london etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
london etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayati Ucuza mal edip verimli yasamaya calisan Ingilizler

Bir donem ayni dergide yazi yazdigimiz Askim Kapismak'in twitterda paylastigina gozum ilisti dun. Demis ki Askim, 'Hayati en ucuza mal edip en verimli sekilde yasamaya calis.'

Dusundum de, son 3-4 senedir boyle yasamaya karar vermisim. Bu farkindaligi yakalamamda National Geographic belgesellerinin ve Atlas Dergisi'nin payi buyuk..Neden mi? Pekcogumuz su an farkinda olmasak da yakin gelecekte elimizde su an bolca kullandigimiz kaynaklar azalacak, kirlenecek ve biz onlari rahatca kullanamiyor hale gelecegiz, daha cok endustrilesip daha cok harcayip daha cok seye sahip olup daha AZ mutlu olacagiz cogunlukla.

Benim bu farkindaliga ilk uyanisim calisirken inceledigim kredi karti ekstrem ile olustu. Harcamalarimin ne kadarinin hangi sektore gittigini gosteren istatistiksel ekstrede yuzde 75'lik kisim ile tekstil basi cekerken yuzde 20'lik kisim restoran, yiyecek icecek olarak gorunuyordu. Birden bir ampul yandi. Ne icin ve kim icin bu harcamalar ve sahiden gerekli mi? Ustelik tum dunya genelinde ekonomik kriz kapida beklerken.

Kriz zamani 'Alin verin ekonomiye can verin' reklamlarina hafif gulumsemistim. Biz harcamaliyiz ki cark donsun. Peki neden harcamaliyim? Neden harcamalisin?

Hadi hanimlar kendinize itiraf edin, gardrobunuzdaki pek cok seyi giymiyorsunuz, hatta bazilari etiketiyle duruyor (bir gun giyilmek uzere). Beyler biraz daha temkinli, en azindan kiyafet alisverisini kadinlar kadar abartmiyor.

Dolabimizda duran siyah ayakkabi aslinda yetiyor ama rugani da olmali, biraz acik siyahi da, koyu grisi, hatta sueti ve simdi cikan zincirli nubuk olandan da.. Boylelikle cark donuyor. Ekonomistler en iyisini bilir elbette ama onlarin da kafa karisikligi olduguna eminim. Keza Marx'in Dan Kapital'i surekli onumuze gelip durmazdi.

Sadece 1 valiz esya ile yasiyorum

Nerdeyse 1 senedir Ingiltere'de, farkli bir dil konusan, farkli kulturden gelen insanlarla yasiyorum, zamanimin cogunu onlarla paylasiyorum. Yanimda sadece bir valiz esya ile..ve emin olun bu bana yetiyor. Cunku bu ulkede insanlar kiyafetlerine gore degerlendirilmiyor. Doktora gittiginizde Turkiye'deki gibi doktor oldugu icin ayricalikli oldugunu dusunen ve hastayi kucumseyen, kasilan doktorlar (tabii ki genelleyemeyiz) degil de sortuyla, tshirtuyle, yakasindaki unvana aldirmadan yaptigi isi, diger isler gibi siradan goren insanlarla karsilasiyorsunuz. Bir sirketin genel muduru rahatlikla metroyu kullaniyor. Bisikletle parlemento binasina gelen burokratin sayisi az degil.

Turkiye'de ise cevremizdekilerle daha iyisine sahip olma yarisi icersindeyiz. Bir marketing konferansinda konusmacilardan biri tuketim aliskanliklarimizdan bahsederken artik tuplu televizyonun hicbir evde kalmadigindan cunku plazma, lcd, hd televizyonlarin hanimlarin salonunun sikligini tamamlamasi gerektiginden (!) ve bu pazarda satin alma hizinin gitgide arttigindan soz etmisti. Bu bence cok acik bir ornek. Hem kadinlarin satin alma karari acisindan nerede durduguna, hem de satin alma gucune iliskin ipuclari veriyor.

