Mandela: Ozgurluge Giden Uzun Yol filmi Kurtce Altyazi ile Vizyonda


Guney Afrika'nin 27 yil hapis yattiktan sonra secimle basa gelen ilk siyah Cumhurbaskani Nelson Mandela, ABD Baskani Barack Obama dahil dunya liderlerinin ornek aldigi efsanevi bir isim. Gectigimiz Haziran'dan beri tedavi gordugu hastanede, 5 Aralik gunu, hayatini konu alan Mandela: Ozgurluge Giden Uzun Yol filminin galasi sirasinda vefat haberi geldi. Dunyayi yoneten isimler cenazesinde hazirdi. BBC ve CNN cenaze torenini saatlerce canli yayindan verdi. Merakla beklenen filmin Turkiye'de vizyona girmesine ise cok az kaldi. 


Yönetmenliğini Justin Chadwick'in üstlendiği filmde Nelson Mandela'yı Pasifik Savaşı, Prometheus gibi yüksek bütçeli filmlerde rol almış olan İngiliz oyuncu İdris Elba, Winnie Madikizela Mandela'yı ise Karayip Korsanları ve James Bond'un son serisi Skyfall ile dikkat çeken Naomie Harris canlandırıyor. Ancak bu filmde Turkiye icin bir ilk soz konusu. Film ilk kez Kurtce altyazi ile de izleyicisiyle bulusacak. Sinema sektorune Mandela filmiyle hizli giris yapan dagitimci firma MG Beyond'un kurucusu Mehmet Gazioglu 'Filmi  ilk izledigimde Mandela'nin yasadiklarini Turkiye'de Kurtlerin yasadigi seylerle bagdastirdim. ' diyor.



Bir aile sirketiniz var ve isiniz halihazirda surerken siz bir film produksiyon sirketi kurmaya karar veriyorsunuz ve ciddi bir sermaye ile film piyasasina giriyorsunuz. Nereden dogdu bu fikir? 

Demir celik sanayinde is yapiyordum. Babamla konusup baska bir sektore daha girelim dedik. Sanata, sinemaya benim de esimin de ozel bir ilgisi vardi. Evlendikten sonra daha cok ilgilenmeye basladim. Once ufak capli hobi olsun diye girdigimiz bir isti, cizgi film ile basladik ama o kadar cok film aldik ki bir sure sonra capini asti ve normal, ticari bir is haline geldi. 


Filmleri satin aldiktan sonra ticari bir yatirim olarak dusunmeye basladiniz. Ne kadarlik bir yatirim sozunu ettigimiz?


Hic ticari olarak baslamamistim ama rakamlar buyuyunce isin sekli degisti. Su an 2 milyon TL civari bir butce harcamamiz oldu. Bu hafta Berlin Film Festivali'ne gidiyoruz. Begendigimiz isler olursa oradan da elimiz dolu gelebiliriz.


Son yillarda Turkiye'de vizyona giren Turk filmleri Hollywood filmlerinin gise hasilatini gecmis durumda. En son Warner Bros, ayni donemde vizyona giren ve tum dunyada birinci sirada yer alan James Bond'lu Skyfall filmini ikinci sirada birakan Evim Sensin filminin gisesini gorunce Turkiye'yi mercek altina almisti. Sizde hic Turk filmi yok. Neye gore seciyorsunuz getirdiginiz filmleri?


Ben biraz daha costly, yonetmeni olan, insanlara yonelik filmlere bakiyorum. James Cameron'in Captain Harlock filmi var, Justin Chadwick'in Mandela: Long Walk to Freedom'i ve Kate Beckinsale'in rol aldigi Eliza Graves filmi var.  Su an gelecek donemde vizyona girecek 10 filmimiz var. 2014 sonuna kadar yaklasik 8 film vizyonda olacak. Iki film de 2015 icin hazir.



2015'te vizyona girecek filmlerde de yine iddiali isimler mi duyacagiz?

Biri Sean Penn filmi, digeri de New York'ta gecen Carol diye bir film. Cate Blanchett oynuyor. 1950'lerde yazilmis bir romandan uyarlanmis. 

FILM PIYASASI 300 MILYONDAN 700 MILYONA CIKABILIR

Film piyasasindan ne kadar buyuklukte bir pasta hedefliyorsunuz? Her gecen gun yatirimin arttigi, rekabetin bol oldugu bir sektor.


Su an sinema sektoru 300 milyonluk bir sektor. Herkes oradan bir dilim almaya calisiyor. Sektorun biraz daha buyuyecegini dusunuyorum. Yeni gelen Turk filmleri var, Turkiye'ye yapilan yatirimin artacagini dusunuyorum. 300 milyonluk piyasadan 500-700 milyona cikacagini ongoruyorum. Devletten daha fazla insiyatif, tesvik alinabilirse yurtdisindaki gibi milyar dolarlik bir sektor haline gelebilir. 

Turk seyircisine guveniyor musunuz? 

Dugun Dernek filmi su an 4,5 milyon gise yapmis. Ilk izleyenler hic bir zaman 5 milyona yaklasacak demez. Evim Sensin, Hukumet Kadin gibi filmler cok tuttu. MG Beyond olarak hedefimiz bir film studyosu kurmak. 2016-2017 gibi bunu hayata gecirmis olacagiz. Warner Bros filmleri, Spider- Man gibi filmler henuz yok, o tarz filmleri bu studyolarda cekmek istiyorum. 

MANDELA'NIN YASADIKLARINI TURKIYE'DE KURTLERIN YASADIGI SEYLERLE BAGDASTIRDIM

Iddiali bir filmle piyasa giris yapiyorsunuz. Mandela: Ozgurluge Giden Uzun Yol filmi 28 Subat'ta vizyona girecek. Filmi Londra'da Barbican'da izleme firsatim oldu. Mandela'yi ilk kez cocuklugundan iktidar oldugu doneme kadar isleyen biyografik bir film olmasi dolayisiyla da ilk. Oyuncular Idris Elba ve Naomi Harris, Nelson Mandela'yi ve o donem esi olan Winnie'yi buyuk bir ustalikla canlandiriyor.




