriyle de ilgi çekiyor. Üç tesise sahip Ilgaz'da pist sayısı henüz çok fazla değil.
Kayak mevsimi Aralık ayında başlayıp Nisan'a kadar sürüyor. Sezon içinde kar kalınlığı 70 ila 250 cm aralığında. Kayak merkezinde bir adet çift iskemleli 1050m uzunluğunda telesiyej tesisi ile 1000m uzunluğunda teleski tesisi bulunuyor. Bunların yanında otelimize ait 350m uzunluğunda bir baby lift de mevcut. Termal tesisi ile de ilgi çeken Ilgaz sakin bir kar tatili isteyenler için ideal bir merkez.

KARTEPE

Günübirlik kayak keyfi yaşamak ve doğayla iç içe zaman geçirmek isteyen İstanbullular için hem zamandan hem de paradan tasarruf edecekleri bir kayak merkezi Kartepe. Kocaeli'de bulunan, 12 farklı pistiyle farklı seviyelerdeki kayak severlere kayma imkânı sunan Kartepe'de bir tane beş yıldızlı tesis bulunuyor. Özellikle haftasonları çok kalabalık.
SARIKAMIŞ
Kar kalitesiyle ünlü Sarıkamış kayak merkezi, hem doğal güzellikleri hem de farklı seviyelerdeki yedi adet pistiyle kayakçıların ilgisini çekiyor.
Nisan ayına kadar kayak yapılabilen merkezde, iki tane devlet konaklama evi ve iki tane otel bulunuyor.
Sarıkamış, pistlerinin kalitesinden ziyade büyüleyici çam ormanlarının yarattığı masalsı manzarası ile ön plana çıkıyor. Oteller henüz yetersiz olsa da ekonomik bir tatil olsun diyenler için ideal.

KARTALKAYA
Türkiye'nin tanınmış kayak merkezlerinden Kartalkaya, Batı Karadeniz bölgesinde, Bolu ilinin güneydoğusunda yer alıyor. Üç büyük otelin bulunduğu kayak merkezi, Bolu il merkezine 38 kilometre mesafede. Yani İstanbul'dan da Ankara'dan da üç saatte ulaşılıyor.
Farklı zorluk derecelerinde parkurların bulunduğu Kartalkaya doğasının güzelliği büyülüyor. Merkez aynı zamanda Alp disiplini kayak ve tur kayağı için çok uygun koşullara sahip.

Eski Vali Recep Yazıcıoğlu tarafından yapımı planlanan Munzur Dağı'ndaki kayak pisti projesi 2011'de faaliyete geçiyor.
12 kilometre uzunluğundaki pist 6 bin metre uzunluğunda kurulmaya başlanan telesiyejle, saatte bin 500 kişiyi zirveye taşıyacak tesis, Erzincan havalimanına 9 kilometre uzaklıkta olması nedeniyle Mayıs ayında bile kayakseverleri ağırlayabilecek.

FRANSA- Tignes

Lyon ve Cenevre havaalanlarına 3 saat uzakta bulunan kayak merkezi 2000 metrelik yüksekliği ile Avrupa’nın en yüksek resortü. Val D’isère’e bağlanmış olan 300 kilometrelik kayak pisti, dünyada teknik imkanları gelişmiş en güzel kayak alanı. 3500 metre yüksekliğindeki zirvesi ile Avrupa’nın en yüksek kayak alanlarından olan Tignes’de 10 km boyunca hiç telesiyeje binmeden kayma şansına sahipsiniz.
Her seviyedeki kayakçının zevkle kayabileceği kayak alanında usta kayakçılar için de off-pist uygulamaları mevcut.
Tignes’deki kayak alanı dünyadaki en iyi pudra karına sahip. La Vanoise Milli Parkı’nın tam ortasında yer alan, farklı panoraması ve el değmemiş slopları ile size eşsiz bir doğa zevki sunan Tignes’de 21 yeşil pist 66 mavi pist 34 kırmızı pist 14 siyah pist bulunuyor.

İSVİÇRE- Zermatt

Kayak için en yüksek çıkış noktası 3899 metre, en düşük iniş noktası ise 1620 metre. 30’a yakın zirveyi gören Matterhorn Dağı kentin simgesi.
Hem kaliteli hem doğal bir tatil istiyorum diyorsanız Zermatt bunun için biçilmiş kaftan. Avrupa’nın en güzel dağ manzarası burada diyebiliriz.
Alplerin büyüleyici havasını her şeyiyle yansıtan şehirde dar sokaklar, ağaç evler, koyunlar panoramik bir görüntü sunuyor. Kayak yapmasanız da, çevreyi gezip Alpleri seyretmek bile yetecektir. Keşfedilecek çok şey var.
FRANSA- La Plagne

La Plagne aileler ve kayağa yeni başlayanlar için ideal kayak merkezlerinden. Fransa Alpleri’ndeki 1250m ile 2000m arasında değişen yüksekliğe sahip merkezde dümdüz uzanan geniş ve kolay kayılabilecek pistler mevcut.
Karının en iyi kalite pudra cinsi olması nedeniyle adını tüm dünyaya duyurmuş olan La Plagne 11 bölgeye ayrılıyor. Dağ mimarisinin en güzel örneklerinin görülebileceği merkez pekçok şampiyonaya da evsahipliği yapıyor.

FRANSA- Val d’isere
Fransa- İtalya sınırında bulunan Val D’isère Cenevre ve Lyon havaalanlarına 3 saat mesafede. Dünyanın sayılı kayak merkezlerinden olan, tarihi taş ve ahşap evleri ile tam bir kasaba olma özelliği taşıyan Val D’isere, sahip olduğu kayak kültürü ile dünyanın sayılı kayak merkezlerinden biri.
“ La Vanoise” olarak bilinen 300 kilometrelik kayak alanı dünyanın en güzel pistlerinden. Özellikle iyi derecede kayabilen kayakseverlere tavsiye edilen Val D’isère konuklarına off-pist kayma imkanı da sunuyor. 21 yeşil pist 66 mavi pist 34 kırmızı pist 14 siyah piste sahip, sportif birçok aktiviteye ev sahipliği yapan resortte kışın Alplerin en prestijli yarışlarından olan “Ski World Cup” düzenleniyor.
Konforlu ahşap odalarda konaklayıp sauna, jakuzi ve masaj keyfi ile tüm yorgunluğunuzu üstünüzden atmak isterseniz tercih edilesi bir merkez.


