İSTANBUL'UN ÜÇ DEV HAZİNESİ



Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Ayasofya


Ne zaman İstanbul’da gözüm yıkık surlara, yüksek korunmalı saray duvarlarına, yalılara, çeşmelere, kiliselere veya camilere takılsa aklıma 600 yıllık Osmanlı tarihi gelir.


Olaylar, savaşlar, sultanlar bir bir film şeridi gibi geçer zihnimden. Tam da tarihin tozlu sayfaları arasında gezerken dört asır önce Fatih Sultan Mehmet zamanında inşa edilmiş Topkapı Sarayı’na, Bizans imparatoru Justinyen tarafından inşasına başlanmış, yıllar içinde cami ve kilise olarak kullanılmış Ayasofya Müzesi’ne ve içinde yüzlerce önemli tarihi eseri barındıran İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne düştü yolum bu sefer.

 

Sarayburnu’ndan Gülhane Parkı’na doğru ilerleyip sağa yukarıya kıvrılarak ulaştığım İstanbul Arkeoloji Müzesi ilk durağım.

Kuruluşunda Kaplumbağa Terbiyecisi ve Çinili Köşk’teki Tavuslu Çeşme tablosuyla dünyaca üne sahip olan ressam, yazar, müzeci, arkeolog Osman Hamdi Bey’in büyük gayretleri olan müze, batılı bir anlayışla oluşturulmuş. Arkeoloji Müzesi, Çinili Köşk ve Eski Şark Eserleri Müzesi olmak üzere 3 binadan oluşan alanı gezmeye koyuluyorum.

ARKEOLOJİ MÜZESİ



Müzedeki eserler son derece kıymetli Helenistik, Roma, Bizans dönemlerine ait. Eserlerin bazıları şimdiki Lübnan’ın başkenti Beyrut’un güneyinde bulunan Sayda’daki kazılardan getirilmiş. Bu kazılarda bulunan ve müze binasının genel görüntüsünü yansıtan mimariye sahip lahitler, kendi türlerinde dünyanın en güzel eserlerinden. 

Ağlayan Kadınlar Lahdi

Osman Hamdi Bey 1887’de Lübnan’daki Sayda kentinde yaptığı kazılarda Ağlayan Kadınlar Lahdi, Sayda Kralı Tabnit’in Lahdi, İskender Lahdi gibi eserleri günışığına çıkarıyor. Bu eserlerin günümüze kadar ulaşması ve yurdumuzda kalabilmesi Osman Hamdi Bey’in kişiliği ve gayretleri sırasında olmuş.


Aynı dönemlerde Truva Hazineleri yurtdışına kaçırılmış, Bergama’daki ünlü Zeus Tapınağı parçalar halinde Almanya’ya taşınmış. Böyle bir ortamda eserlerin korunması için kanun çıkaran Osman Hamdi’nin, Sayda’da bulunan eserlerin İstanbul’a getirilişi sırasında eserler denize düşmesin ve iyi korunsun diye lahitlerin içinde oturması ve kendisini gemiye bağlatması eserlerin önemini daha iyi açıklar.
 

Hatta Alman imparatoruna hediye edilmek üzere İskender Lahdi’nin Almanya’ya taşınması istenince Osman Hamdi Bey müzede, İskender Lahdi’nin içinde yatıp kalkmaya başlamış ve eserlerin yurtdışına çıkmasını engellemeye çalışmış.



Kendisi ölmeden lahdin yurtdışına çıkarılmasına izin vermeyeceğini büyük bir medeni cesaretle söyleyen Osman Hamdi böylelikle gelip geçici dostluklar ya da doğulu cömertliği uğruna böyle bir eserin yurtdışına çıkışını önlemiş.

İskender Lahdi’ndeki insan ve hayvan anatomileri


Sayda lahitlerinin bulunduğu salonda Osman Hamdi Bey’in kazı çalışmalarıyla ortaya çıkan ve M.Ö. 300’lerde yapıldığı tahmin edilen dünyaca ünlü İskender Lahdi bulunuyor. İki heykeltıraşın elinden çıkmış bu olağanüstü eserin savaş ve barışı anlatan büyük yüzlerinden birinde Yunanlılar ile İranlıların (Persler) savaşı kabartmalarla anlatılıyor.


İskender Lahdi

Lahitin sol tarafında, başına Herakles sembolü olan bir aslan postu giymiş Büyük İskender bulunuyor. İskender’in bindiği atın göğsüne bir ok saplanmış ve at şaha kalkmış. Diğer uzun yüzde ise aslan ve geyik avı betimlenmiş.

Lahdin dar yüzlerinden birinde bir savaş ve alınlık bölümünde de yine çatışma sahnesi yer alıyor. Diğer dar yüzde ise pars avı kabartmalarla canlandırılmış. İnsan ve hayvanların anatomileri oldukça ilginç.  


Ağlayan Kadınlar Lahdi’nde ise üzerinde savaşa giden eşlerinin arkasından ağıt yakan kadınların kabartmaları bulunuyor. Bu lahitlerden başka Satrap Lahdi, Tabnit Lahdi, Likya Lahdi gibi eserleri de görebileceğiniz müzede Troya, Trakya, Kıbrıs, Gordion gibi yerlerden gelen eserler de sergileniyor.

 

ÇOCUK MÜZESİ

 

Çocukların yararlanması için oluşturulan Çocuk Müzesi’nde yazının icadı, çanak çömlek yapımı, paranın icadını anlatan bölümün yanı sıra ünlü Truva Atı’nın büyük bir maketi de yer alıyor. Son yıllarda çekilen Truva filmleri nedeniyle bu atın etrafında dolaşan çok sayıda çocuk görebiliyorsunuz.

 

ÇİNİLİ KÖŞK

 


Fatih Sultan Mehmet tarafından 1472’de yapılan köşkün eyvan halindeki kapısının önünde on dört mermer sütun yükseliyor. İki kanatlı kapının yarısından yukarısı bütün metal, kemer içleri ve yanları tamamen mozaik çinilerle kaplanmış.