Ilk Cannes film festivalinde gormustum filmi. Bir Nelson filmi degil kesinlikle. Duygu sizi cekip aliyor ve onemli bir lider, boyle bir ismi sinemada izlemek keyifli oluyor. Inanarak almistim filmi ama Mandela'nin vefat edecegini bilmiyorduk tabii. Ilk gosteriminin oldugu saatlerde olum haberini aldik. Daha once Morgan Freeman'in oynadigi Invictus filmi vardi ancak rugby sporuna yonelik bir filmdi. Bu filmde tamamen Mandela'nin cocuklugu, avukatlik yillari, hapis yillari ve ulkenin cumhurbaskani olusuna kadarki surec isleniyor. Bir insanin nasil ozgurluk savascisi olabiliyor onu goruyorsun. Filmi ilk izledigimde Mandela'nin yasadiklarini Turkiye'de Kurtlerin yasadigi seylerle bagdastirdim. 


Film 120 kopya ile hem Turkce hem Kurtce altyazi ile vizyonda olacak. 
Diyarbakir'da filmin afisleri asildi sanirim.


Filmi Kurtce altyazi ile verelim fikri olusurken, Turkiye'de su anda Kurtlerin de ozgurluk mucadelesi verdiklerini dusundugum icin filmin onlara uyabilecegini dusundum. Keza Mandela'nin vefatinda Abdullah Ocalan Imrali'dan cenazeye cicek yolladi ve taziye mesaji yayinladi. Sirketimizin yapisini buradan kuralim, farkli bir vizyonla baslayalim dedik. Kurtce altyazi Turkiye'de ilk defa yapilacak. Piyasaya farkli girmemiz gerekiyordu. Biz digerlerinden farkli olarak degisik kaptan yogurdumuzu yiyelim dedik. 


KURTLER KENDILERINI OCALAN- MANDELA UZERINDEN OZDESLESTIRIYOR

Kurtlerin kendilerini Ocalan- Mandela uzerinden ozdeslestirdiklerini mi dusunuyorsunuz? 

Aynen oyle. O yuzden bizim marketing stratejimizin icinde Kurtler kesinlikle olmaliydi. Diger vizyona girecek filmlerimizin birinde gerilla marketing yapacagiz ornegin. Oraya ciddi bir butce ayirdik. Amerika ve Ingiltere'de tutuyor, neden Turkiye'de tutmasin. Ne kadar cok salon, avm, film varsa ona gore sinema kulturu artiyor elbette. 


Artik cok farkli bir surecteyiz gerci ama hic risk aliyorum diye dusunmediniz mi ? Turkiye'de bir kesim, Kurt meselesinin cozumu surecinde oldukca kati bir tutum sergiliyor. Ocalan- Erdogan baris gorusmeleri sosyal medyada tepki ile karsilanmisti.


Risk almak zorundaydim. Hic bilmedigim bir sektore girmek de bir riskti. Ilk Kurtce altyazili filmin dagitimini ustlenmek de riskliydi ama risk alamazsaniz para kazanamazsiniz. Turkiye'de 10 milyon Kurt yasiyor. Sinema hobi olarak guzel ama ince detaylari var, altyazisi, dublaji..Ince ince dokunmasi lazim. 


AMERIKA'DA ISPANYOLCA GORDUGUNUZ GIBI TURKIYE'DE DE KURTCE ALTYAZILI FILMLER GORECEKSINIZ

Kurtce altyazi sadece dogudaki illerde yok, Kurtlerin yasadigi pek cok sehre filmin dagitimi yapilacak degil mi?


Yaklasik 30 kopya olarak dusunmustuk. Istanbul'da ve bazi illerde vizyonda olacak, belli seanslarda verecegiz. Amerika'daki her sinemada Ispanyolca gordugunuz gibi Turkiye'de de Kurtce altyazili filmler goreceksiniz, bu kacinilmaz bir durum. Simdi gormeseniz, yirmi sene sonra goreceksiniz. Buna yavas yavas alismamiz gerekiyor. 


Marketing stratejinizi film bazli belirleyeceginizi soylediniz? Neler bekliyor Turk seyircisini?

Gerilla marketing alisilmisin disinda bir strateji. Ornegin The Hunger Games filmi icin Amerika'da bir park kurulmustu. Oyle bir film alirsak filmine gore stratejimizi gelistirelim istiyoruz. Film burda bizim bible'imiz gibi. 

FILMIN GALASINA SADECE DEVLET BUYUKLERINI DAVET ETTIK

Filmin basrol oyunculari Idris Elba ve Naomi Harris ile Mandela'nin ilk resmi esi Winnie Mandela ile kizi Zindzi, filmi Beyaz Saray'da Barack Obama ile birlikte izledi. Ingiltere'de de Kraliyet ailesinin evsahipliginde bir gala yapildi. Hatta Kate Middleton'in filmi izlerken gozyaslarini tutamadigi Ingiliz magazin basininda yer aldi. Turkiye'deki galasi 18 Subat'ta. Siz de galasina Abdullah Gul, R. Tayyip Erdogan ve burokratlari mi davet edeceksiniz? 


Amerika ve Avrupa'daki galalar hep devlet buyuklerinin evsahipliginde gerceklestirilmis. Turkiye'deki galada biz de ayni stratejiyi izlemeye karar verdik. Guney Afrika elciligiyle birlikte bir calisma yaparak bunu gerceklestirmek istiyoruz. Kabinenin, muhalefetin ve diger parti temsilcilerinin davetli oldugu bir gala olacak. Davetliler tamamen devlet buyukleri ve konsolosluklardan olusacak.

Hulya Meral




Al Jazeera Turk artik yayinda !

Dun aksam Ciragan Kempinski Otel'de heyecanli bir topluluk vardi. Dunyanin Ortadogu'daki gelismeleri takip ettigi, 17 yil once yayin hayatina baslayan Al Jazeerea televizyonunun Turkiye ayagi Al Jazeera Turk, altyapisini olusturmak icin 3 yildir buyuk emek sarf ettikleri projenin startini verdi. Bu yill 22 Ocak itibariyle digital uzerinden yayina baslayan Katar- Turk ortak sermayeli topluluk, izledigimiz videolara, dinledigimiz sunumlara bakilirsa teknik altyapisi ve dunyanin dort bir yanina dagilmis donanimli, en az 2 dil bilen genis ekibiyle birlikte medyaya yeni soluk getirecege benzer.


Al Jazeera Turk Haber Direktoru Gurkan Zengin, uc yildir surdurdukleri kurulum asamasi sirasinda Turkiye'de ve dunyada pek cok gelisme oldugunu ama haber yapamadiklarini, soru soramadiklarini ve bu surecin onlar icin zor gectigini belirterek 2015'in ilk aylarinda televizyon yayinina da gectiklerinde yildiz gibi parlayacaklarini soyledi. 