İSVİÇRE- Courch-evel

Saatleri ve çikolatasıyla ünlü İsviçre’de Türkler tarafından en çok tercih edilen kayak merkezi burası. Kayak meraklılarının da kabesi sayılan Courch- evel, Fransız Alplerinde dünyanın en uzun pistlerine sahip Courchevel - Meribel - Val thorens adlı 3 vadinin birleşmesi sonucu ortaya çıkmış.
Kar, lüks ve eğlence birarada olsun istiyorsanız "les trois vallees" kayak merkezlerinden en popüler olanı. Michelin yıldızlı pek çok restoran mevcut.

BULGARİSTAN- Bansko

Bansko şirin ve tarihi bir Bulgar kasabası. 990 ile 2600 metre arasında toplam 65 km.uzunluktaki 13 piste sahip kayak merkezinde lift kapasiteleri de oldukça iyi ve saatte 14.200 kişi taşıyabiliyor. 44 adet technoalpine yapay kar makinesiyle karın yetersiz olduğu hava koşullarında bile keyifle kayak yapabilme konforunu sağlayabiliyor.
Her zorluk derecesine göre yapılmış pistler dolayısıyla diğer kayak merkezleri Borovets ve Pamporovo'ya nazaran daha çok tercih edilen Bansko’nun, muhteşem doğası ve tarihi kasabası görülmeye değer.
Snowboard'cular için de Funpark'ta zevk alabilecekleri bir parkurun yanısıra çocuklu aileler için 4-7 yaş arası çocuklara özel Ski Oyun ve Kayak Öğrenme Parkı hizmet veriyor.

AVUSTURYA, Lech

Avusturya Alplerinin en prestijli ve en güzel kayak merkezlerinden olan Lech, dağ mimarisinin en güzel örnekleriyle dolu ahşap evlere, lüks otel ve alışveriş merkezlerine sahip.
Yıl boyu süren yöresel ve uluslar arası sanat kültür etkinlikleri ile kış tatillerini geçirmek isteyenlerin uğrak yeri olarak bilinen Lech'deki en görkemli an, güneşin karlarla kaplı tepenin üzerinde battığı an.
Lech’te kayağın tadını tam anlamıyla çıkarabileceğiniz 84 adet teleferik, telesiyej ve teleski ile ulaşılabilen mavi, kırmızı ve siyah kategorilerde toplam 260 km uzunluğunda pistler bulunuyor.

İTALYA- Madonna di Campiglio

Madonna Di Campiglio’da, Avrupa’daki diğer kayak merkezlerine nazaran kar yağışı Kasım sonu başlıyor. Her seviyedeki kayakçılar için rahatlıkla kayma imkânı sunan 1550m- 2500m arasındaki yüksekliğe sahip merkez Avrupa’nın en çok tercih edilen kayak alanlarından.
Hemen yanında komşuları Folgarida ve Marilleva olduğundan kayak alanı oldukça geniş. Gitmişken buralar da görülebilir.
Derleyen: HÜLYA MERAL





































HEY GİDİ KARADENİZ



Gidişlerin her zaman bir sebebi vardır. Kimi bilinmeyenin ardını kovalar, kimi zirveye diker gözünü, dağlar tırmanır, kimi yaylalarda, ovalarda gezinir, rüzgara, yağmura verir yüzünü, kimiyse damak tadının peşinde nice coğrafyalar keşfetmeye çıkar. Ben de bu sefer rotayı uçsuz bucaksız coğrafyamızın Zonguldak’tan Artvin’e kadar olan tüm kıyı sahil şeridine çevirip sizleri de bir nebze olsun Karadeniz’in yeşilinde, denizinde, tarihinde ve kültüründe kısa bir seyahate çıkarmayı umuyorum.

Yıllardır fotoğraflarından ve şarkılarından tanıdığım, çoğumuzun ah şimdi Karadeniz’de olmak vardı diye iç geçirdiği bu yeşil örtü kuşanmış ve gözü alabildiğine manzaraya doyuran şehirlerde gezerken daha önce gelmediğime hayıflanıp durdum. Özellikle sıcaktan bunaltan yaz aylarında alternatif tatil arayanlara önerebileceğim bu seyahat, eminim unutamayacağınız anılarla dolu bir hafta yaşatacak size.


Hey Gidi Karadeniz, suların ne karadır Karadeniz..

AMASYA
İlk keşif noktamız Anadolu kültürünün kronolojik tarih sıralamasını görebileceğimiz ender kentlerden biri olan Amasya. Hazeranlar Konağı, Amasya Kalesi, Kral Mezarları, Yeşilırmak, Ferhat-Şirin efsanesine ait su kanalları, II. Beyazid Külliyesi, Saat Kulesi, Gök Medrese, Mumyalar Müzesi, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Burma Minareli Camii, ve Bimarhane (Darü-şifa)’yi görünce yüzyıllardır 12 ayrı medeniyettin yaşadığı bu şehirde adeta büyüleneceksiniz.
Çakallar Tepesi’ne çıkıp manzarasıyla bütün konuklarını büyüleyen Ali Kaya Restaurant'ta Tokat Kebabı yiyebilir özellikle gece Kral Mezarları üzerine vuran ışığın yarattığı görüntüyü izleyerek keyifle kahvenizi yudumlayabilirsiniz.

SAMSUN

Havza üzerinden Kurtuluş’un başkenti Samsun'a geçip tarihi Bandırma Gemisi’ni ve içindeki küçük müzeyi gezebilirsiniz. Atatürk’ün kişisel eşyalarını, silah arkadaşları ile toplantı yaptığı odayı ve Balmumu Heykelleri ile İlkadım Anıtı’nı görüp o günü yaşayabilirsiniz. Samsun’un simgesi Atatürk Anıtı, Arkeoloji ve Etnografya Müzeleri’ni de ziyaret edebilir şayet vaktiniz varsa Samsun sahillerindeki plajlarda denize de girebilirsiniz.
Tabii Samsun’a gelip de Samsun Pidesi yemeden olmaz, Bafra Karayolu’na 17.km’deki Gülhan Tesisleri tam aradığınız adres, Samsun Pidesi haricinde başka pide çeşitlerini de tadabileceğiniz tesiste pideyi yerken diğer kenarından uzasın gitsin isteyeceksiniz, ölçüyü kaçırabilirsiniz, aman dikkat!