Binanın iç ve dış çinileri çok güzel bu nedenle Sırça Köşk de deniyor. III. Murat köşkün ikinci katına su getirtmiş ve dolap gibi bir yere çeşme yaptırtmış. Tavuslu Çeşme denen çeşmenin karşısında Osman Hamdi Bey’in yaptığı Tavuslu Çeşme’yi gösteren tablo yer alıyor.


ESKİ ŞARK ESERLERİ MÜZESİ


Bu bina 1883’te Güzel Sanatlar Akademisi olarak açılmış. Osman Hamdi binayı İstanbul Erkek Lisesi’nin, Pera Palas’ın ve pek çok yalının da mimarı olarak da bildiğimiz sanatçı Alexandre Vallaury’ye yaptırmış.




Arabistan’dan, Mısır’dan, Mezopotamya’dan getirilen zengin ve değerli eserlerin bulunduğu müzede, Sümerlerin keşfi çiviyazısıyla yazılmış dünyanın en eski yazılı kanunu olan Hammurabi Yasası’ndan kutsal evlenme törenine, en eski aşk şiirinden mal satın almaya kadar pek çok tablet bulunuyor.

 
Yazılı belgeler arasında dünyanın en eski devletlerarası anlaşması olarak kabul edilen Kadeş Antlaşması’nı da görebiliyorsunuz.


Mumyalar



Mısır’dan getirilmiş mumyalar ve cenaze alayını tasvir eden papirus örnekleri ve diyorit heykelleri de yine görebileceğiniz eserler arasında.
Papirus





Müzede dünyanın en eski para koleksiyonlarından biri de bulunuyor. Dünyada parayı ilk bulan Lidyalılar’ın parasını, binlerce Bizans, Roma parası ile İslam devletlerine ait paraları, Selçuklu ve Osmanlı paralarını da görebiliyorsunuz. Dünyanın Yedi Harikası”ndan biri olarak bilinen ‘Babil’in Asma Bahçeleri’yle ilgili bölüm de ilginizi çekebilir.


TOPKAPI SARAYI





Topkapı Sarayı’na henüz gitmeyenleriniz varsa çok şey kaçırdığınızı belirtmeliyim. 400 yıllık tarihe tanıklık etmiş saray ve dolaşmakla bitmeyen bölümleri sizi tarihe yolculuğa çıkaracak, yüzyıllarca kullanılan paha biçilmez saray eşyaları, duvar ve tavan süslemeleri, çinili Harem duvarları arasında kendinize dönemin ruhunu tatma imkanı vereceksiniz.






Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra 1460- 1478 yılları arasında yaptırdığı, ülkeye ilk defa organize olmuş devlet sisteminin gelmesini sağlayan saray, 19. yy’a kadar padişahların ve eşlerinin yaşadığı ve devletin yönetildiği yer.




Bu sebeple her padişah zamanında yeni bir köşk, havuz, çeşme, mutfak, kütüphane, bahçe ve iç avlu eklenerek büyüyen saray, gitgide karmaşık bir yapıya bürünüyor ve 700 bin m2’lik bir alanı kaplar hale geliyor.


Olağanüstü güzellikteki manzaraya sahip sarayın manzarasını anlatmak için, karşı kıyısındaki M.Ö. Kalkedon ismiyle bilinen Kadıköy bölgesine yerleşenlere ithafen ‘körler ülkesinin karşısına kurulmuş şehir’ denildiği söylenir.
 


Üç bölümden oluşan saraya Sultanahmet Meydanı’ndaki Babıhümayun (saltanat kapısı) Kapısı’ndan giriyorum. Güçlülük, ululuk, yücelik ve iyiliği ifade eden Babıhümayun’un sağ üst tarafına yazılmış ‘Zor duruma düşen her mazlum buraya sığınabilir’ cümlesi sarayın herkese açık olduğunun göstergesi. Kapının girişinde 18. yy yapımı bir anıt çeşme bulunuyor.



Babıhümayun ile Babüsselam denen yere ‘birinci yer’, diğer adıyla Birun deniyor. Yabancı elçilerin kabulü ve padişahın tahta çıkışı gibi önemli devlet törenlerinin yanı sıra yeniçerilerin görkemli ulufe dağıtım törenlerinin yapıldığı alan burası.


Meydandan ilerleyince Babüsselam’ın hemen önünde sol tarafta yaklaşık 50 cm yüksekliğindeki Binek Taşı’nı görüyorum. Saraya gelenler burada atlarından inip yaya olarak içeri girerlermiş. Padişah dışında kimse buradan at sırtında geçemezmiş. 
 

İki tarafında üzerleri külah gibi çatıyla örtülü iki gösterişli kule bulunan Babüsselam (selam kapısı) Kapısı’ndan geçip içiçe iki kapı olarak yapılan ve iki yanında II. Mustafa’nın tuğrası ve tuğraların altındaki kasidelerin bulunduğu ‘kapı arası’ndan geçiyorum. Babüsselam ile Babüssaade (Saadet kapısı) arasındaki ‘ikinci yer’e geliyorum.




180 metre uzunlukta 130 metre genişlikteki ikinci yerde bayram alayları merasimi yapıldığı için buraya Alay Meydanı da deniyor.


 
Babüsselam’dan içeri girildiğinde sağ tarafta namazgah ve saraya ait eşyaların sergilendiği Dolap Ocağı bulunuyor. Namazgahın ön tarafındaki revakların arasında Fatih Sultan Mehmet tarafından 4 adet yapılan sonra saraydaki görevlilerin sayısı artınca Kanuni Sultan Süleyman tarafından 6 kubbe daha eklenen toplam 10 mutfak bulunuyor. II. Selim zamanında yangın sebebiyle zarar gören mutfaklar Mimar Sinan tarafından onarılmış ve o dönem 20 konik baca eklenmiş.