Azerbaycanli bir arkadasim durumun kendi ulkesinde de ayni oldugunu, insanlarin evinde gerekirse sogan yedigini ama disari cikarken digerlerine sik gorunmek icin yaris halinde oldugunu soyledi.. :)

Ne kadar cok 'sey' sahibi olursak o kadar cok istiyoruz aslinda. Az seyle yetinme yetisi (bana kalirsa) gelismis ulkelerde daha yaygin. Ne kadar az seyi varsa daha cok isteyen milletler, genellikle elde etmek istediklerine henuz ulasamamis, bu arayi kapatma yolunu herseyi satin alarak saglayabilecegini dusunen Turkiye gibi az gelismis ulkeler. Bir Arap arkadasim cantasinda neden iki adet Iphone tasidigi soruldugunda 'hiiiic, oyle, canim istedi, aldim' cevabini vermisti. O ana kadar ikinci telefonu is icin kullandigini dusunmustum..

Oncelikler ve sahip olma yontemi farkli

Ingiltere'de, Turkiye'deki gibi kredi kartina 12 taksit sistemi olmadigindan ve pekcok kisi gelecek ay odeyecegi mortgage primini dusundugunden para varsa harciyor yoksa gelecek ayi veya christmas zamanini, sevgililer gunu indirimlerini bekliyorlar. Paralarini save edip Boxing Day'de (yilda bir kez, 26 Aralik'ta tum magazlar yuzde 50-70 indirime giriyor) toplu alisveris yapiyorlar. 18 yasini asan herkes kendi parasini kazandigindan, butcelerinin yettigi olcude alisveris yapiliyor. Her gencin elinde Iphone yok, varsa da kendi kazandiklari, biriktirdikleriyle aliyorlar. Oncelikler ve sahip olma yontemi biraz farkli.

Insanlar nasilsa yillik odedik, sinirsiz diye suyu dusuncesizce kullanmiyor. Markette plastik poset kullanmak yerine yaninda bez canta tasiyor. Ise araba ile gitmektense bisiklet veya underground (metro) kullaniyor, her turlu atik kagit/karton, cam, gida ayri ayri cop arabalari tarafindan alinip ayri yerlerde inhibe ediliyor veya donusturuluyor. Ornegin plastik sut sisesini cope sicak su ile eritip sikistirmadan attiginizda karsinizdaki Ingiliz'in yuz ifadesi degisebiliyor, aliskin olmadiklari icin sasiriyorlar.

Yemek yemek onlar icin basat bir sorun degil. Bizler gibi evde yemek yeme kulturu yok. Hele hele Turk mutfaginda her gun pek cok evde 2-3-4 cesit yemek pistigini duyunca nasil yani? diyorlar. Ingilizlerin marketten aldigi hazir sandvic, aksam yemegi oluyor. Yemek hazirlayacaklari surede kitap okumayi, haberleri izlemeyi, film izleyip dinlenmeyi tercih ediyorlar.

ve basta sozunu ettigim cumleye donersek, Ingilizler ozellikle Londra'da hayat cok pahali oldugu icin, hayati en ucuza mal edip en verimli sekilde yasamaya calisiyorlar. Kiyafete, takiya, cantaya devasa paralar odeyeceklerine esleri, sevgilileri ile mutlaka bir film, tiyatro, muzikale gidiyorlar. Yasli veya ortayas ustu kesim ise kolunda ilac torbasiyla dolasacagina, esini koluna takip bir restoranda sarabini icip yemek yiyip sohbet ediyor, sonra da tiyatrosuna geciyor..

Bana gore 'verimli yasamak' ile sana gore 'verimli yasamak' farkli anlamlar ifade edebilir, bu yazi sadece donup kendine, onceliklerine bakman icindi.. :)

Londra'nin Halk Pazari Borough Market- London Bridge


Londra'da gunler o kadar hizli ve yogun geciyor ki bloga yazi eklemeye vakit bulamiyorum. Kuzeyde olmamizin etkisinden midir bilmiyorum ama burada yasayanlarin ortak fikri 24 saat 12 saat gibi geliyor. Bir sabah uyandiginizi biliyorsunuz bir de aksam uyudugunuzu. Bunun yaninda zamanini iyi yonetenler icin Londra'da yapilacak yuzlerce sey var. Ustelik bunu yapmaniz icin cebinizde milyon pound olmasi gerekmiyor.