ORDU- GİRESUN- TRABZON

Samsun’dan sonra istikametimiz Ordu’da bulunan 475 mt. yükseklikteki manzarasına doyamayacağınız Boztepe. Burada verebileceğiniz çay ve fotoğraf molasından sonra sahile inip palmiyeler altında, denizden gelen serin rüzgar eşliğinde yapacağınız yürüyüş sonrası Mıdı Restaurant’ta soluklanabilir, deniz kenarında yüzen ördekleri ve tüm Ordu’yu seyrederek mevsim balıklarını, özellikle hamsi tavanın tadına bakabilirsiniz.
Daha sonra Gülyalı, Piraziz ve Bulancak üzerinden, fındığın memleketi, kirazın ise anayurdu olan Giresun'a geçip hava durumu müsaitse Eynesil Kalesi görülebilir. Şarkılara konu olan Gelivera Deresi’ni takip edip Harşit Vadisi'ne giriş yaptığınızda Kürtün Baraj Yolu üzerinden Zigana Tüneli’ne gelebilirsiniz.
Trabzon Yolu’nun 60.km’sinde bulunan Zigana, yazları çim kayağı, kışları kayak turizmine elverişli ender iklime sahip bir belde. Kayalık dağların ardından bambaşka bir iklime sahip geçit sonrasına geldiğinizde ladin ormanları arasından Trabzon’a doğru sürecek yolculuğunuz. Osmanlı döneminde tamamen bir Rum köyü olan Maçka’ya bağlı Hamsiköy’e geldiğinizde kendinizi sisler içinde masaldaymış gibi hissedeceksiniz. Adına aldanmayın, hamsi yok belki ama denize uzak bu köyde sisler zamanını yaşayıp yeşilin her tonunu görebilir, temiz havasını ciğerlerinize çekebilirsiniz. Önerim Hamsiköy sütlacını yemeden ayrılmayın! Daha sonra yolunuz düşerse alışkanlık yaratabilir.
Maçka’dan sonra Karadağ'ın eteklerine oyularak 1.250 mt. yüksekliğe inşa edilmiş, zamanında Hristiyanlar tarafından manastır olarak olan Sümela’nın mimari harikasını gördüğünüzde şaşkınlığınızı gizleyemeyeceksiniz.
Araçla veya dolmuşla belli bir yerine kadar gelip sonrasında kolay bir parkurla yürüyerek çıkılabilecek Manastır’ı gezerken bir kez daha büyüleneceksiniz. Sümela’da damak tadınıza hitap edebilecek, yöresel Karadeniz yemeklerinin sunulduğu Sümer Restauran’a uğrayabilir, Karabakan Dağı’ndan kopup gelen derenin huzur veren sesinde Trabzon kuymağını tadabilir, kendinizi bu damak çatlatan tatla şımartabilirsiniz.
RİZE

Sümela’dan sonra Karadeniz’in çay bahçeleri ile süslenmiş, reklamlardaki deyişiyle “en cüzel çay”ın halis toprağı Rize’ye varıyoruz.
Yomra, Arsin, Araklı, Sürmene, Of, Güneyce ve İkizdere üzerinden gelebileceğimiz bu sahil şehrinde Rize Kalesi ve Botanik Parkı panoramik olarak görüp manzaraya karşı ünlü çayını içip meşhur laz böreğinin tadına bakabilirsiniz.
Vaktiniz olursa Çaykur Çay Müzesi ve Rize’nin merkezinden 5 dk.da dolmuşla ulaşılabilecek Dağmaran’a da gidebilir çay bahçelerine karşı saç kebabını ve karalahana dolmasını deneyebilir, nargilenizi tüttürebilirsiniz.
İnerken de Şahin Tepesi’nde fotoğraf çekmenizi salık verebilirim.



Daha sonra Çayeli yolu üzerindeki meşhur Rize bezlerinin üretildiği atölyelerde (Kurular Rize Bezleri) Rize bezi yapımını izleyebilir, atölyenin altındaki mağazalarda vereceğiniz alışveriş molası sonrasında Pazar yolunu takip ederek ve Ardeşen'den geçip, Çamlıhemşin ilçesine gelebilirsiniz.
Yol üzerindeki Kale (Hala) Köprüsü’nde durup gürül gürül akan dereyi izlemeyi ihmal etmeyin. Fırtına Deresi kenarında Pınar Alabalık Tesisleri’nde verilebilecek mola sonrasında tavsiyem Kırmızı Benekli Alabalık ve Muhlama'nın tadına bakmanız.
Bu doyulmaz lezzetler için 1 porsiyon muhtemelen yetmeyecektir. Yemek sonrasında yediklerinizi eritmek üzere hep beraber tulum horonu edebilirsiniz. Unutmadan Karadenizlilerin söylediğine göre horon tepilmezmiş, oynanırmış. Sonrasında içtiğim çay, suyundan ve çayından olsa gerek hayatımda içtiğim en leziz çaydır diyebilirim, mutlaka tadın derim.

Yemek sonrasında, dünyanın en yeşil noktası olarak bilinen Fırtına Vadisi'ne giriş yapıp Fırtına Dizisi'nin ve Sonbahar Filmi'nin de çekildiği, Fırtına Vadisi içerisinde yer alan binbir çeşit bitkiyi görerek kendinizi Karadeniz'in en güzel yaylalarından biri olarak bilinen Ayder Yaylası'nda bulacaksınız.
Şenlik zamanı yürümeye zorlanacağınız yaylada, Gelintülü (Büyük) Şelalesi, Küçük Şelale, Galer Düzü ve Şenlikdüzü’ne bakmaya doyamayacaksınız.
Yöreye özgü ahşap evler pansiyona çevrilmiş, mutlaka bir gecenizi orada geçirmenizi öneririm. Sabahın erken saatinde yaprağa düşen damlaları izlemek ve sabahın tazeliğini ciğerlerinizde hissetmek büyük keyif olacaktır.