Osmanlı’da mutfağa ayrı bir önem veriliyor. 1.100 kişiden fazla görevlinin çalıştığı mutfaklarda şerbetçisinden çorbacısına onlarca maharetli insan çalışmış. Sıradan günlerde güneş doğmadan çalışmaya başlayan sarayda yaklaşık beş bin kişi yemek yer, bayram veya zafer kutlanıyorsa bu sayı 15 bin kişiyi bulurmuş. Ramazan ayının 15. günü saray mutfağında baklava yapılır, baklava alayı düzenlenirmiş.
 
Mutfaklarda günümüzde Çin, Japon ve Avrupa porselenleri ile yerli ve yabancı gümüş işleri, Türk cam porselen işçiliğinin güzel ürünleri teşhir ediliyor. Hükümdara verilen yemeklerde zehir olup olmadığını belli eden tabaklardan, göze yakınlaştırıp ışığa tutulduğunda içinde bülbül gözü şeklinin görülebildiği cam eşya sanatı çeşmibülbüllere kadar pek çok eşya bulunuyor.
Cam sanatı 16. yy’da Venedik’te ortaya çıkmış. Bir Mevlevi şeyhi İtalya’da öğrenip bu cam sanatını ülkemize getirmiş. III. Selim zamanında Beykoz’da kurulan imalathanelerde çeşitli eserler üretilmeye başlanmış.

Padişahın Yemek Adabı

Padişahın mutfağı güneş doğmadan çalışmaya başlar. Çünkü padişah erkenden kalkar ve onun için herşey hazır olmalıdır. Padişah yemek istediği zaman kapıağasına söyler o da bir hadım göndererek aynı emri sofracıya iletir.


Sofracı da yiyecekleri hazırlar ve tabak tabak padişahın masasına getirir. Padişah Türk yöntemine göre oturur yani dizlerini kavuşturur, elbisesini korumak için önüne bir peşkir konur, bir ikinci peşkir sol koluna konulur ve bununla ağzını ve parmaklarını siler.


Sofra örtüsü yerine kullanılan bir Bulgar derisi üstünde birkaç tür ve çok güzel ve her zaman taze beyaz ekmek vardır. Padişah çatal ve bıçak kullanmaz.


Önüne her zaman iki tane tahta kaşık konulmuştur. Bunlardan bir tanesi çorba içmek için, diğeri ise susuzluğunu gidermek için çeşitli meyvelerin limonsuyu ve şekerleri karıştırılması suretiyle yapılan hoşafları içmek için kullanılır. Padişah yemek bitince bir leğen içinde değerli taşlarla süslü bir ibrik kullanılarak ellerini yıkar.
Meydanın hemen karşısından Enderun kapısı olan Babüssaade’ye, sol taraftan Kubbealtı denilen Divan-ı Hümayun’a gidiliyor.


Divan-ı Hümayun


Babüsselam’dan girildikten sonra sol tarafta Kubbealtı’na gidilen yolda üç tane selam taşı bulunuyor. Bu kapıdan giren herkes padişahın ve divanın bulunduğu yere geldiği için selam çavuşuna selam verip içeri girermiş. Selam taşlarının sonunda toplantıların yapıldığı Divan- ı Hümayun’a geliyorsunuz.




Kubbealtı’nın önünde tavanı süslü, uzun ve geniş bir saçaklık var. Etrafı çok güzel işlenmiş demir parmaklıklarla çevrili. Padişahlar önceden Divan toplantılarına katılırmış ancak bir gün Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna çıkan biri toplantıda bulunanlar arasından padişahı seçemeyip ‘içinizde hanginiz padişah’ diye sorunca bu olay üzerine Sultan, divan toplantılarına katılmama kararı almış.
 


Sultan Mehmet ve sonra gelen padişahlar divan toplantılarını Adalet Kasrı denen demir parmaklıklı, siyah perdeli pencereden takip etmişler. Padişahın demir parmaklıklara vurması görüşmelerin hemen kesilmesi ve sadrazamın padişahın yanına hemen çağrılması anlamına gelirmiş.



Dil, din, milliyet ayırmaksızın herkes divana katılabilir, derdini anlatabilirmiş. Divan toplantıları yapıldığı zaman ulufe (maaş) almak için toplanan galebe divanına katılanlara çorba, pilav, zerde verilirmiş. 

Yeniçerilerin çorbayı içmemesi istekleri olduğunu gösterir, çorbayı içmeleri Yeniçeri Ocağı’nın devletin kurallarına, akidelerine bağlılığının alameti sayılır, yeniçerilere şeker dağıtılırmış. Akide şekeri ismini bu törende dağıtılan şekerden aldığı söylenir.

 

Divan-ı Hümayun’dan çıkıp Babüssaade (saadet kapısı) Kapısı’na yani Harem’e giden kapıya geliyorum. Birun ile Enderun bölümlerini ayıran Babüssaade’de Osmanlı’daki tek resmi bayram olan padişahın tahta çıkış gününde bayramlaşılır, tahta çıkma merasimi bu kapı önünde yapılırmış.


Sarayburnu’ndan, Yedikule’den, Kız Kulesi’nden ve Hisarlar’dan toplar atılarak yeni padişahın tahta çıkışı duyurulurmuş. Babüssaade önüne taht kurulur padişah tahta oturduktan sonra başına ‘yusufi’ denen sarık ve sorguç giydirilir, sırtına ‘kapaniçe’ adlı mücevher ve büyük yakalı kürk giydirilirmiş. Görevliler padişahın sağında ve solunda yerlerini aldıktan sonra şeyhülislam gelip padişaha biat eder ve dualar okurmuş.