Stratejilerini web merkezli belirlediklerini ileten Zengin: 'Kendimize cok guveniyoruz. Siyasal bagimsizlik var. Tarafsiz ve insan odakli habercilik yapmaya geliyoruz. Bunun Turkiye'de yapilabilecegini gosterecegiz. Medyada deniz feneri olacagiz' diyerek iddiali da konustu diyebilirim cunku 'siyasal bagimsizlik' kismi hala tartisma goturur.

Benim icin Al Jazeera Turk'un medyaya girisinde iki onemli nokta var. Birincisi ABD ve Avrupa medyasi disinda bir oyuncunun, ozellikle Ortadogu'nun her saniye nabzini tutan ve kitalararasi meslektaslarinin referans aldigi veya goruntulu icerik satin aldigi bir medya grubunun Turkiye'de Turkce yayin yapmasini onemsiyorum. Ortadogu gibi bir cografyada ciddi soz sahibi bir grup. 50 ulkede 70'in uzerinde haber burolari var ve bunun Turkiye startini Turkce haber portali ile veriyorlar. Yayinlarin yuzde 40'i haber, yuzde 60'i belgesel icerikli olacak.


Haber Direktoru Gurkan Zengin'in belirttigine gore bir yil sonra yayina baslayacak televizyon'un yeni binasi Istanbul Topkapi'da 20.000m2 uzerine insa ediliyor. Ekip genisledikce ucuncu kez tasinmak zorunda kalan grubun yeni binasinin buyuklugu vizyonlari hakkinda ipucu veriyor zaten. Keza Anadolu Ajansi da ayni strateji ile hareket edip son 1-2 yilda bolgede ve komsu ulkelerde konumunu, ekibini ve ekipmanini zenginlestirdi, gelistirmeye devam ediyor.

Bir diger nokta ise Arapca, Ingilizce ve Balkan dillerinde yayin yapan uc kanalin ardindan Turkce yayin yapacak olan kanalin, Turkce'nin konusuldugu veya anlasildigi (ornegin Kazak ve Ozbekler bizi anliyor ama Turkce konusamiyorlar) cografyaya da hitap edecek olmasi. Kanalin Genel Muduru Ismail Kizilbay, Turkce yayin yaparak ortalama 130-140 milyonluk bir kitleye erisebileceklerinin altini ciziyor. Bu da medyada bolgesel guc olabilme anlaminda onemli.



Onemsedigim ikinci nokta ise, yil boyunca 900'e yakin insan odakli belgesel yayinlayacak yeni bir haber kanalina kavusuyor olmamiz. Neden onemli? Ne yazik ki Turkiye'de belgesel konusunda buyuk bir sikinti var. Malzemenin bu kadar bol oldugu bir cografyada yillardir 'toplum magazin seviyor, belgesel izlemez' dendi, nihayet bu cumlenin fazlasiyla onyargili oldugu anlasildi. Zira son zamanlarda daha nitelikli belgeseller izleyebiliyoruz ama yine de yetersiz.

Itunes Store gectigimiz yil Turkiye'den de urun satisina baslamisti, alim hizi bir anda patlama gostermese de onumuzdeki donemde bireysel olarak pek cok belgesel satin alacagimizi ve bunun gitgide yayginlasacagini dusunuyorum. 

Ingiltere'nin devlet televizyonu BBC'nin hazirladigi pek cok belgesel birkac milyon sterlin harcanarak, uzun bir periyodta, yuksek cozunurlukte kaliteyle ve zengin bir icerikle izleyiciye sunuluyor. Turkiye'de bu tarz belgeselleri yayinlamak isteyen kanallar, bu belgesellere cok ciddi rakamlar odeyerek Turk izleyicinin begenisine sunuyor. 

Turkiye'de de Al Jazeera Turk citayi yukseltecege benzer keza simdiden merakla izlemeyi bekledigim, askerligini Guneydogu'da yapmis, PKK ile Gabar Dagi'nda Kandil Dagi'nda sicak catismaya giren gazi askerlerin 'savas psikolojisi' ile surdurdukleri hayati, travma sonrasi yasadiklari stres bozukluklarini anlatan 'Barut Kokusu'nu, Arafat'in zehirlenmesini konu edinen siyasi belgeseli, uluslarin bagimsizlik savaslarina ve ulusal marslarina isik tutan 'Bayraklarin Tarihi' isimli seriyi, Israil gizli servisi Mossad'in, Filistin Direnis Hareketi Hamas'in lideri Halid Mesal'e duzenledikleri ve basarisiz olan suikastin arka odalarini aralayan 'Kill Him Silently' belgeselini, Konya'da Mevlevi dervisligine kabul edilen ilk Israillinin hikayesini, Lubnan'daki seyyar bir nargileciyi anlatarak baslayan Renkli Dunya isimli seri ile kulturlere, geleneklere yolculuga cikmayi vaad eden belgeselleri iple cekiyorum. 


Al Jazeera'nin bir diger medya platformu ise son yillarda jet hiziyla kullanimi artan mobil. Genis ekranda haberi kisaca okuyup ayrintisini gormek veya videosunu izleyip o gun neler olmus diye hizlica bakmak isterseniz bana gore diger mobil internet sayfalarina gore kullanimi daha pratik ve ozgun. Internet hizinin artisiyla birlikte mobil kullanici sayisi kat be katina cikacak. Bu da simdiden grup icin onemli bir adim. Yeni medyayi yasaminin merkezine oturtmus yeni nesile odaklandiklarini gosteriyor.

Unutmadan, Al Jazeera Turk haber portali ile birlikte digital dergisini de eszamanli olarak yayina soktu. Aylik yayinlanan derginin ilk sayisi oldukca basarili. Icerigi zengin makaleler, roportajlar ve fotograflariyla bana Tempo ve Aktuel dergilerini hatirlatti. Al Jazeera Turk tablet simdilik ucretsiz olarak Apple Store'dan veya Google Plus'tan ucretsiz olarak indirilebiliyor.

Hulya Meral



Hayati Ucuza mal edip verimli yasamaya calisan Ingilizler

Bir donem ayni dergide yazi yazdigimiz Askim Kapismak'in twitterda paylastigina gozum ilisti dun. Demis ki Askim, 'Hayati en ucuza mal edip en verimli sekilde yasamaya calis.'

Dusundum de, son 3-4 senedir boyle yasamaya karar vermisim. Bu farkindaligi yakalamamda National Geographic belgesellerinin ve Atlas Dergisi'nin payi buyuk..Neden mi? Pekcogumuz su an farkinda olmasak da yakin gelecekte elimizde su an bolca kullandigimiz kaynaklar azalacak, kirlenecek ve biz onlari rahatca kullanamiyor hale gelecegiz, daha cok endustrilesip daha cok harcayip daha cok seye sahip olup daha AZ mutlu olacagiz cogunlukla.