Iste bunlardan biri Londra'da market yani halk pazari gezmek. Turkiye'deki gibi tenteler, pazarcilarin naralari yok burada elbette ama fresh bir kalabalik, orada bilincli bulunan ve saglikli beslenmeyi yasam bicimi haline getirmis insanlarla dolu marketler.


Sen hala gormedin mi diyen arkadasimin onerisini dinleyip bu marketlerin en unlulerinden London Bridge istasyonunun hemen altindaki Borough Market'e yuruyorum, ahmakislatan ama yanimda sohbetine doyamadigim cok sevgili arkadasim Yildizla.



Yildiz Londra Hilton'da yiyecek icecek departmaninda. Dolayisiyla gezerken ilk kez gordugum meyve ve sebzelerin, soslarin, zeytinyaglarinin ilk tanitimini O yapiyor bana :) Mesela hemen ustteki cicek domatesin. Farkindayim, 'ben hormonluyum, beni yeme diye basbas bagiriyor goruntu itibariyle ama cok sirin gorunuyorlar- tabii ki satin almiyorum :) )

Hemen yan tezgahinda cesit cesit zeytinler.. Ingiltere'de Turk mahallesi Haringey ve Wood Green civarinda oturmuyorsaniz hakiki zeytin bulmaniz zor, burada zeytin sarabin yaninda yiyebilmek icin kokteyl zeytin olarak satiliyor, kahvaltida sadece ekmek, yag ve sutlu cay yani serial breakfast tukettikkerini hatirlatmaliyim..Erik seklinde bile zeytin var. Yan kovada dolma, kurutulmus domates, zeytinyagli mantar gibi aparetifler mevcut.


Zeytinlerin iriligi ve esit boyutlari bir yana soslarina bayildigimi belirtmeliyim.



Cesit cesit mantarlar..Kizartinca kokusunun doner kokusundan farki yok, istah kabartici.. Mutfakta Yetenekli Ingilizler icin :))


Hanimlar bilir, pek cok kullandigimiz kremin icinde bu meyvenin ozunu kullaniyorlar. Tadini bilmiyorum, denemedim. PAssion fruit !


 ve ilk kez gordugum meyveler, 2 yillik kilom kadar peynirler, cheddarlar, manchego cheeseler...


Taptaze ve kocaman ahtapotlar, yilan baligi, yengecler ve onlarcasi...


Midyeyi mideye indirmek buyuk keyif de arkadas tatli mi eksi mi tuzlu mu nasil bir turlu soyleyemedi :)


Marketten goruntuler..
Mantarlar..


Ne oldugunu bilmedigim ama makarnaya rendelenen, 10 gun icersinde tuketikmesi gereken ustune Smell Me yazan, toprak altindan ozel bir yontemle cikarildigini tahmin ettigim, taaa Italyalardan gelen arkeolojik eser benzeri yiyecek..Oldukca da pahali. Bilenler aliyor tabii...




Londra'ya gelirseniz buraya ozellikle haftasonlari sabah erkenden ugramayi deneyin, yan sokaklarindan birinde kahve veya sicak cikolata icip cookies yiyin :))

Bol keyifler


Londra'da Sweet November !

Sonbahar, yesilden sariya donen yapraklar, huzun, kis mevsimine hazirlik. Birbirinden farkli anlari ve duygulari yasatiyor bu serseri mevsim bize. 


Bir yagmurdan sirilsiklam oluyoruz,nbir ruzgar esince icimiz urperiyor. Gunes soyle bir goz kirpip kaciyor, adeta bizle kafa buluyor.


Yine en guzel olmasa da en tatli mevsim sonbahar..