Ayasofya, Şehzade, Süleymaniye, Sultanahmet Camilerinde sala verildikten sonra biat merasimi tamamlanır, ölen padişahın cenazesi Harem’den çıkarılarak mermer sütunlu revakların altında din görevlileri tarafından yıkanırmış. Yeni hükümdar Arz Odası kapısı önünde cenazeyi selamladıktan sonra cenaze devletin ileri gelenlerinin elleri üzerinde orta kapıya kadar götürülür. Babüsselam’dan sonra padişahın tabutu türbesine kadar taşınırmış.


Enderun



Babüssaade’den sonra girilen yer Enderun. Burası resmi sarayın dışında kalan özel bölümlerden oluşuyor. Acemi oğlanların zeki ve yakışıklı olanlarından yetenek sınavıyla seçilenler Enderun’da yetiştirilirmiş, bu sebeple buraya Enderun Mektebi denmiş.


Sarayda eğitim görmüş Harem’deki kadınlar Enderun’dan yetişenlerle evlendirilirmiş böylece uzak yerlerde üst düzeyde görev alanların herhangi bir yerde yerli halktan biriyle evlenerek orada kök salmasının ve yerleşmelerinin önüne geçilmiş.

Babüssaade’den sonraki bölüm olan ‘üçüncü yer’de Mukaddes Emanetler ve devlet hazinesinin sergilendiği Has Oda yer alıyor.





Girişteki Şadırvanlı Sofa’yı geçtikten sonra dünyaca ünlü 86 karatlık kaşıkçı elması, topaz ve zümrütle süslenmiş Topkapı hançeri, altından yapılma elmas ve yakutla kaplı şehzade beşikleri, haseki ve sultanların paha biçilmez takıları, Hırka-i Şerif, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye böldüğü asası gibi değerli eşyalar bulunuyor.
 


Burayı da gördükten sonra solumda kalan Mecidiye Köşkü’nü ve sağımdaki Boğaziçi Köprüsü’nün manzarasını izleyerek Has Bahçe’ye geliyorum.


Has Bahçe’yi geçtikten sonra Kösem Sultan’ın oğlu Sultan İbrahim’in öz evladı şehzade Mehmet’i bir sinir buhranında fırlatıp attığı mermer havuzun bulunduğu alanı izliyorum.





Duvarları çinilerle, dolapları özel sedef işçiliğiyle süslenmiş Bağdat ve Revan Köşkü’nü geziyorum. Padişahların dinlendiği Bağdat Köşkü’nün ortasında 1500 yıllık gümüş semaver bulunuyor. Yan binasındaki çinilerle süslü duvarlarıyla bölümlere ayrılmış Sünnet Odası’nı da gördükten sonra Harem’e doğru ilerliyorum.

Harem

 



Padişahın özel evi konumundaki Harem, Kubbealtı’nın arka tarafından başlıyor ve Has Oda tarafına kadar devam ediyor. 259 oda, 4 mutfak, 6 kiler dairesi bulunan Harem’de 12 sandık odası, 8 hamam, 1 hastane ve cariyelerin yüzdüğü geniş bir havuza da yer verilmiş.

Harem’in kapısından girdiğinizde Dolaplı Kubbe denen yere geliyorsunuz. Buradan Taşlık olarak anılan yere ve Revaklı Avlu’ya çıkılıyor. Karaağalar Koğuşu, Şehzadeler Mektebi ve Kızlarağası Dairesi’nden sonra Harem’in asıl giriş kapısına ulaşılıyor.
 

Validesultan Dairesi’nden geçilip her tarafı iç huzuru sağlamak için çinilerle süslenmiş duvarlarla kaplı Cariyeler Dairesi’ne doğru ilerliyorum. Validesultan dairesi çok dikkat çekici.


Tabanı tuğla döşemeli olan dairenin duvarları Kütahya çinileriyle ve sedef kakmalı gömme dolaplarla süslü. Validesultan dairesinde sedirler var, namaz kılmak ve dua etmek için bölümler yapılmış. Kapının sağında bir çeşme bulunuyor.





Hünkar Hamamı beyaz mermerlerden yapılmış. Birinci bölümü dinlenme, ikinci bölümü soyunma yeri. Hamamın yıkanma bölümünde padişahların yıkandığı demir şebekeli yer bulunuyor. Buradaki kurnalar, musluklar ve demir şebekeler son derece güzel yapılmış.


Tüm bu görkeme karşın padişah yıkanırken bu demir parmaklıkların kilidini yanında bulundururmuş ki başı sabunluyken kendini güvende hissetsin. Bu durum sarayda güvenliğin ne kadar önemli olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici.

 
Hamamdan sonra Hünkar Sofası denen yere geliniyor. Burası padişahın saraydaki kadınlarla bayramlaştıkları, eğlenceler yeri. Mavi renkli çinilerin süslediği mekanda padişahın tahtı, tahtın sağında ve solunda Çin Vazoları yer alıyor. Tahtın solunda sütunlarla desteklenmiş sedirlerin bulunduğu yer, eğlencelerde görev alan sazendelere ayrılmış. II. Murat’ın baştan başa çinilerle süslenmiş Mimar Sinan tarafından yapılmış odası Harem’in en güzel yerlerinden.


Harem’de Altıyol denen elli metre kadar uzunlukta, bir sokağı andıran kapalı bir yer var. Rivayete göre zemini taş döşeli olan bu alan dini bayramlarda ya da padişahların bir sefere giderken altın saçtığı yer. Başka bir rivayete göre sarayın doğum odası bu yol üzerinde olduğu için doğum olacağı zaman ‘altın beşik’ buradan geçirilirmiş bu yüzden buraya Altıyol denmiş.

Ayasofya Müzesi

Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan Ayasofya, Sultanahmet Camii’nin önünden bakıldığında büyük kubbesi, minareleri ve türbeleriyle etkileyici görünümünü korumaya devam ediyor.