ARTVİN

Ayder’den sonra durağımız Artvin. Gürcistan ile sınırımızı oluşturan Sarp Sınır Kapısı’nın geçiş noktası olan ve artık yakın şehirlerden düzenlenen turlarla daha da hareketlenen Artvin’e gelmişken, yanınızda pasaportunuz varsa, vizesiz gezebileceğiniz Batum’u da günübirlik görebilir, hristiyanlığı ilk kabul eden topraklardaki tarihi Gürcü Evlerini fotoğraflayabilirsiniz. Sonrasında Artvin Hopa’dan Arhavi, Fındıklı, Ardeşen, Çayeli Yolu’nu takip ederek dönüş yoluna geçebilir sağınıza denizi, solunuza yeşili alarak doyumsuz manzara eşliğinde Rize üzerinden Uzungöl’e gelebilirsiniz.

TRABZON

Uzungöl Çaykara ilçesine bağlı 1.090 mt. Yükseklikte eşsiz doğaya sahi bir köy. Yayla evleri ve doğal bitki örtüsü ile sizi büyüleyecek gölün etrafında yürünebilir, kondisyonluyum derseniz biraz tepedeki 2-3 km’lik parkura da tırmanabilirsiniz.
Yürüyüş sonrasında köyün içindeki alabalık tesislerinde taze balık tadabilir, göl manzarasına karşı çayınızı yudumlayabilirsiniz. Sonrasında ise Trabzon şehir merkezine gelip Soğuksu Mevkii’ndeki Atatürk Köşkü’ne gelip Mustafa Kemal'in 1930 - 1937 yılları arasında çeşitli dönemlerde konakladığı ve Dersim (Tunceli) İsyanının bastırma planlarını yaptığı bu muhteşem mimariyi gördükten sonra, Anadolu'nun üç Ayasofya'sından biri olan Ayasofya Kilisesi'ni gezebilirsiniz.
Bizans döneminin önemli fresklerini görebileceğiniz bu kilisenin çıkışında ise, Trabzon el sanatı olan telkari ve hasır işlerini görüp, dünyada sadece üç aile tarafından icra edilen ve ismini bu aileden alan Kazaziye Sanatı hakkında bilgi alıp elyapımı takılardan satın alabilirsiniz.
Trabzon’a gelip Akçaabat Köftesi’ni tatmadan olmaz, şayet Uzungöl’deki alabalıkla doymadım derseniz Trabzon’un en eski ve en güzel ilçesinde yapılan bu köftenin tadına bakmak için Nihat Usta’nın Yeri’ne gitmenizi öneririm. Köftenin yanında adeta damacana büyüklüğündeki bardakla ikram edilen ayranın tadı damağınızda kalacak, şimdiye kadar içtiklerim sahiden ayran mıydı diyeceksiniz.
Akçaabat üzerinden sahilyoluna devam edip ünlü Vakfıkebir ekmeklerinin üretildiği ilçeye uğrayıp ekmeğinizi satın aldıktan sonra Giresun’un fındığı ile ünlü Görele’ye gelinebilir.

GİRESUN

Burada dünyaca ünlü pikolo fındık ve fındık ezmesi, fındık sarma gibi fındığın yan ürünlerinden edinip sahil şeridinin bakmaya doyamayacağınız manzarasını izleyerek Tirebolu çay fabrikasına geçmenizi önerebilirim. Fabrikada çayın toplanmasından paketlenmesine kadar gerçekleşen süreci gıda mühendislerinden dinleyip çay tatma bölümünde özel yapım Tirebolu çayından almayı ihmal etmeyin. Hediyelik 200- 500 gr.lık çay paketleri, çay kolonyası, tek kullanımlık çay çubuğu da mevcut.
Giresun Kalesi’ni de görüp Bulancak üzerinden Ordu, Fatsa, Ünye, Samsun yolunu takip edip yol üstündeki Bafra Sigaralarının kurutulmak üzere serildiği arazileri görebilirsiniz.
SİNOP
Samsun Bafra yolunu takip ederek Gerze üzerinden ulaşabileceğiniz, mitolojide hikayelere konu olan ve Büyük İskender'e "Gölge etme başka ihsan istemem" diyen Diyojen'in doğduğu yer olan Sinop'a ulaşıyoruz şimdi de. Türkiye’nin haritadaki en kuzey ucunu gösteren İnceburun ile ünlü bu şehirde, ülkemizdeki tek fiyord olan ve kenarında gençlerin kamp kurabildiği alana sahip Hamsilos Koyu mutlaka görülesi yerlerden.
Fiyord, son buzul çağında Karadeniz'in tamamen donduğu dönemde buzullar erirken oluşmuş. Koyu gezdikten ve manzarayı fotoğrafladıktan sonra tarihi Sinop Kalesi’ni ve yanındaki Gemi Maketi Yapım Atölyelerini gezebilir, Sabahattin Ali’ye “Dışarda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” sözlerini yazdıran, zamanında düşünce suçlulularına barınak olmuş, şimdilerde ise Parmaklıklar Ardında Dizisi’ne evsahipliği yapan Tarihi Sinop Cezaevi’ni ziyaret edebilirsiniz.
Sinop’tan sonra ise tarihi İpek Yolu güzergahının kavşak noktalarından olan Kastamonu’ya geliyoruz.

KASTAMONU

Milli mücadele döneminde lojistik destek sağlamada sonsuz faydalar sağlayan güzergaha ve denize kıyı 6 ilçeye sahip Kastamonu, 1925’te Mustafa Kemal Atatürk’ün şapka inkılabını gerçekleştirdiği, sokaklarında şapka ile dolaşılan ilk şehrimizdir.
Türkiye’nin yetiştirdiği ünlü heykeltıraş Prof. Dr. Tankut Öktem’in Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk ve Şerife Bacı Heykeli görülmesi gerekli yerlerden. Hükümet Konağı, Zınbıllı Tepe, Nasrullah Kadı Külliyesi, Yakup Ağa Külliyesi, İsmail Bey Külliyesi, Dokuma Atölyesi ve El Sanatları Atölyesi'ni de görmeden ayrılmamanızı öneririm.
Kastamonu’da dillere destan etli ekmek ve biryan yemeden ve hediyelik çekme helva satın almadan dönerseniz aklınız kalabilir. Benden söylemesi..
Yazı ve Fotoğraflar: HÜLYA MERAL

HERKES BU KADINI DİNLİYOR !