Her sehrin her kara parcasinin oldugu gibi Londa'nin da bir sonbahar gunlugu var. 
Yine yolum sehrin icindeki vahalardan St. James's Park'a dustu. Koskoca yazin yarisi bu parkta gecmisti. (yarim saat boslukta bile kolaylikla gelinebilir bir noktada) 



Hava hafif isiriyor ama cantamizda semsiye, eldiven, sal bilimum techizatla hazir gelmisiz :))


Yaza oranla turist sayisi bir hayli azalmis, sanki bu haliyle daha duru..


Yesilden sariya kizila donen bu mevsimde Londra'da bulunma firsatiniz varsa St. James's Park'a ugramadan donmeyin. Hatta parkin sonundaki Buckingham Sarayi'na da ugrayin. Kralice ELizabeth'in yasadigi bu sasali saray kralice sarayda olmadigi zamanlar ziyarete acik oluyor. 


TAKSİM GEZİ PARKI VE BİRİKİM

Ben bu yazıyı Londra’nın bir köşesinden yazarken dün geceden beri Taksim Gezi Parkı ile başlayan, parkın yerine AVM yapılmasını protesto eden ve protestoculara ‘sert’ şiddet uygulayıp biber gazı sıkan polisin ve buna ek olarak ortalığı duman eden provakatörlerin süregelen çatışması sürüyor. 



Polis müdaheleyi durdurduk dese de Başbakan’ın 3 gündür ikamet ettiği Dolmabahçe’deki konutunun semti Beşiktaş’ta, olaylar tüm hızıyla yayılmaya, körüklenmeye devam ediyor. Toma’lar halkın üzerine yürüyor, halk ise polise karşı kaldırım taşlarını söküp barikat kuruyor..


Gezi Parkı, dün akşamüstüne kadar, yani polis müdahalesinden önce, son derece sessiz bir parktı. Bir süre önce alınan Park’ın yıkım kararının açıklanmasından sonra, 2-3 aydır birkaç sanatçının ‘park’, ‘doğa’, ‘doğanın simgesi’ adıyla twitterda anımsattığı, birkaç doğa gönüllüsü sivil toplum kuruluşu ile parkın bir köşesinde sessizce yıkımın protesto edildiği ‘insancıl’ bir alandı.



Dün gece twitter’da ne var ne yok diye baktığım an, hele ki ‘Türk Baharı’ tümcesini gördüğüm an yıkıldığım andı. Özetle; polis protestoculara saldırmıştı, Taksim yerle bir olmuştu ama hiçbir televizyon kanalında görüntü ve haber verilmiyor, sadece Halktv ve bir Norveç kanalı canlı yayın yapıyordu. 



Sosyal medyada örgütlenen ve birbirinden haber alabilenler konuyla ilgili bilgi sahibi olabiliyordu. (Bir an George Orwell’ın 1984 kitabını anımsadım..) Elbette bir yığın asparagas haber de yayılıp durumu körükledikçe körüklüyordu.



Çıkan hengamede yakılan yıkılan dükkanlardan, biber gazından zarar gören çocuk ve yaşlılardan, görevini yapmaya çalışırken yaralanan basın mensubu arkadaşlarımızdan sosyal medya aracılığıyla haberdar olabildik.

Hürriyet Gazetesi fotomuhabiri Selçuk Şamiloğlu

Nitekim bugün itibariyle olaylar ve protestolar Hatay’dan İzmir’e, Ankara’dan Samsun’a Türkiye’nin pek çok şehrine ve Avrupa’ya yayılmış durumda. Son aldığım ve henüz teyit edemediğim habere göre polis yürüyüş yapanları ABD ordusunun Vietnam savaşı’nda kullandığı portakal gazı ile püskürtmeye başlamış.


Gezi Parkı ve birikim


Birkaç saat öncesinde Londra’da yaşayan Avrupalı, Ortadoğulu, Asyalı arkadaşlarıma Türkiye’yi, İstanbul’u, Taksim’i anlata öve bitiremezken ve gözlerinde canlandırdıkları bu büyülü resmi bir de yerinde görmeleri gerektiğini salık verirken, twitterda okuduklarımdan ve İngiliz televizyonlarını izledikten sonra yaşadığım hayal kırıklığını kelimeye dökmek çok zor.