 
Yapımı binbir zahmetle gerçekleşen yapının hikayesi İstanbul şehrinin kurucusu Roma imparatoru Constantinus’un Hristiyanlığı daha fazla yayabilmek için Roma’dan ayrılmasıyla başlar. Constantinus 360 yılında Ayasofya’nın yaptırılmasına karar verir.



Bu kilise 404 yılında yıkılır ve ikinci defa 415 yılında II. Theodosius zamanında ibadete açılır. Bu kilise de 532 yılında Nika Ayaklanması sonucu yıkılır. Rivayete göre Nika Ayaklanması sonrasında imparator İustinianos rüyasında kilisenin planının İsa Peygamber tarafından kendisine verildiğini görür. Yapımında 10 bin işçinin çalıştığı Ayasofya, güçlü tonozlarla, çürümeyen ahşap kütükler kullanılarak ve temellerin hiçbir şekilde rutubet almamasını sağlayan bir su şebekesiyle her detayı en ince ayrıntısına kadar hesaplanarak 5 yıl 11 ay 10 günde bitirilir.


1453 yılına kadar kilise olarak kullanılan Ayasofya bu tarihten sonra cami olarak ibadete açılmış 1934’te müze haline getirilmiş. Bahçe kapısından girdiğinizde başlayan müzenin sağ tarafında I. Mahmut tarafından yaptırılan ünlü şadırvanın önünden geçiliyor.

 
Müzenin içinde Bizans sanatının ünlü mozaiklerinden örnekler görebiliyorsunuz. X. yy’dan kalma altın yaldızlı panoda süslü bir taht üzerinde oturan Hz. Meryem kucağında İsa Peygamberi tutuyor. Sağında İstanbul’u kuran Constantinus, solunda Ayasofya’yı son yaptıran Iustinianos yer alır. Ayaklarının altındaki döşemede gümüş mozaiklerin kullanılması bu kompozisyonun en ilginç örneklerinden.


Tavan da yine altın mozaiklerle süslenmiş. Tam ortada İmparator kapısı ile kapının sağında ve solunda patriklere ait kapılar bulunuyor. Hava alması için değil içeriye ışık girmesi için yapılan devasa pencereler içeride loş bir görüntü oluşmasını sağlıyor.
Osmanlılar zamanında Ayasofya’nın içi Kur’an ayetleriyle süslenmiş. Kubbenin tamamı üzerinde Nur suresi altın yaldızlarla yazılmış. Duvarlarında bulunan altın yaldızlı büyük levhalarda Allah ve Muhammed yazıları ile dört halifenin isimleri yer alıyor.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral

https://twitter.com/hulyameral



Kaynaklar:

Reşat Ekrem Koçu- Kösem Sultan I.ve II. cilt

Rüknü Özkök- İstanbul

Gül İrepoğlu- Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde


































































































































































































































































































































































KARAKÖY'DE SANAT, TARİH VE DAMAK TADI BİRARADA


Karaköy ve Tophane semti yıllardır sessizce vakurunu koruyor ve kıpırdamadan kendisini uyandıracak prensi bekliyordu. Ne zaman ki İstanbul Modern ismiyle 17 yıllık proje Aralık 2004’te 4 numaralı Gümrük Antreposu'nda tamamlandı işte o zaman Karaköy ve civarı uykusundan uyandı. İstanbul Modern ismiyle uluslararası bir ortam yaratıldı ve burası dünyanın her yerinden sanatseverleri ağırlayan modern sanatın merkezi haline geldi.

Özel sektörün öncülüğünde kurulan ilk modern sanat müzesi İstanbul Modern, kısa zamanda özellikle gençler için bir çekim merkezi artık. İnteraktif etkinliklerden sergi salonlarına video alanından kütüphane ve sinemasına derken yaratmaya ve üretmeye meyilli herkesi tek çatı altına toplayıp sosyal bir platform oluşturdu.

İstanbul Modern ile hareketlenen semt, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi içindeki Tophane-i Amire’de düzenlenen sergilerle ve firmaların özel gecelerine evsahipliğiyle daha çok ziyaret edilir hale geldi.

 

Ben de bitmeden yakalayıp Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki Tophane-i Amire’de sergilenen Sürrealist sanatçı Salvador Dali'nin, "İlahi Komedya", "Sürrealizm İzleri", "Gala ile Akşam Yemeği" adlı sergisini görmek için bir program yaptım kendime.

Yıllarca bakımsızlıktan bitap düşmüş şimdilerde yeniden canlanan Galata Köprüsü’nden başlayıp İstanbul Modern’in bahçesinde bitirdim günübirlik gezimi. İtiraf edeyim, Karaköy’ü yeniden koklamak çok iyi geldi.



Sabah kahvaltısı için ilk durağım Galata Köprüsü altındaki Zeno idi. Köprü’nün üstünden sarkıtılmış onlarca oltanın altından geçerek köprü altındaki Zeno’ya geliyorum. Mekan akşamları balık servis ediyor, bazı akşamlar canlı müzik de oluyor. Asıl kalabalık çekildikten sonra yerini sabah sakinliğine bırakıyor. Balık tutmayı hobi edinmiş insanlar sabahın erken saatlerinde yerlerini almışlar. Sabırla balığın oltaya gelmesini bekliyorlar.
 




Zeno’nun kahvaltısı sade ama iştah açan cinsten. Kavurmalı paçanga böreği ve tereyağlı omleti favorim. Karşısındaki Topkapı Sarayı manzaram ve hemen yanındaki Eminönü vapur iskelesine yanaşan, kalkan vapurları izleyerek deniz trafiğinin oluşturduğu gelgitler eşliğinde çayımı yudumluyorum.



Ardından Karaköy İskelesi’ne doğru yürüyüp hemen iskelenin arkasına düşen Yer altı Camii’sini şimdiye kadar hiç görmediğimi fark edip içine giriyorum. İlk kez bir camiiye merdivenle iniyorum ve ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum.

Yapı Horasan tarzı tavan ve kolonlarıyla, mimarisiyle ilgi çekici. Merak edip araştırdığımda şu bilgiler geliyor karşıma..