Benim bu farkindaliga ilk uyanisim calisirken inceledigim kredi karti ekstrem ile olustu. Harcamalarimin ne kadarinin hangi sektore gittigini gosteren istatistiksel ekstrede yuzde 75'lik kisim ile tekstil basi cekerken yuzde 20'lik kisim restoran, yiyecek icecek olarak gorunuyordu. Birden bir ampul yandi. Ne icin ve kim icin bu harcamalar ve sahiden gerekli mi? Ustelik tum dunya genelinde ekonomik kriz kapida beklerken.

Kriz zamani 'Alin verin ekonomiye can verin' reklamlarina hafif gulumsemistim. Biz harcamaliyiz ki cark donsun. Peki neden harcamaliyim? Neden harcamalisin?

Hadi hanimlar kendinize itiraf edin, gardrobunuzdaki pek cok seyi giymiyorsunuz, hatta bazilari etiketiyle duruyor (bir gun giyilmek uzere). Beyler biraz daha temkinli, en azindan kiyafet alisverisini kadinlar kadar abartmiyor.

Dolabimizda duran siyah ayakkabi aslinda yetiyor ama rugani da olmali, biraz acik siyahi da, koyu grisi, hatta sueti ve simdi cikan zincirli nubuk olandan da.. Boylelikle cark donuyor. Ekonomistler en iyisini bilir elbette ama onlarin da kafa karisikligi olduguna eminim. Keza Marx'in Dan Kapital'i surekli onumuze gelip durmazdi.

Sadece 1 valiz esya ile yasiyorum

Nerdeyse 1 senedir Ingiltere'de, farkli bir dil konusan, farkli kulturden gelen insanlarla yasiyorum, zamanimin cogunu onlarla paylasiyorum. Yanimda sadece bir valiz esya ile..ve emin olun bu bana yetiyor. Cunku bu ulkede insanlar kiyafetlerine gore degerlendirilmiyor. Doktora gittiginizde Turkiye'deki gibi doktor oldugu icin ayricalikli oldugunu dusunen ve hastayi kucumseyen, kasilan doktorlar (tabii ki genelleyemeyiz) degil de sortuyla, tshirtuyle, yakasindaki unvana aldirmadan yaptigi isi, diger isler gibi siradan goren insanlarla karsilasiyorsunuz. Bir sirketin genel muduru rahatlikla metroyu kullaniyor. Bisikletle parlemento binasina gelen burokratin sayisi az degil.

Turkiye'de ise cevremizdekilerle daha iyisine sahip olma yarisi icersindeyiz. Bir marketing konferansinda konusmacilardan biri tuketim aliskanliklarimizdan bahsederken artik tuplu televizyonun hicbir evde kalmadigindan cunku plazma, lcd, hd televizyonlarin hanimlarin salonunun sikligini tamamlamasi gerektiginden (!) ve bu pazarda satin alma hizinin gitgide arttigindan soz etmisti. Bu bence cok acik bir ornek. Hem kadinlarin satin alma karari acisindan nerede durduguna, hem de satin alma gucune iliskin ipuclari veriyor.

Azerbaycanli bir arkadasim durumun kendi ulkesinde de ayni oldugunu, insanlarin evinde gerekirse sogan yedigini ama disari cikarken digerlerine sik gorunmek icin yaris halinde oldugunu soyledi.. :)

Ne kadar cok 'sey' sahibi olursak o kadar cok istiyoruz aslinda. Az seyle yetinme yetisi (bana kalirsa) gelismis ulkelerde daha yaygin. Ne kadar az seyi varsa daha cok isteyen milletler, genellikle elde etmek istediklerine henuz ulasamamis, bu arayi kapatma yolunu herseyi satin alarak saglayabilecegini dusunen Turkiye gibi az gelismis ulkeler. Bir Arap arkadasim cantasinda neden iki adet Iphone tasidigi soruldugunda 'hiiiic, oyle, canim istedi, aldim' cevabini vermisti. O ana kadar ikinci telefonu is icin kullandigini dusunmustum..

Oncelikler ve sahip olma yontemi farkli

Ingiltere'de, Turkiye'deki gibi kredi kartina 12 taksit sistemi olmadigindan ve pekcok kisi gelecek ay odeyecegi mortgage primini dusundugunden para varsa harciyor yoksa gelecek ayi veya christmas zamanini, sevgililer gunu indirimlerini bekliyorlar. Paralarini save edip Boxing Day'de (yilda bir kez, 26 Aralik'ta tum magazlar yuzde 50-70 indirime giriyor) toplu alisveris yapiyorlar. 18 yasini asan herkes kendi parasini kazandigindan, butcelerinin yettigi olcude alisveris yapiliyor. Her gencin elinde Iphone yok, varsa da kendi kazandiklari, biriktirdikleriyle aliyorlar. Oncelikler ve sahip olma yontemi biraz farkli.

Insanlar nasilsa yillik odedik, sinirsiz diye suyu dusuncesizce kullanmiyor. Markette plastik poset kullanmak yerine yaninda bez canta tasiyor. Ise araba ile gitmektense bisiklet veya underground (metro) kullaniyor, her turlu atik kagit/karton, cam, gida ayri ayri cop arabalari tarafindan alinip ayri yerlerde inhibe ediliyor veya donusturuluyor. Ornegin plastik sut sisesini cope sicak su ile eritip sikistirmadan attiginizda karsinizdaki Ingiliz'in yuz ifadesi degisebiliyor, aliskin olmadiklari icin sasiriyorlar.

Yemek yemek onlar icin basat bir sorun degil. Bizler gibi evde yemek yeme kulturu yok. Hele hele Turk mutfaginda her gun pek cok evde 2-3-4 cesit yemek pistigini duyunca nasil yani? diyorlar. Ingilizlerin marketten aldigi hazir sandvic, aksam yemegi oluyor. Yemek hazirlayacaklari surede kitap okumayi, haberleri izlemeyi, film izleyip dinlenmeyi tercih ediyorlar.

ve basta sozunu ettigim cumleye donersek, Ingilizler ozellikle Londra'da hayat cok pahali oldugu icin, hayati en ucuza mal edip en verimli sekilde yasamaya calisiyorlar. Kiyafete, takiya, cantaya devasa paralar odeyeceklerine esleri, sevgilileri ile mutlaka bir film, tiyatro, muzikale gidiyorlar. Yasli veya ortayas ustu kesim ise kolunda ilac torbasiyla dolasacagina, esini koluna takip bir restoranda sarabini icip yemek yiyip sohbet ediyor, sonra da tiyatrosuna geciyor..