Bana göre dünyanın en kötü müziği otobüste, minibüste, kampüste, sokakta, asansörde yanında duranın kulaklığından yayılan müziktir. Ancaaak bu fikrimi değiştiren biri var son günlerde. Jehan Barbur..
Yanımdan,sağımdan,solumdan geçen pekçok kişinin mp3'ünde bu ismin sesi son ses kulaklarımı şenlendiriyor.
İlk siyah-beyaz albüm fotoğrafını görmüştüm gazetede. Nedense tarzını Fransızlara benzetip burun kıvırmıştım. Radikal'de küçücük bir alanda ismini ve cismini görünce Radikalciler önerdiyse birşey vardır bu hatunda diyerek youtube'a girip dinlemeye başladım.
Tarzı neymiş bir bakalım, beğenirsem alırım cd'sini diye düşünürken (itiraf edeyim limewire kapanıp da ücretsiz müzik yükleme olayımız bitince kahroldum..:) ) kulağıma gelen sesin verdiği huzurla koltukta kıvrıldım, bıraktım kendimi O'nun dinginliğine, büyüsüne, sihrine..

İlk dinlediğim şarkısı "Dinlen bir nefes al" sahiden nefes aldırıyor. Dupduru sesin akışına bırakıp gidiyorsunuz kendinizi..


Sonraki dinlediğim şarkı "Neden". Yağmur sonrasının sakinliği gibi..Biraz hüzün kokuyor ama "yorgunluktan mı bu halim/ düşünmek bile zor" deyip sizi geri dönüp düşünmeye itiyor.

 

Sıradaki "Gidersen" idi. Klibindeki görüntüler İtalyan şarkıcı Nina Zilli'yi anımsatsa da sesin ve müziğin yumuşaklığıyla buluşunca tezatlık şaşırtabiliyor..

"Gidersen bana da bir dengini yolla" diyecek kadar lütufkar "Gideceksen durma" diyecek kadar cüretkar..


Hele bir "Öylesine"si var ki kendinizi Everest'in tepesine çıkmış, boşlukta sallanıyor hissediyorsunuz adeta. Sözlerin naifliğine bakınız.
 
İçimi avcuna döksem
Beni azıcık çözer miydin
Düşümü aklına katsam
Yemin tutsa kalbim
Beni sever miydin
Sonradan öğreniyorum ki "Hayat" ve "Leyla" şarkısıymış asıl dillerde dolanan. Dillerde dolanan dediysem radyolarda pek duyamazsınız Barbur'u.
Akustik sound ile kendine özgü bir tarzı var. Özellikle dımtıs müzik değil de yağmur cama vururken kahve kokusunu içinize çekip de kitabınıza daldığınızda çok keyifli gelebilir veya Taksim'deki bildik barlardan birinde, elinizde biranız, şarabınız canlı performansını izleyebilirsiniz. Takip etmek için http://www.jehanbarbur.com/ ziyaret etmeniz yeterli.
Kendi deyimiyle gidilen her yerden topladığı ve sürgülü naylon poşetlere doldurduğu sıvı, katı cisimleri var evinde. Kum, taş, cam, yazı, mürekkep, göz yaşı, pas, kahkaha, boya, yün, kıl, tüy, kir, koku..Yalın ayak, yalın akıl çıkılan bir akşamüzeri sefası..
1980 Beyrut doğumlu müzisyenin çocukluğu O daha 2 yaşındayken çıkan savaş sebebiyle zorunlu göç uğrayarak İskenderun'da geçiyor. Piyano çalınan, şarkılar seslendirilen, Fransız şansonları dinlenen bir evde büyüyor. Bilkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı mezunu. 6 yıldır İstanbul'da yaşıyor.
 
Bülent Ortaçgil ve Zuhal Olcay bu incinin günyüzüne çıkmasına önayak oluyor. Barbur, Gece Sesleri ve Sır Gibi dizilerinin müziklerini seslendiriyor. Şimdilerde "Hayat" adlı albümünün heyecanı ve hareketliliğinde.
Bir sergüzeştin eteğindeki taşları, çiçekleri, ıhlamur ağaçlarını, kırılmışlıklarını, coşkularını dinlemek isteyenler bu kadife sesi ıskalamayın..
Hülya Meral






























































































































































































































RÜZGARIN KANATLARINDA: BOZCAADA


Rüzgarın kanatlarında uçtum, gelincik şerbeti ile soluklandım, pencerelerinden üzüm salkımı, begonvil, zakkum sarkmış sokaklarında şarap tattım. Feribot iskeleden ayrılırken kendi kendime "üzülme, nasılsa artık bir ayağın burada olacak" dedim.
Uzun zamandır yapmayı planladığım Bozcaada gezim nihayet gelip çatmıştı, valizimi hazırlarken epey zorlandım. Bir haftanın bir diğer haftaya benzemediği, yazın 250- 300 gününü poyrazla bütünleşerek geçiren Bozcaada, ender yaz lodosundan sersemlemişse ne yaparım diye düşünüyor, kalın mı ince mi tercih etmeli karar veremiyordum. Ne çıkarsa bahtıma diyerek çıktım yola.


İstanbul- Çanakkale karayolunu takip ederek sabah 5.00’te Eceabat’a gelmiş, güneşin doğuşunu izleyerek sahildeki pastanelerden birinde fırından henüz çıkmış poğaçalar ve yeni demlenmiş çay eşliğinde kahvaltımı yapmıştım.


Ve nihayet arabalı vapurla Çanakkale’ye geçmek üzere yola koyulmuştum. Çanakkale’den sonra 1,5 saatlik bir yol katederek Geyikli İskelesi’ne gelecek, yaklaşık 35dk.’lık bir feribot yolculuğundan sonra adaya ayak basacaktım.