Rivayete göre Camii, Bizanslıların yaptığı ve yapım tarihi tam olarak bilinmeyen Kastelion kalesinin zindanıymış. Kastelion Kalesinin altındaki bu kolonlarla, sirkeci arasında bağlanan zincirle gemilerin Haliç'e girmesi engelleniyormuş.. İstanbul’un Osmanlıların himayesine geçmesi ile silah cephanesi olarak kullanılmış. Camii o yıllarda kurşunlu mahzen camii adıyla anılıyormuş.. Bugün camii içerisinde zindana defnedilmiş Sahabe-i Kiram’dan Amr bin As, Vehb bin Hüseyra, Sufyan İbni Uyeyne’ye ait olduğuna inanılan türbeler var.







Yer altı Camii’sini dümdüz takip edip ilerlediğimde köşede Namlı Gurme’deki izdihamı fark edip içeri girme gafletinde bulunuyorum ama artık çok geç. Pastırmaların biri kafamın üzerinden geçerken bir diğer tarafta karakovan balı tartılıyor, diğer yanda hazır soğuk yiyecekler, kutulara konan köy yumurtaları vs ve bu hengamede aralara serpiştirilmiş masalarda keyif yapan insanlar manzaram..Alış ve veriş o kadar hızlı oluyor ki başım dönüyor ve kendimi hemen yanındaki Karaköy Güllüoğlu’na atıyorum.


Namlı Gurme’ye göre sakin ama kalabalık bir ortam var. Bayramlardaki halini düşünemiyorum bile ama Pazar olmasına rağmen dingin havasında biraz dinlenip baklavalarından tadıyorum.

Güllüoğlu'nun hemen yanında Çerkes Kahvaltısı adında bir mekan var. İçeriye girip neler var diye baktığımda aslında bir menü olmadığını, vitrindeki yöresel ve ithal gurme tatlardan kendi damak tadımıza uygun olanların tartılıp veya pişirilip masaya servis edildiğini öğreniyorum. Pek çok semtte yaygınlaştı artık.


Hemen yanındaki Koska her zamanki gibi rengarenk. Helvalar, baklavalar, şekerlemeler, lokumlar, badem ezmeleri, krokanlar derken Alis Harikalar Diyarı'nda gibiyim. Alacaklarımı sepete attıktan sonra üzerine yaprak fıstık boca edilmiş (!) sıcak helvadan denemek istiyorum.

Şekeriniz varsa aman dikkat, enerji deposu olduğu gibi şekeri olanlar için tadımlık yenmesinde fayda var. Turistler sepetlerini hediyelik lokumlarla dolduruyor.




Koska'dan çıkıp Tophane-i Amire'ye doğru ilerliyorum. Kemankeş Caddesi üzerindeki Fransız Geçidi’nden hiç geçmemiştim. Geçidin girişindeki Bej Kahve’yi de gelecek sefer denenecekler listesine ekliyorum. Keza dışarıdan hoş bir ambiyansı olduğu izlenimini ediniyorum.

Tophane-i Amire’de bilet kuyruğu içerden başlamış caddeye kadar inmek üzere. Serginin son haftası olduğu için yığılma olmuş, özellikle lise ve üniversite öğrencilerinin ilgisi büyük ve nihayet eserleri görmeyi başarabiliyorum. Bir esere aynı anda 3 kişi bakabiliyor olsak da keyifliydi, zihin açıcı ve şaşırtıcıydı.


2 sene önce Sabancı Müzesi’ne gelen eserleri hem daha fazlaydı ve katlara yayılmıştı hem de dünyaca bilindik eserlerdi ama gördüklerim de diğerleri kadar değerliydi. Çıkışta 5 yaşında olduğunu tahmin ettiğim küçük bir kızın Sürrealizmi ve Dali’yi annesine yetişkin bir insan gibi anlatışını ve yorumlayışını izlemek harikaydı..

Tophane-i Amire’den çıkıp kendimi karşısındaki İstanbul Modern'de Van Gogh sırasında buluyorum ancak o kadar uzun bir kuyruk var ve hava o kadar soğuk ki ertelemek zorunda kalıyorum. En güzeli bugünlük geziyi Tophane'deki kafelerden birinde nargile kokuları eşliğinde noktalamak. İstanbul Modern’in buradaki kafeleri de modernleştirdiğini eklemeden geçemeyeceğim.
 
Karaköy şüphesiz pek çoğumuzun zihninde bankalarıyla yer etmiş en eski ticaret merkezlerinden biri. Daha gezecek, görecek pek çok yer vardı. Salt Galata içindeki Garanti Bankası tarafından kurulmuş, geçtiğimiz yıllarda Bir İstanbul Masalı dizisinin çekimlerinde değerlendirilmiş Osmanlı Bankası Müzesi gelecek sefer daha uzun bir zaman diliminde ziyaret etmek istediğim diğer nokta.

Belirtmekte fayda var. Balıkçı malzemelerinden outdoor kıyafet ve aksesuarlara, dalış malzemelerine kadar pek çok seçenekle dolu mağazaları da yine Karaköy'de bulabilirsiniz.

 
Bol keyifler..

 

YAZI ve FOTOĞRAFLAR: HÜLYA MERAL

https://twitter.com/hulyameral







































BETÜL MARDİN'DEN..




Ağzından çıkan her söze hayran olduğum kadın..Betül Mardin..
Çok sevdiğim, birkaç kez de iş dolayısıyla konuşma fırsatı bulduğum ünlü PR gurusu Mardin'in gençlere tavsiyesi düştü yine mailime. Paylaşmadan edemedim.

Bu listeyi size iletmemin ve bu bloğun varolma sebebi biraz da 7. madde..



83 yaşındaki Betül Mardin bakın neler söylemiş..