Bana gore 'verimli yasamak' ile sana gore 'verimli yasamak' farkli anlamlar ifade edebilir, bu yazi sadece donup kendine, onceliklerine bakman icindi.. :)

OZGURLUK...

Ozgurluk;
Bazen sadece nefes alabilmek,
Bazen yatalak olmayip saglam ayaklara ve uzuvlara sahip oldugun icin diledigince yurumek, daglar tirmanmak, kosmak, terlemek,


Bazen anoreksiya veya colyak hastasi olmadigin icin diledigini korkmadan yiyebilmek,
Bazen belfitigin olmadigi icin rahatca egilip cocugunu opebilmek, ayakkabiyi kolaylikla giyebilmek,


Bazen demir parmakliklardan cikip gunisigini gormek, Akdeniz'in sularina kendini rahatca birakip ozgurluge kulac atmak,
Bazen Iran'da yasamadigina sukredip surdugun kirmizi ruju polisin eline tutusturdugu cam kirigi dolu pamukla silmek zorunda kalmamak,


Bazen gecenin ucunde ellerin cebinde islik calarak, guvende, sokaklarda yurumek,
Bazen diledigini soyleyebilmek, cekinmeden..
Bazen korkmamak..
Bazen ne zaman nerede oldugunu kimsenin bilmemesi, dunyanin bir ucunda hiclik duygusunu yasamak,
Bazen saatin alarmini kurmak zorunda kalmayip sirf canin oyle istedigi icin istedigin zamanda uyanmak,
Bazen 9-6 calismak zorunda olmamak,
Bazen yapilacak sunumun, girilecek toplantinin stresini yasamamak,
Bazen batti balik yan go diyebilmek :)
Bazen kanatlanmak, ucmak, zihnine engel tanimamak,
Bazen sabaha kadar durmaksizin konusmak,
Bazen ustuste 6-7 film izlemek,
Bazen yamac parasutune atlayip kus misali kanatlanmak,



Bazen denizin derinliklerine dalip rengarenk dunyayi seyretmek, dokunmak, bu renkleri gormeni saglayacak bir cift goze sahip olmak,
Bazen yuzbinlerce kilometre kat etmek..
Sizin ozgurlugunuz nerede?

Londra'nin Halk Pazari Borough Market- London Bridge


Londra'da gunler o kadar hizli ve yogun geciyor ki bloga yazi eklemeye vakit bulamiyorum. Kuzeyde olmamizin etkisinden midir bilmiyorum ama burada yasayanlarin ortak fikri 24 saat 12 saat gibi geliyor. Bir sabah uyandiginizi biliyorsunuz bir de aksam uyudugunuzu. Bunun yaninda zamanini iyi yonetenler icin Londra'da yapilacak yuzlerce sey var. Ustelik bunu yapmaniz icin cebinizde milyon pound olmasi gerekmiyor.


Iste bunlardan biri Londra'da market yani halk pazari gezmek. Turkiye'deki gibi tenteler, pazarcilarin naralari yok burada elbette ama fresh bir kalabalik, orada bilincli bulunan ve saglikli beslenmeyi yasam bicimi haline getirmis insanlarla dolu marketler.


Sen hala gormedin mi diyen arkadasimin onerisini dinleyip bu marketlerin en unlulerinden London Bridge istasyonunun hemen altindaki Borough Market'e yuruyorum, ahmakislatan ama yanimda sohbetine doyamadigim cok sevgili arkadasim Yildizla.



Yildiz Londra Hilton'da yiyecek icecek departmaninda. Dolayisiyla gezerken ilk kez gordugum meyve ve sebzelerin, soslarin, zeytinyaglarinin ilk tanitimini O yapiyor bana :) Mesela hemen ustteki cicek domatesin. Farkindayim, 'ben hormonluyum, beni yeme diye basbas bagiriyor goruntu itibariyle ama cok sirin gorunuyorlar- tabii ki satin almiyorum :) )

Hemen yan tezgahinda cesit cesit zeytinler.. Ingiltere'de Turk mahallesi Haringey ve Wood Green civarinda oturmuyorsaniz hakiki zeytin bulmaniz zor, burada zeytin sarabin yaninda yiyebilmek icin kokteyl zeytin olarak satiliyor, kahvaltida sadece ekmek, yag ve sutlu cay yani serial breakfast tukettikkerini hatirlatmaliyim..Erik seklinde bile zeytin var. Yan kovada dolma, kurutulmus domates, zeytinyagli mantar gibi aparetifler mevcut.


Zeytinlerin iriligi ve esit boyutlari bir yana soslarina bayildigimi belirtmeliyim.



Cesit cesit mantarlar..Kizartinca kokusunun doner kokusundan farki yok, istah kabartici.. Mutfakta Yetenekli Ingilizler icin :))


Hanimlar bilir, pek cok kullandigimiz kremin icinde bu meyvenin ozunu kullaniyorlar. Tadini bilmiyorum, denemedim. PAssion fruit !


 ve ilk kez gordugum meyveler, 2 yillik kilom kadar peynirler, cheddarlar, manchego cheeseler...


Taptaze ve kocaman ahtapotlar, yilan baligi, yengecler ve onlarcasi...


Midyeyi mideye indirmek buyuk keyif de arkadas tatli mi eksi mi tuzlu mu nasil bir turlu soyleyemedi :)


Marketten goruntuler..
Mantarlar..


Ne oldugunu bilmedigim ama makarnaya rendelenen, 10 gun icersinde tuketikmesi gereken ustune Smell Me yazan, toprak altindan ozel bir yontemle cikarildigini tahmin ettigim, taaa Italyalardan gelen arkeolojik eser benzeri yiyecek..Oldukca da pahali. Bilenler aliyor tabii...




Londra'ya gelirseniz buraya ozellikle haftasonlari sabah erkenden ugramayi deneyin, yan sokaklarindan birinde kahve veya sicak cikolata icip cookies yiyin :))

Bol keyifler


Apps World Londra ve konugu Steve Wozniak

Londra Earls Court Salonu gectigimiz haftalarda teknoloji dunyasinin agir toplarini Apps World Europe'da biraraya getirdi. Microsoft'tan Apple'a, Nokia'dan Google'a akliniza gelebilecek tum teknoloji firmalari ve application uzerine content ve urun gelistiren BBC, Skynews, Tesco, Marks & Spencer..gibi unlu firmalar da standlarda yerini almisti. 