Meselenin sadece Taksim’in göbeğindeki tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nın yıkılması ve yerine kurulacak AVM-Rezidans projesi olmadığı çok açık. Birincisi halk, son aylarda yersiz ve haksız yere konan ve kişinin kendi şahsını ve hayatını ilgilendiren yasaklara, Reyhanlı’daki kayıplara, çocukluğundan itibaren kutlayarak yetiştiği ‘resmi bayram’ların kutlanmasının yasaklanmasına, okul kitaplarından çıkarılan Atatürk resmi yerine konan Başbakan’ın fotoğrafına, resmi kurumların isimlerinin başındaki  T.C. ibaresinin kaldırılması ve tartışmalarına ve daha pek çok anlamsız uygulamanın bütününe tepkiliydi.



İkincisi; amaçları sadece parkın yıkımını protesto eden sessiz kalabalığın çadırlarının kaldırılıp, karşı çıkanlara biber gazı sıkılması ve ‘sert’ şiddet gösterilmesiydi. Bana göre ise referandum sonucundan bugüne kadar alınan tek taraflı kararlar sonucu biriken sabır taşının çatlamasıydı. Nasıl ki komşunuzun oğlu kardeşinizin yolunu kesip kardeşinizi dövdüğünde içinize yediremez, komşunun kapısına dikilir hesap sorarsınız, bugün Türk halkı da AKP’ye hesap soruyor..


İngiltere’de yabancı arkadaşlarımla ülkelerin siyasetinden konuştuğumuzda bana Avrupa’nın krizle savaşırken ve krizin yarattığı işsizliğin onları İngiltere’ye çalışmak ve iş bulmak için göçe zorladığını vurgularken, Türkiye’nin krizden hiç etkilenmediğini ve yükselen yıldızının gelecek vaad ettiğini söylüyorlar.


Konu günlük hayata geldiğinde, ülkemde yaşanan alkol yasaklarından, sosyal hayattaki kısıtlamalardan, medyanın istediğini söyleyemediği, yazamadığı bir ortamda gazetecilik yapmaya çalıştığından, %50 seçimle hükümet eden yönetimin ülkenin diğer %50’sini hiçe saydığından ve konservatif bakış açısıyla, kendilerine oy verenlerin fikirlerini ve bu kesimi memnun edeceklerini düşündükleri kararları aldıklarını ve bu temeli dine dayalı bir sistemle oturttuklarından bahsettiğimde gözlerinde başka bir Türkiye canlanıyor.


İtiraz noktası halkın kişisel hayatına müdahale edildiğinde başlıyor


Türkiye’nin ekonomik açıdan çok hareketli bir coğrafyada olduğunu, Ortadoğu’dan giren sıcak paranın ülke ekonomisini şaha kaldırdığını ve sürekli tüketen genç ve çalışan nüfusun sağladığı canlı ekonominin pek yok yabancı yatırımcının ilgisini çektiğini inkar edemeyiz. Ekonomi alsın yürüsün, buna kimsenin itirazı yok.


İtiraz noktası halkın kişisel hayatına müdahale edildiğinde başlıyor. Örnek üzerinden gidecek olursak, İngiltere’de David Cameron alkolün belli bir saatten sonra satışını yasak ediyor ama ‘istediğin mekanda gidip içebilirsin, bunun sorumluluğu mekan sahibinindir’ diyor. Başbakanımız ise bunu yanlış yorumlayıp, yanlış olduğunu düşündüğüm kararlara dönüştürüp apaçık kutuplaşmalara sebep oluyor.