1. Her sabah spor yapacaksın. Günaşırı filan değil evladım. Her sabah.
2. Hep çalışacaksın. Üreteceksin. Beynin meşgul olacak, hep koşturman gereken işler olacak.
3. Günceli takip edeceksin. Haber izle, dergi, kitap, gazete oku. Gündemi yakala. Her konuda kendini update et. Yeni çıkan kitapları da bil, yeni açılan lokantaları da, bu sene moda olan renkleri de.
4. Evlilik ise şart değil, kafanı takma. Gerekli de değil. Hatta şöyle söyleyeyim: One problem less! (Bir problem eksik!)


5. Çocuk meselesine gelince... Ha işte, burada akan sular duruyor. Yapabiliyorsan yap. Birini bu kadar çok sevmek, onun sorumluluğunu taşımak sadece onu değil, seni de mutlu eder. Doğurmayacaksan, evlat edin. O zaman da senin çocuğun değişen bir şey yok. Evlat edinmeyeceksen de, manevi çocuğun olsun, birini okut, geleceğini şekillendirmesine yardımcı ol.


6. Günde bir kere et ye. Mutlaka her öğün sebze ve meyve ye. Kusura bakma, ben tatlı severim. Tatlıdan uzak dur diyemeyeceğim!

 
7. Ölümden sonra yaşamak istiyorsan, günlük tut. O küçük notlar, hem kendi hayatının tanıklığı, hem de yarına kalan bir bilgi kaynağı. Mesele benim babam, hiç düşünmeden 60 sene boyunca her gün Ece Ajanda'sına o gün olanları yazmış. Hâlâ açıp okuyorum ve çok faydalanıyorum.
8. Olumlu olacaksın.


9. Bazı şeyleri kabul edeceksin. Bütün kadınların seni sevmesine imkân yok! Demek ki bazı kadınlara dikkat edeceksin.


10. Erkeklere gelince, aynı anda birkaçını sevmeyeceksin. Ama onların böyle bir yeteneği ve şerefsizliği olduğunu bileceksin!!


Betül Mardin:

1926 doğumlu olan Betül Mardin, Ünlü müzik yapımcısı Arif Mardin’in ablası ve tiyatro oyuncusu Haldun Dormen’ nin eski eşidir. Türkiye’ de halkla ilişkilerin temellerini atan kişilerden biri olarak bilinir.


Sevgiyle kalın..


HÜLYA MERAL

https://twitter.com/hulyameral








GARİPÇE KÖYÜ




Karadeniz'e komşu, Sarıyer'e 6 kilometre uzaklıktaki oksijen deposu Garipçe Köyü'ne gidiyoruz bu sefer.. 



Köyün girişi


 




İstanbul'un 8 köyünden biri olan aynı zamanda minyatür Karadeniz'i yaşamamıza da olanak sağlayan İstanbul'un yanıbaşındaki bu balıkçı köyüne gitmesi de vakit geçirmesi de son derece keyifli.


Haftaiçi Koç Üniversitesi öğrencilerini haftasonu da günübirlik tatilcileri ve motorsikletleriyle gruplar halinde dolaşmayı geleneksel hale getirmiş grupları ağırlayan Garipçe adeta bir vaha gibi..


Yıllardır adını duyduğum ama bir türlü fırsat yaratıp gidemediğim Garipçe'ye beni atan rüzgar geçtiğimiz yıl alınan kararla 3. köprünün bir bacağının buraya yapılacağı haberiydi. Haberle ayağa kalkan çevrecilerin eylemlerini, bildirgelerini basından duymuş, izlemiş olabilirsiniz.


 Ancak gittiğimde öğreniyorum ki köyün 1,5 kilometre ötesinden geçirilmesi planlanan köprü yolu Köy'ü etkilemeyecek. Aksine köy halkı köprü yapıldıktan sonra köyün popülaritesinin daha da artacağını düşünüyor.
 














Garipçe'yi upuzun bir sahil gibi düşünmeyin. Küçük ama şirin, birkaç mütevazı cafe-restoranın denizin dibinde yanyana dizilmesiyle oluşmuş alandan ibaret.


Siz kahvaltı ederken balıkçılar ya ağlarından balık ayıklıyor ya da açık denizde ağlarını yırtan yunusların açtıkları delikleri onarmakla uğraşıyorlar.
  

Köye girer girmez Garipçe'yi öven arkadaşlarımın dilinden düşüremedikleri isim KAŞI KUMLUK'un işletmecisi Trabzon Sürmeneli Kıvırcık Ali'yi (Ali Oğuz) buluyorum hemen. Kıvırcık Ali ismi gibi kıvırcık değil, lakabı buymuş..:) Garipçe'ye kim gelirse Kıvırcık Ali'de birşeyler yemeden ayrılmazmış, gelenlerin çoğuyla arkadaş olmuş. Kocaman bir networkü var kendisinin :)





Sabah yola erken çıktığım için hemen kahvaltı etmek istiyorum. Açıkçası sabırsızlanıyorum. Çünkü açıkbüfe kahvaltıda muhlama var..


Kıvırcık Ali gelmeden önce gelmek için söz verdiğimiz saate uymamız için bizi uyarıyor, 5 dakika geciksek yer kalmıyormuş. Sahiden de söylediği gibi oluyor. Gecikenler ayakta kalıyor veya yandaki restoranlara geçiyorlar.


Önce gidip mutfağı selamlıyorum ve neler olduğuna bakıyorum.


Taze pişmiş mısır ekmeği, çeşit çeşit Karadeniz'den getirilmiş peynirler, mis gibi kokan tereyağı, bal, yumurta derken aslında klasik bir kahvaltı buluyorum. Masaya sigara böreği, tereyağında sucuklu yumurta, muhlama geliyor. Çaylar termosta, bittikçe kendiniz dolduruyorsunuz.


Kahvaltı ederken kayık kiralayıp hafif hafif denize açılan gençleri izliyorum. Derken tipik Karadeniz yağmurunun burada da etkili olduğunu görüyorum. Keza atıştırıp duruyor.