Iki gun boyunca 8 farkli salondaki konusmalar ve konusmacilarla renklenen Apps World'un bana gore en ilgi cekici etkinligi Microsoft'un Yeni tableti Surface'in lansmanini danscilarin sik sunumuyla dunyaya duyurmasiydi keza Londra'da biz uykudayken Amerika'da Apple yeni tableti Ipad Air'in lansmanini aksam coktan  medyaya iletmisti.



En ilgi cekici konusmaci ise suphesiz merakla beklenen Apple'in Co-founder'i, Steve Jobs'un zamaninda yol arkadasi olan Steve Wozniak'ti. Wozniak sabahin 9.00'unda adeta popstar gibi bekleniyordu. (bu bekleyenler yuksek ihtimalle Apple'in yeni urunu satisa ciktigi zaman battaniye ile Apple Store'larin önünde sabahlayanlardı..)



Moderatorun Wozniak'in metal business card'ini gostererek neden metal kart kullaniyorsunuz sorusuna 'ucakta steak kesmek icin' cevabini verdi, anlasilan Amerika- Londra arasi uzun ucak yolculugu adami sersemletmemis :) 


Basit ve anlasilmasi kolay aletleri sevdigini belirten Wozniak, gadget dunyasini surekli takip ettigini soyledi. Yeni urunlerle oynamaya bayildigini öğrendiğimiz Wozniak'ın 'Henuz bir Google Glass'im yok ama gordugumde agzim sulaniyor. Bir kez kullandim, buyuleyici bir deneyimdi. Bu fikri sevdim, kendi kendine yetme fikrini sevdim.' cümleleri beni şaşırtıyor.


Applicationlarin ve mobil pazarin simdiki cok ozellikli telefonlarin ayagini kaydiracagina inandigini soylemeden gecmiyor Wozniak. 'Simdi applicationlar cok buyuk, marketin cogu diyebiliriz, kazanan birseye sahipseniz, iyi para kazanirsiniz ama efektif pazarin anahtari basit, kolay applicationlar dusunmek ve yazmak sonra da insanlari bunu satin almaya ikna etmek. Developerlar applicationlarin en iyisi oldugunu garanti etmeliler. Bir application yaziyorsan bir oncekinden daha iyisini yapmalisin' diyerek de salonda bulunan developerlara fikir veriyor. Mukemmellik en onemlisidir demeden gecmiyor.


Gelecegin teknolojisi ne olacak diye eminim pekcogumuz her gun merakla teknoloji dergilerini, web sayfalarini karistiriyoruz. Hatta kazancimizin cogu evimizdeki teknolojik aletlere gidiyor, bir dusunun :) Bu iyi birsey mi? Tartisilir elbette. O urunden ne kadar fayda sagladiginiza bagli. Steve Wozniak'a gore gelecegin teknolojisi 'wearable technology' yani giyilebilen teknoloji olacak ve bir sure sonra 'wearable phone' ve 'smartwatch' lar markette onemli bir yer tutacak. Gelecekte Innovasyonun ulastigi her dogru alanda 30 farkli oyuncuyu rekabet ederken gorebilecegiz diyor Wozniak. Sakayla karisik kucuk boyutlu smartwatchlari sevmedigini de belirtiyor. Iphone'a yakin buyuklukte olmasini ve 2 parmakla rahatca kullanim kolaylagi olmasini istiyor ve bu teknolojiye cok yakin olduklarinin altini ciziyor. (kolumuzda tasinabilmesi icin tuy gibi hafif olmasi gerekiyor, bu da daha ileri teknoloji dolayisiyla daha fazla para odeyerek sahip olacagiz demek) 


Wozniak'a gore en ileri teknoloji 'dusunmek zorunda olmadan kullanilanilen teknoloji'. Onun ideal application'i ise sesle aktive edilebilen Siri. Bunu duyunca sasiriyorum cunku Siri cogu zaman sesimi dogru algilamiyor ya da kendi kullanim alanimda cok verimli oldugunu dusunmuyorum ama Wozniak 'Beni anlayabilen bilgisayar olmali' dedigine gore belki de bu bizi anlayacak, Siri'den cok ileri bir teknolojinin arefesindeyiz.. Bilgisayarlar hizli seyler ama methodu insan beyninden gelmeli diye eklemeden de gecmeyen Wozniak, yakin zamanda belki de en iyi arkadasimiz bu yapay zeka urunu aletler olacak diyor. Teknoloji sektorunun en gelismis arge bolumune sahip olan Apple'in buluslarini merakla bekleyen neslimiz Wozniak'in soylediklerine hazir mi bilmem ama cok cabuk adapte olabilecegimiz kesin. 

Hulya Meral
Londra


Royal Albert Hall'da Sezen Aksu ile

Aylar oncesinden baslayan ikna cabalari, son ana kadar direnmem ve en sonunda Ingiltere'nin Manchester, Reading, Cambridge gibi sehirlerinden sirf Sezen Aksu'yu dinlemek icin kilometrelerce yol gelen arkadaslarimin son dakika israrlari sonucu konserdeyim.


Mekan, dunyaca unlu sanatcilarin konser verdigi, mukemmel akustigiyle ve tarihi onemiyle bilinen Royal Albert Hall. Londra'da agirladigimiz Sezen Aksu, mekanda daha once sarkilarini seslendiren Zeki Muren'den yillar yillar sonra konser veren ikinci isim. 




Tahmin edeceginiz gibi sahane bir konserdi. Konuklar bayagi hasret cekmisler belli ki Sezen'e eslik edeyim derken sarki soylemesine firsat birakmadilar (nerdeyse). Bazi duygusal sarkilar Sezen'in 'ya ben soyliycem ya, sus, susun' diye sakaci tavirlariyla bolunse de gectigimiz yil dilden dusmeyen Hakim Bey sarkisi, Tarkan'in yeniden yorumladigi, bir ara her sabah kalktigimda dinledigim Firuze, Ferzan Ozpetek yonetmenligindeki Serseri Mayinlar filminin son sahnesinde Sezen'in seslendirdigi Kutlama ve Sen Aglama'dan Geri Don'e, Unutuldum'dan Deger mi Hic'e, Rakkas'a tum salon hep bir agizdan soyledik durduk. 


Bir ara piyanonun basindan kalkan sevgili Fahir Atakoglu, 'her ayrilik bir vurgun degmeyin yaslarima' calarken Sezenle salsa yapmaya basladi.