Benim izlediğim güzergah adaya ulaşım için ilk alternatif. Dilerseniz Yenikapı- Bandırma feribotu ile Bandırma’ya geldikten sonra Biga- Çan- Bayramiç- Ezine- Geyikli güzergahını takip ederek daha sakin ve daha yeşil bir yolculuk da gerçekleştirebilirsiniz. (220 km)


Adaya ulaşım 15 yıl öncesine kadar köhne çıkartma gemileri ile yapılıyorken 1995’te arabalı vapura geçişle birlikte daha konforlu ve düzenli hale gelmiş. 7- 8 saate adada olabiliyorsunuz.


Feribot yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Adaya olabildiğince üstten bakmak için kaptana ait üst güverteye çıkmış, gittikçe yaklaşan kara parçasını nefesimi tutmuş izliyordum. Mitolojiye, biraz da tarihe ilgisi olanlar beni anlayacaktır. Homeros’un, Troya’nın geçtiği topraklardı az sonra ayak basacağım.


Troya Savaşı’nda Yunan donanmasının saklanıp hileye başvurarak tahta atı bıraktığı yer, 3.000 yıl sonra Çanakkale Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız gemilerine sığınak olmuştu. Kimler gelip geçmemiş ki adadan.. Cenevizliler, Venedikliler, Bizanslılar, Osmanlılar..


Az önce ufukta görünen Bozcaada Kalesi’ne bakarken kalenin zengin geçmişi gözlerimin önüne geliyor, üzerinde yaşayan medeniyetlerin bıraktığı izleri hayal etmeye çalışıyordum. Tüm bu halklara barınak olan ve yüzyıllarca güvenliği sağlayan bu ihtişamlı kale uğruna nice halklar seferlere çıkmış, yoğun mücadeleler vermişti.


Kalenin önünde 600 yıl önce oturup güneşi batıran cengaverlerin yerinde bugün, oturup soluklanabileceğiniz küçük çay bahçeleri vardı. Bir zamanlar asmalı bir kapıyla girilen kaleye şimdi sabit bir köprü üzerinden giriliyordu.

İçinde yıllar önce Türk ahalinin yaşadığı ve iki caminin olduğu kale içi, şimdi neredeyse bomboştu sadece ada çevresinden çıkarılan amforalar ile çok sayıda mezartaşı ve tarihi eser sergileniyordu.
Kuyruklu piyanoya benzeyen ada

 

Ada’nın kuzey yönü olağanüstü görüntüsüyle Gökçeada ve Çanakkale Boğazı’na, güneydoğusu masal gibi mavisiyle Assos, Midilli ve Edremit’e bakıyor. Şemsettin Sami’nin deyimiyle üstten bakıldığında kuyruklu piyanoya benzeyen Bozcaada, Gökçeada (eski adıyla İmroz) ve Marmara Adası’ndan sonra 3. büyük ada ve köyü olmayan tek taşra ilçesi. Yüzölçümü 40 km, sahil şeridi 34 km.

İskele Caddesi’nden meydana doğru yavaş yavaş yürüdüğünüzde duvarları üzüm salkımlarıyla süslenmiş rengarenk cafeleri, öğlen sıcağında meydandaki çay bahçesinde serinlemeye çalışan ada halkını görüyorsunuz.


Adanın merkezi halk arasında ikiye ayrılıyor. Sağa tarafa doğru yürüdüğünüzde Cumhuriyet (Rum) Mahallesi, sol taraf Alaybey (Türk) Mahallesi ama böyle ayrıldığına bakmayın. Her iki halk da yıllardır barış içinde yaşamış, birbirine kız alıp vermelerle, bayramlarda gelip gitmelerle, çocukken oynanan oyunlarla ortak bir barış kültürünü yerleştirmiş ve bu gelenek hiç bozulmadan yıllarca süregelmiş. Bu açıdan da örnek bir kültüre sahip.


1455’te Osmanlı egemenliğine giren adada Hristiyanlıkla Müslümanlık, Rumca ile Türkçe ilk kez birarada barış içinde yaşamaya başlamış.

Nüfus, savaş ve anlaşmalarla bir inip bir çıkmış. Pek çok ada sakini istemeye istemeye burayı terk etmek zorunda kalmışsa da nüfus sabitlenmiş, şimdilerde 2.000 dolaylarında seyrediyor.
Her ev ayrı bir sanat eseri


İlk durağım şirin lokantaların ve cafelerin, her biri ayrı bir sanat eseri evlerin önünden yürüyerek bulduğum Rum mahallesindeki Rengigül Sanat Galerisi oldu.

Sahibi Özcan Hanım yaklaşık 30 sene önce adaya gelmiş ve kendi deyimiyle ilk bakışta aşık olmuş. Randevusuz gitmeme ve gerçekleştirdikleri workshopu bölmeme rağmen son derece anlayışla karşılayarak galeriyi ve bahçesini gezmemi sağlayan Özcan Hanım her noktaya ayrı bir renk katmış..


Belirli tarihlerde resim, fotoğraf ve heykel sergileri açıp sanat sohbetleri yapılan galeride pansiyon hizmeti de veriliyor. Rengigül’de yer bulmak biraz zor olsa da görmeden ayrılmayın derim.

Ardından hemen ilerisindeki, ününü önceden işittiğim Ada Cafe’de gelincik şerbeti içmek istedim. Soluklanırken 1999’da adada çekilmiş Güle Güle ve Eylül Fırtınası filmleri geldi aklıma. Şöyle bir bakınca sinema dekoru içinde dolaşıyor gibi hissettim. Tam bir panorama. Ne şans!


Üzüm ve bağcılık olmazsa Ada da olmaz

Ada Cafe’den biraz kıvrılınca kulağıma gelen bir fısıltıyı takip edip bu yıl mahsülü iyi olması beklenen Çamlıbağ Şarapevi’ne doğru ilerledim.
Sahibi Haşim Yunatçı kimya mühendisi. 500 yıl boyunca adada Türkler ve Rumlar barış içinde yaşıyor olmasına rağmen şarapçılık dinsel nedenlerden dolayı yıllarca Rumların tekelinde kalmış.
Haşim Bey’in dört kuşak önceki dedesi 1925’te bir Rumdan aldığı imalathanede ilk müslüman olarak şarap üretmeye başlamış ve şaraplarının ünü bu zamana kadar gelmiş.
Haşim Bey’in önerdiği birkaç şarabı tattım ve hem kendime hem arkadaşlarıma satın almayı ihmal etmedim. Elbette sadece burasıyla sınırlı değil, çevre sokakların her birinde farklı kalitelerde çeşitli şarapları tatmak ve satın almak mümkün.