Yine İngiltere’de halkın büyük çoğunluğunun zamanını geçirdiği parkların hiçbirine, mesela Londra’daki Hyde Park’a, Regents Park’a, Greenwich’e, St. James Park’a ne gerek var, yıkalım rezidans yapalım denmiyor. Rezidanslar şehrin merkezinde belli bir bölgede, şehrin siluetini bozmayacak şekilde inşa ediliyor. 

Regents Park- Londra
Oxford Street’teki mağazaları saymazsam Londra’nın göbeğinde AVM bile görmedim diyebilirim. Outlet centerlar da şehre 45 dakika uzaklıkta planlanmış. (Bizdeyse genellikle nerde konut varsa oraya birkaç AVM inşa edelim zihniyetiyle ilerliyoruz) Yeşil alan miktarı çarpıcı büyüklükte olmasına rağmen insanların sporunu yaptığı, köpeğini gezdirdiği, yeşilinde uzanıp kitabını okuduğu, güneşlendiği bu alanlara dokunma fikri hiçbir egoya, hırsa ulaşamıyor.

Olayları an be an izleyen yabancı basının yanı sıra politik çevrelerde de Türkiye dikkatle izleniyor. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın bugün twitter hesabından yaptığı açıklamada ‘Türkiye'deki yetkilileri itidale ve gelişigüzel biber gazı kullanmamaya çağırıyoruz’ denilerek "Her demokratik toplumda temel olan barışçı gösteri ve toplantı özgürlüğüne saygı göstermeleri" istendi.


Tüm bu birikim, bugün Taksim’de, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de ve İstanbul’un ve Türkiye’nin pek çok şehrinde iki gündür izlediğimiz olaylarla bütünleşti ve şimdi somut olarak önümüzde. ‘Üç maymun’u oynamak artık çok yersiz.



Kurtuluş savaşı’nı sırt sırta vererek birlikte kazanmış, bütün olmuş, ötekinin gücünden güç almış milli bir ruhun, bu kadar bölünebileceğine, kutuplaşıp sen-ben-öteki olabileceğine, inanmıyorum, inanmak istemiyorum. Bazı üslup bilmeyen siyasilerin bu kadar olay sonrasında twitterdan ‘sizi bir kaşık suda boğarız ama demokrasiye inanıyoruz’ gibi kendisine oy vermeyen %50’yi ötekileştiren, galeyana getiren söylemlerini çok seviyesiz buluyorum.


Ülke olarak tek sorunumuz yaşadığımız her sosyal ve siyasal sorunda oldu gibi karşılıklı oturup tartışma- konuşma zemini oluşturamamamız ve bir türlü hakkından gelemediğimiz ‘birbirimize karşı engellenemez önyargımız’..Ortak paydada buluşmak ve ‘birbirimizi anlamak’ yerine kapı komşumuza bile ‘öteki’ diye bir ‘merhaba’yı esirgememiz..


Taksim Gezi Parkı bir birikimin eyleme dönüşmüş haliydi ve bence Türkiye için bir dönüm noktası (turning point) idi. Dilerim bugünden sonra olanları sadece bir ‘park’ olarak algılamaktan vazgeçer meselenin aslına inip ekonomik istikrar kadar ‘halkın ruhi istikrar’ını sağlamaya yönelik doğru adımlar atarız.


Hülya Meral



SAATCHI GALERY'DE SOVYET RUSYA'NIN YÜZLERİ


Nihayet Londra’da güneşin tanıdını çıkarmaya başladık. Yine de havasına güven olmayan bu gri şehirde yaşamanın altın kuralı, çantada mutlaka bir şemsiye ve mevsimlik bir ceket bulundurmak. İngilizler güneşi görür görmez  parklara akın etmiş bile. Sokaklarda yüzü güneşe dönük ne kadar cafe varsa her biri hıncahınç dolu. Bu güzel havada yapılacak en güzel şey havanın tadını çıkarıp siesta yapmaktı ama ben şansımı uzun zamandır ziyaret etmeyi planladığım Saatchi Galery’den yana kullandım. 