Gelenek oldugu uzere konser arasinda vokalisti Nurcan, hos bir sarkiyla sahnede kisa sure kaldi.




Konserin sonunda Minik Serce'nin soyledigi gibi yillarca sarkilarla birbirimize el verdik, birbirimizin sirtini sivazladik..Iste tam da bu yuzden, keyifli  ve nitelikli vakit gecirmek istiyorsaniz benim gibi inatci olmayin, nerede bir Sezen Aksu konseri duysaniz, firsatiniz varsa gidin, kacirmayin :))




Hulya Meral
Londra

Londra'da Sweet November !

Sonbahar, yesilden sariya donen yapraklar, huzun, kis mevsimine hazirlik. Birbirinden farkli anlari ve duygulari yasatiyor bu serseri mevsim bize. 


Bir yagmurdan sirilsiklam oluyoruz,nbir ruzgar esince icimiz urperiyor. Gunes soyle bir goz kirpip kaciyor, adeta bizle kafa buluyor.


Yine en guzel olmasa da en tatli mevsim sonbahar..


Her sehrin her kara parcasinin oldugu gibi Londa'nin da bir sonbahar gunlugu var. 
Yine yolum sehrin icindeki vahalardan St. James's Park'a dustu. Koskoca yazin yarisi bu parkta gecmisti. (yarim saat boslukta bile kolaylikla gelinebilir bir noktada) 



Hava hafif isiriyor ama cantamizda semsiye, eldiven, sal bilimum techizatla hazir gelmisiz :))


Yaza oranla turist sayisi bir hayli azalmis, sanki bu haliyle daha duru..


Yesilden sariya kizila donen bu mevsimde Londra'da bulunma firsatiniz varsa St. James's Park'a ugramadan donmeyin. Hatta parkin sonundaki Buckingham Sarayi'na da ugrayin. Kralice ELizabeth'in yasadigi bu sasali saray kralice sarayda olmadigi zamanlar ziyarete acik oluyor. 


HAYALLERINI AYAKLAR ALTINA SEREN COCUKLAR


 
Geçtiğimiz haftalarda bu yılki üniversite sınavına giren gençlerin gergin bekleyişi sona erdi. Tercih formlarında işaretledikleri küçücük bir kutu tüm hayatlarını belirleyeceği ve etkileyeceği için pek çoğu belirsizliğin verdiği stres ve ‘ya olmazsa’nın verdiği kuşku ile son dakikaya kadar sınav sonucunun açıklanmasını beklemişti. Yine kontenjan dahilinde ‘kazanabilen’ üniversiteye kapağı attı, ‘kazanamayan’ ise gelecek seneye şansını denemek için ‘yarışa devam’ diyecek.
 
 

Kendi eğitim hayatımı düşününce, durumumun şimdilerde eğitim gören gençlerden pek de farklı olmadığını düşündüm. İlk sınavıma, daha ne için sınava girdiğimin bile farkında olmayacak yaşta ilkokul 5. Sınıfta girmiştim. O yıl sınav soruları çalınmıştı (yanılmıyorsam 1991-1992 öğretim yılı).

Biz en iyilerinden, ‘seçilmişler’den biri olmalıydık.

Sonra iyi bir liseye girebilmek için yarıştık. O sıralar yine denek fareleri gibiydik, süper lise denen bir sistem peyda olmuş ama birkaç sene içinde bu sistem de tedavülden kalkmıştı. Lisede İngilizce dahil pek çok derste cümlelerin tahtaya yazılıp defterlere geçirildiği, öğretmenlerin ‘herkes yazdı mı’ sorusuyla bir sonraki konuya geçtiği dönemleri atlattık. Kimyayı veya coğrafyayı anlamak yerine ezber yaptığımız dönemlerden..
 
 
 
Ardından üniversiteye hazırlanma zamanı geldi çattı. Dershaneye gitmeden sınava hazırlanmak mümkün değildi, çünkü okulda pek çok şey doğru bir sistemle verilemediği veya eksik verildiği için bütünün parçalarını tamamlamak için hipnotize olmuş bir biçimde dershaneye gitmek zorundaydık. Kazanmak için başka seçenek yoktu. Önümüzde zorlu bir yarış vardı ve biz en iyilerinden, ‘seçilmişler’den biri olmalıydık.

Lanetli 1981’liler

1981 doğumluların lanetli olduğuna (!) inancım o yıl güçlenmişti. Çünkü bu sefer de bir gece öncesinde üniversite sınav soruları çalınmış ve sınav bir ay ertelenmişti. Ne şans! Sonuç olarak üniversiteye girdim, şanslıydım, iyi ve nitelikli eğitim veren, alanında iyi bir sıralamaya sahip bir üniversitede pek çok kişinin girmeyi hayal ettiği bir fakültede okudum.
 
 

Gerçekten bu işi yapmak istiyor muyum? Kocaman bir ‘hayır’ !

Üniversite hayatı bitti ve iş hayatı başladı. Bu sefer de başka bir yarış vardı. Pek çok işyerinde yaşanan deneyimleri ‘belki de çok doğal olarak’ ben de yaşayıp tecrübe ediyordum. Ve işe gittiğim her gün, her sabah kendime aynı soruyu soruyordum. ‘Gerçekten bu işi yapmak istiyor muyum?’ Sorunun cevabı kocaman bir ‘hayır’dı. Bedenim işyerinde ama zihnim ve ruhum başka bir aurada geziniyordu. Ve işin kötü yanı, iyi bir maaş alıyordum ve pozisyonum fena sayılmazdı. Pek çoğuna göre işi bırakıp gitmek çılgınlıktı. Peki ama tüm hayatım istemediğim bir işi yapmakla mı geçecekti?

İşten ayrılıp zihnimin işteyken dolaştığı yerlere gitmek üzere valiz hazırlarken  Aret Vartanyan’ın bir videosuna rastladım.  Kendi şirketi Yasam Atolyesi'nin 20.000 kişi üzerinde yaptığı anket sonucuna göre, çalışanların her biri çalıştıgı işte mutsuz, %80’i ise sevdiği işi yapabilecek imkanı olsa bugün yaptığı işi hemen bırakıp gitmeye hazırım cevabını vermişti. Demek ki doğru yoldaydım. Aynada kendime göz kırptım!

Zihnimin dolaştığı yerlere aklımdakileri yapmak üzere yola çıkıyordum. En azından hiç ‘keşke’ yazmadığım ‘yaşam hanem’e bir ‘keşke’ eklememiş oluyordum ve anlatacak bir hikayem olacaktı.