Bağcılık adanın olmazsa olmaz geçim kaynağı, kıtlık ve savaş zamanlarında başka bitkiler yetişirmeyi de denemişler ancak bu iklime ancak üzüm dayanabilmiş.

Pek çok çeşidin yanısıra özellikle “çavuş üzümü” yörenin emsalsiz mahsüllerinden. Olgunlaşmasını rüzgara borçlu bu üzüm, 100 yıllık geçmişe sahip.
Eski yerleşiklerin söylediğine göre İtalyanların “prenses”i, olgunlaştığında iri, kütür kütür olurmuş ve pek nazlıymış, beklemeye tahammülü yokmuş, 2 haftada tüketilmezse pörsür çöpe gidermiş.

Begonvillerle, zakkumlarla, akşamsefalarıyla coşmuş pencereler
Sokaklarında dolaşmak biraz yormuştu ama begonvillerle, zakkumlarla, sardunyalar ve akşamsefalarıyla coşmuş pencereleri fotoğraflamak, buraların havasını teneffüs etmek ve ada halkıyla sohbet etmek daha ağır basıyordu.


Bozcaada’nın enteresan tarafı uzaktan baktığınızda ağaçsız ve bozkır gibi görünüyor ancak ayağınızı bastığınız an sizi içine alıyor, sokaklarında dolaşıp sindirdikçe o da sizi benimsiyor, batıya ve güneye doğru gittikçe çeşitli tonlardaki mavisiyle buluşturuyordu sizi.


Bağ yapraklarına sarılmış çiğ dolma, patatesli kalamar yahnisi iştah kabartıyor


Nihayet acıkmıştım ve dört tarafı deniz olan yerde burnum beni nereye götürürse onu takip ediyordum. Adada mevsimine göre karagöz, mercan, levrek, sinarit, barbunya, kefal, istavrit, uskumru olabiliyormuş. Benim tercihim Şehir Restoran’da karides güveç, yengeç bacağı ve lezzetine doyamadığım, yediğim balık kadar lezzetli acılı ezme, sabah toplanan yaprağa sarılmış dolma ve patlıcan salatası oldu. Restoranın mutfağında yeni tutulmuş deniz börülcesi ayıklanıyordu ama zaman sıkıntım olduğu için artık bir sonraki gelişime diye iç geçirdim..


Limanda 3.neslin işlettiği 40- 50 senelik balıkçı lokantaları da mevcut ancak isimlerinin ün yapmış olmasından olsa gerek biraz pahalı. Önerim, onlar kadar mütevazı ama henüz isim yapmamış lokantaları denemeniz. Daha bol porsiyonları daha uygun rakamlara yine aynı kalitede tadabilirsiniz.


Balığın yanında bağ yapraklarına sarılmış çiğ dolmayı her yerde bulabilirsiniz. Patatesli kalamar yahnisi de yine iştahınızı kabartan bir tat olabilir. Bir adalıdan öğrendiğim detay, evlerde yapılan mantı kıyma ile değil, pirinçle, bulgurla veya cevizle harçlanıyormuş. Yokluk ve yoksunluk dönemlerinden kalma bir yaratıcılık diyor konuştuğum kişi. Bulabilirseniz ilginç bir lezzet olabilir.

Börülceden kuzukulağına her çeşit bitkiyi bilen ada kadınları oldukça maharetli
Bozcaada’da nerdeyse herşey zeytinyağı ile pişiriliyor. Yemekler etten çok sebze ağırlıklı. Sarımsaklı- sirkeli börülcesi ve salamurası dillere destan. Ada’nın erkekleri balıkçılıkta ne kadar uzmansa kadınları da yabanıl otlarda o kadar maharetli. Sabahın serininde kalkıp mantar, kuzukulağı, labada, yumurtaotu, ebegümeci, eşekotu, gelincik, şevketibostan toplamaya çıkıyorlar. Özellikle Rum kadınların hindiba ve ısırgandan yaptığı zeytinyağlılar rastgelirseniz denenesi.


Bu kadar yedikten sonra yediklerimi eritmeye gelmişti sıra. Elimdeki Bozcaada haritasına bakarak adanın kalan diğer yüzünü de keşfe koyuldum. Bu haritalardan adanın muhtelif yerlerinde bulabilirsiniz, son derece açıklayıcı.


Araba ile 10 km güneye ilerlediğimde olanca sakinliği ve duruluğuyla Ayazma Koyu çıkmıştı karşıma. Burası adanın en popüler ve sezonda en kalabalık koyu. Yunanca "hagiasme" kelimesinden gelen Ayazma, kutsal su anlamına geliyor.
Türkiye’nin birçok bölgesinde doğal su kaynaklarının olduğu yerlere bu isim veriliyor. Gençlerden oldukça rağbet gören Ayazma tepelerinde özellikle gün batımında, denize bakan manzaraya karşı bir ağaca yaslanarak oturmanın ve bir kadeh şarap içmenin keyfine doyum olmadığı söyleniyor. Buradaki çeşmeden bir kez su içenin artık adalı olacağına dair bir efsane de anlatılanlar arasında.

Manastırdaki dilek mağarasında mum yakıp adak adanıyorAyazma’da 36 manastırdan 2 manastır bugüne kadar dayanabilmiş. Bunlardan biri Rum Ortodoks cemaate ait. Biraz unutulmuş ve bakımsız kalmış olsa da 26 Temmuz’da kutlanan Rumların Aya Paraskevi günü oldukça hareketleniyormuş. Kalabalık bir grubun Ayazma’da toplanıp eğlendiği bu güne halk arasında Ayazma Panayırı deniyor.