Londra’nın en işlek meydanlarından Sloane Square’de bulunan, yılda 600 bin kişi ve 1.000 okulun gezdiği Galeri, önceki yıllarda Amerika, Hindistan, Almanya, Çin ve Kore’nin önemli new art sanatçılarının eserlerini sergilemiş. Galeri’nin bu seferki konuğu Sovyet Rusya. 

Geniş bahçesini geçtikten sonra zemin kattan itibaren başlayan 15 galeriyi üst katlara doğru sırasıyla gezmeye başlıyorsunuz.

Saatchi Galery'nin Sovyet Rusya'ya ayrılan galerilerinde, Eski Sovyetler Birliği’nin ardından toplumdan dışlanmış olan suçlular, yoksullar, hayat kadınları, uyuşturucu bağımlıları, evsizlik, kimsesizlik ve şiddet, 18 çağdaş Rus sanatçısının fotoğraf karelerine, tablolarına, eserlerine yansımış.

Ülkelerin politikaları değiştikçe bundan en çok etkilenen o kararları alan bürokratlar değil bilfiil o kararları uygulamak zorunda olan halk olur. 

Komünizmin ülkede çöküşüyle ortaya çıkan karmaşada yaşanan kaotik geçiş süreci ve bunun getirdiği kırılganlık, hiçlik, acı, öfke ve tiksinti, yaralı, orantısız ve kanserli organlarla, kan ve irinli bedenlerle, derin ama yaşlı, hasarlı, ‘rahatsız edici’ vücutlarla, bir teatrallik içinde verilmiş.

Galeri’nin bu bölümünü gezmek hassas mideler için oldukça güç ama sergilenen fotoğrafları gördükçe sarsılmamak mümkün değil. Özellikle komünizm sonrası geçiş sürecinde yaşayan Sovyet Rusya'nın yüzlerinin ilk kez İngiltere’de sergilenebildiğini düşününce..

Bir diğer galeride vücutlarında ağır dövmeleriyle ve çıplak vücutlarıyla Rus hapishanelerindeki tutukluların kan, şiddet, acı içeren fotoğrafları sergileniyor.  Hükümlüler sadece tattoolu vücutlarıyla değil gözleriyle de çok şey anlatmışlar.
Yıllarca müzikal sahnelerinin dekorasyonunu üstlenmiş olan klasik- postmodernist sanatçı Valery Koshlyakov’un 1995’te kartonlar üzerine ‘sticky art’ tekniğini kullanarak çizdiği Paris Grand Palace eseri, sıcak ve etkileyici renkleri ve kullandığı malzeme dolayısıyla ilgi çekici.

İtiraf etmeliyim ki beni en çok etkileyen Galeri 15’te yer alan İngiliz heykeltıraş sanatçısı Richard Wilson’ın geri dönüşümlü petrolü, beyaz duvarlar ve kolonlar içindeki sonsuz açık havuza yerleştirdiği simsiyah petrol havuzu 20:50 oldu. 

Eseri ilk gördüğünüzde aslında tavanda asılı bulunan beyaz zeminin ve ışıklandırmaların yerde olduğunu düşünüyorsunuz ama sonra ışıklandırmanın yönünü fark edip içi petrol, yani sıvı dolu simsiyah cilalı zemine daha doğrusu havuza baktığınızı anlıyorsunuz. 

Alan sanatçı tarafından o kadar matematiksel değerlendirilmiş ki holografik yanılsama yaşamamanız mümkün değil. Sizi kendi içine alıp siz de eserin içinde bir tonmuşsunuz gibi kullanıyor. Kolonlar ve mükemmel açılar sayesinde eserin nerede başlayıp nerede bittiğini fark edemiyorsunuz. Boşuna değil 20:50 ölmeden önce görülmesi gereken 1.000 eserden biri seçilmiş.

Londra'ya yolunuz düşerse sürekli değişen galerileri ve sanatçılarıyla, festivalleri, workshopları ve etkinlikleriyle, sürekli kendini yenileyen dinamizmiyle sanatın içinde sanat yaşatan Saatchi Galery'yi görmeden dönmeyin. 

 Hülya Meral