Tıpçılar gibi ömür billah oku, araştır, yeni bilgiye ulaş, izle, düşün, eleştir, değerlendir mantığından gelen bir fakültede okumanın getirdiği yaşam stilinin yansıması olarak onlarca video, makale, film, kitap, dergi, etkinlik okudum, izledim, takip ettim. Sonuç olarak tüm eğitim hayatımı, Türkiye’deki eğitim sistemini, her gün sokaklarını arşınladığım İngiltere’nin ve dünyanın dört bir yanında uygulanan eğitim sistemlerinin bütününü düşünme fırsatım oldu.

Herkes üniversiteye gitmek zorunda değil

Ayrı ayrı her birimiz büyük bir tutsağı olduğumuz fikirlerimizin bizi yönetmesiyle kollarımız kelepçeli yaşıyoruz ve bunun sınırı yok. Üniversiteye girmek pek çoğumuz için takıntı haline gelmiş. Pek çoğumuz aslında (Türkiye’de) ömür boyu hiç işe yaramayacağını bildiğimiz halde (akademisyenleri kastetmiyorum elbette) master, doktora, phd diplomalarına sahip olmak için deli gibi çalışıyor, tonla para harcıyoruz. Pek tabii bu ciddi bir ekonomi..


 
Aldığımız her bir diploma veya sertifika bizim ‘göreceli olarak’ bir işe alınma katsayımızı arttırıyor.  Bize daha iyi bir yaşamın kapılarını aralayacağını umut ederek kariyerimizi diplomalarla taçlandırıyoruz. Bu yazdıklarımın özeti, kesinlikle ‘üniversiteye boşuna gidiyorsunuz’ değil. Aksine üniversite okumuş olmanın yüzlerce artısını sayabilirim ama ‘herkes üniversiteye gitmek zorunda değil, herkes phd, doktora yapmak zorunda değil’. Bu bir ekonomi ve biz çoğu zaman amaçsız bir şekilde bu sisteme fokuslanmış olarak ayak uyduruyoruz. Şayet akademisyen olma gibi bir niyetimiz yoksa, yaptığımız veya yapacağımız isle herhangi bir bağlantı kuramıyorsak, kurmayacaksak bütün bu çaba niye?

Türkiye’de özel üniversitelerin de artışıyla işverenlerin verdiği iş ilanlarında ‘master tercih sebebidir’ yazıyor yazmasına ama çoğu zaman yapılan işin mantığında, işleyişinde ve pratiğinde masterın hiçbir kullanım etkisinin olmadığını ilanı okurken bile görebiliyorsunuz.
 
 
Diploma sayısının fazla olması yurtdışında da takıntı haline gelmiş durumda. Çok ciddi bir yarış var. Örneğin İngiltere’de bir üniversite masterı kendi vatandaşları için 3.000-4.000 Pound iken, AB dışındaki farklı ülke vatandaşlarına 13.000-14.000 Pounda çıkabiliyor. Sırf aradaki bu rakamsal uçurum bile aslında verilen eğitimin amacının akademik olmadığına ışık tutuyor.
 

Binlerce Eğitim Fakültesi mezunumuz var, binlerce ziraat mühendisi mezun ediyoruz her yıl ve daha pek çok mezun ettiğimiz ama bir türlü kendi alanlarında iş sahası sağlayamadığımız gençlerimiz var. İşletme bitirmiş kişi call centerda çalışıyor, mühendislik mezunu biri halk pazarında tshirt satıyor, kimya mezunu ise kuyumcuda altın tartıyor.

Bir işi yapanların niceliği değil niteliği işin özeti aslında. Ne kadar destekliyoruz yaratıcı zekayı. Ne kadar alan açıyoruz standardın dışında işler yapanlara ve ne kadar destekliyoruz onları? Bazı bilim adamları buna ‘akademik enflasyon süreci’ diyor.

İşte bu noktada TED Konferanslarının sıkı konuşmacılarından Prof. Ken Robinson’a kulak vermekte fayda var. Robinson, eğitim sistemimizi fast food yöntemine göre uyarladığımızı belirterek şöyle söylüyor. ‘İnsanların farklı yatkınlıkları vardır. İnsanlar genellikle çok umursamadıkları işleri daha iyi yaparlar. Sevdiğiniz ve zevk aldığınız bir iş yapıyorsanız zaman bile farklı işler. Bir saatlik iş beş dakika gibi gelebilir. Ruhunuzla uyuşmayan bir iş yaparken ise beş dakika saatler kadar uzun gelir. Bu kadar çok insanın eğitimden vazgeçme sebebi ruhlarını beslemiyor olması. Enerjilerini, tutkularını beslemiyor.

İnsanları kümelemeye dayalı eğitim sistemine göre gruplandırmaktan vazgeçmeliyiz. Ziraat prensiplerine dayalı bir modele kaymalıyız. İnsanın gelişiminin mekanik değil organik olduğu bir modele kaymalıyız.’

Bunun yanında eğitimi öğrenciye göre kişiselleştirmek gerektiğinin altını çizen Robinson, öğrencinin kendi çözümlerini üretmesini sağlayan, kişisel ders programına dayalı ama dışarıdan destekli bir model olması gerektiğini vurgulayarak ‘Sanayi modelinden çıkıp zirai modele geçmeliyiz ki okullar gelişebilsin. Her gün, her yerde çocuklarımız hayallerini ayaklarımızın altına seriyorlar, o hayalleri çiğnememeliyiz. Halbuki bütün çocuklar inanılmaz yeteneklidirler ve biz onları harcıyoruz’  diyor ve sisteme olan tepkisini dile getiriyor.  

Fena halde yanılmışız

Yıllarca hepimize öğretildiği üzere, en tepede iş sahası için gerekli olduğu düşünülen işletme, iktisat, ekonomi, politika gibi alanlara ilişkin okullar bitirmemiz önerildi, müzik, beden ve resim dersleri hep ‘nasılsa geçeriz’ diye düşünülerek es geçildi, küçümsendi. Şimdi görüyoruz ki fena halde yanılmışız. Şimdilerde bütün dünya bir değişim girdabının içinde. IQ’su yüksek olan ama EQ’sunu yönetemeyen pek çok insan var ve bunun için özel terapi alıyor.

Dünyanın toplamına baktığımızda büyük bir çoğunluk işinden memnun değil. Hatta çalışmak zorunda olmasak pek çoğumuz memnuniyetle işe gitmeyebiliriz.
 
O halde nereye koşuyoruz?
 
 
Hulya Meral
 
Londra