 
Manastırın alt kısmında bir dilek mağarası var. Ziyaretçiler burada mum yakıp adak adıyorlar, taştan ve çalı çırpıdan dileklerini sembolize edecek şekiller yapıyorlar. Mağaranın içindeki üst üste dizilmiş taşlar, hayallerdeki ev ve arabaları anlatıyor. Şu ana kadar dilek dilemediğim ağaç kalmadı ama buraya kadar gelip de dilek dilememek olmazdı..:)


Plajda henüz sezon açılmamıştı ancak kıyıdaki lokantalar çoktan bu sezon gelecek misafirleri için hazırlık yapmışlardı. Temmuz ve Ağustos’ta Ayazma’da su oldukça soğuk oluyormuş, Eylül’le birlikte ısınıyormuş ama ben dayanamadım ayaklarımı soktum. Deniz benim için önemli diyenlerin bu tarihte adayı ziyaret etmesini salık veririm, sahiden serindi.

Ayazma’nın biraz ilerisindeki Sulubahçe ve daha ilerideki Habbele koylarında da denize girilebilir. Habbele’nin denizi kadar sakinliği de huzur verici. Tuzburnu, Çayır, Ova, Mermerburnu Mevkii de dalgasız, pırıl pırıl suyu ve kumuyla akvaryumda denize giriyor hissini yaşamanız için ideal diğer koylar.


Yeldeğirmeni yerine rüzgar santrali
Habbele plajında ayaklarımı biraz denize sokup serinledikten sonra eşsiz günbatımını yakalamak için adanın batısına, Polente Feneri’ne doğru ilerledim.

Gelmeden önce incelediğim kitaplardaki XX. yy.’ın başlarında çekilmiş fotoğraflarda yeldeğirmeni görünüyordu ancak şimdi gidip gördüğümde yerine rüzgar santrali yapılmıştı.


Rüzgar ve elektrik üretimine ilişkin büyük çaplı enerji yatırımları için önemli bir "cazibe merkezi" olan Bozcaada Türkiye'nin en çok rüzgâr alan bölgelerinden. Özel sektör tarafından yap- işlet- devret statüsüyle kurulmuş santralin girişindeki mühendislerden aldığım bilgiye göre 17 adet türbin yılda 35 milyon kilowat saat elektrik üretiyor. Aynı enerjiyi üretecek bir kömür santraline göre türbin başına 82.000 ağaca eşdeğer oksijen tasarrufu sağlanıyor.

Türbinlerin sadece bir tanesi adanın enerji ihtiyacını karşılamaya yetiyor, geri kalan da karşı kıyılardaki yerleşim yerlerine denizaltından bağlanıyor.


Polente Feneri’ne günbatımı turları
Rüzgar güllerinin ilkinin önüne gelip fotoğraf çekebiliyorsunuz ancak daha fazla ilerlemek yasak. Sebep olarak rüzgar güllerine sprey boyayla yazı yazılması gösteriliyor ancak ziyaretçiler rüzgar güllerinin aşağısındaki Polente Feneri’ne giderek günbatımını seyretmek için alternatif bir yol bulmuşlar bile. Hatta arabası olmayanlar için “Gün Batımı turları” da düzenleniyormuş.


Rüzgarın kanatlarında güneşi batırdım
Bölgede inanılmaz bir bitki çeşitliliği hakim. Yürüdükçe burnumu mest eden ıtırlı yabani kekik kokuları rüzgarla birleşip etrafa bir koku fayihası salıyordu. Nihayet bu büyüleyici anın tadını çıkararak alternatif yoldan Fener’e yakınlaşmayı başarıyorum. Güneşin usul usul kendini çekişini, rüzgarın kanatlarında büyük bir keyifle izliyor, yapay ışığın olmadığı bu etkileyici atmosferi unutmamak üzere zihnime kaydediyordum.


Eminim Bozcaada’ya bir sonraki seyahatim çok uzak bir zamanda olmayacak..
Hepinize bol seyahatli, keyifli günler..
YAPMADAN AYRILMAYIN
1- Adadan ayrılmadan meydandaki domates reçeli satan dükkanlardan alışveriş yapmayı unutmayın. Daha çok Rum ailelerin misafire çıkardığı ve soğuksu ile veya erik konyağıyla bir seramoni halinde sunulan reçelin içinde taze badem var. Yapılışı epey zahmetli. Domates soyulup kireç kaymağında bekletiliyor, suyu sıkılıp bademleniyor ve en sonunda şerbetlenerek kavanozlara dolduruluyor. Mis gibi bir kokusu var, tadı ayva ile erik karışımı, kahvaltılarınız için alternatif olabilir.


2- Şayet haftaiçi adadaysanız Çarşamba günleri kurulan Ezine pazarını ıskalamayın, tam kalenin önünde kuruluyor. Ezine peyniri ve zeytinin yanısıra taze, çeşit çeşit sebze bulabilirsiniz burada.


3- Adayı bisiklet kiralayarak da dolaşmanız mümkün ancak yürüyerek daha çok tadını çıkarabilirsiniz.

"İnsan bir yere -adaya, kente, dağa aşık olabilir mi?
Eğer olabilirse bizimki ilk bakışta aşktı. "
Adaya ilk kez eşi ile 1988’de gelen Bozcaada aşıklarından gazeteci- yazar Haluk Şahin, “İnsan bir yere -adaya, kente, dağa aşık olabilir mi? Eğer olabilirse bizimki ilk bakışta aşktı.” diyor.


Bozcaada’da insanın takvime ihtiyacı olmadığını dile getiren Şahin “Adanın doğasını iyi tanıyan biri, şöyle bir çevresine bakınarak, havayı koklayarak, seslere kulak vererek hangi ayın hangi haftasında olduğumuzu size söyleyebilir. Bağları görmese bile, çiçeklere, otlara bakarak..Pembe, kırmızı, mor anemonlar mı yayılıyor tepelerde, ilkbaharın başındayız demektir. Diyelim Mart’ın ikinci haftasında..Havada “kum zambağı” kokusu mu var, Ağustos’un ilk haftasıdır, yaz adamakıllı olgunlaşmıştır” diyerek adayla ne kadar içiçe yaşadığını her daim dile getiriyor.


Yazı ve Fotoğraflar: HÜLYA MERAL
https://twitter.com/hulyameral