 



Kahvaltı için restoranın üst katını da tercih edebilirsiniz. 5-6 kişinin sığabileceği bir terası var, manzarası mükemmel. Kışın üst katında kuzine soba yakılıp üzerinde kestane pişirilip çay demleniyormuş. Kahvaltı için gelenlerin yanısıra taze balık yemek isteyenler de Kaşı Kumluk'ta alıyormuş soluğu.



 


























Kahvemi de içtikten sonra (kalabalıktan kaynaklı aceleden olsa gerek kahve çok başarılı değildi.) restoranın sağ tepesinde görünen evi soruyorum. Erdal Özyağcılar'ın eviymiş.

 

Önceden çok sık geldiğini ama son yıllarda daha çok eşi Güzin Özyağcılar'ın ve kızının uğradığını öğreniyorum. Malum çok izlenen Yabancı Damat, Elveda Rumeli dizisi ve Maldivler'de çekilen Denizbank reklamlarından sonra Erdal Özyağcılar, TRT'de yayımlanan Bizimkiler dizisindeki günlerinden bile daha popüler oldu. Eminim Garipçe'ye gelmeye vakit bulamıyordur :)



Kıvırcık Ali'den Özyağcılar'ın evinin önünden ilerlersek orman yoluna çıkabileceğimizi öğreniyorum. Yağmurun çişe atmasına aldırmadan bahçeler içinden geçerek yürüyorum.



Hatta yıllar önce Karadeniz'den bu köye göçmüş, ineklerini otlatan Karadenizli bir teyzeye denk geliyorum. İneklerini fotoğraf çekmeme izin vermiyor:) Söylediğine göre biz şehirliler gelip ineklerinin fotoğraflarını çekiyormuşuz, sonra internette başkalarına gösteriyormuşuz. Nazar değiyormuş ve inekleri yeteri kadar süt vermiyormuş:) (Flaşsız çektim ama hadi bana saklı kalsın)





Derken hafif tempoyla rahatça çıkabildiğim tepeye geliyorum. Solumda Ceneviz yapımı kale, karşımda Beykoz-Poyrazköy, karşı sağımda Anadolukavağı, önümdeyse denizin ortasında dans eden yunusları izliyorum. Ağları deldikleri için balıkçıların kabusu olan yunuslar ufak bir gösteri sunuyor. Manzara mükemmel ve ıslanmış toprağın kokusu taze taze burnuma geliyor.


Kale


 



Yağmur gittikçe hızlanıyor, bitki örtüsü tepede alçak çalılıklar olduğu için saklanacak büyük bir ağaç bulamayıp sırılsıklam oluyorum ama hiç şikayetçi değilim.
 

Yağmur biraz dinince dönüşe geçip tekrar köyün meydanına geliyorum. 5 dakikalık bir yürüyüşle meydanın hemen solunda bulunan 550 yıllık Kale'yi görmek için iki tarafı taş duvarla örülü geçitten geçip demir kapıdan ilerliyorum.


Tuğla duvarlar, mahzenlere giden basamaklar, tabyalar, derken bakımsızlıktan yok olmakta olan bir antik yapı ile karşılaşıyorum. Sonradan duyduğum söylentiye göre 3. köprünün bir ayağının buraya inşa edilecek olması bölgeye olan ilgiyi arttıracağı için Kale ve çevresiyle ilgili ciddi turizm yatırımı planlanıyormuş. Aslına sadık kalınarak bir bölümü hamam, bir diğer bölümü sosyal tesis olarak restore edilecekmiş.
 

Kale'den inerken sağda KALEDİBİ CAFE'de oturup bir dinlenme çayı içip waffle söylüyorum. Porsiyonları ve malzemesi bol değildi ama tadımlık birşeyler isterseniz ideal.


Garipçe'de özellikle motorsiklet tutkunlarının müdavimi oldukları bir diğer mekan ASMAALTI CAFE-RESTORAN. Köyün girişindeki iki kattan ibaret, asmalarla çevrilmiş bu naturel mekanda, cafenin girişini çepeçevre sarmış koyu pembe güllerle selamlanıyorsunuz.






Daha bahçesine adım atar atmaz restorana kadın eli değdiği belli oluyor. Her masanın yanından rengarenk bir çiçek, bir ağaç uzanıyor.

 
Asmaaltı'nda Karadeniz kahvaltısı yapabilir, geç geldiyseniz taze balık çeşitlerinden deneyebilirsiniz. Restoranın kışın kullanılan iç kısmında kuzine soba, karadenize özgü yöresel eşyalar ve kıyafetler hoş bir dekor oluşturmuş. Kışın kuzine sobada kestane pişirilip gelen misafirlere ikram ediliyormuş.

 



Köyün küçük meydanında erişte, tereyağı, peynir, köy yumurtası, bal, mısır ve taze sebze-meyve satan köy pazarı kurulmuş.



Kahvaltıyı Garipçe'de yaptıktan sonra hemen yanıbaşındaki köy Rumelifeneri'nde öğlen yemeğinizi yiyebilir, Seanergy Beach içindeki Atlıtur Garden'da ata binip, yorgunluğunuzu hamakta sallanarak atabilirsiniz. Yaz sezonunda gidecekseniz Seabeach'in kumsalını da değerlendirin derim.


GARİPÇE'YE NASIL GİDİLİR?

Garipçe'ye gitmek için Sarıyer'den Kilyos'a doğru ilerledikten sonra Koç Üniversitesi'nin Rumelifeneri ayrımından sapıp 6 kilometre kat ediliyor. Sonrasında Garipçe tabelası sizi yönlendirecektir.

Otobüsle gitmek isterseniz Sarıyer'den kalkan 150 numaralı Rumelifeneri otobüsü de sizi köye ulaştırıyor. Gitmeden önce kalkış ve dönüş saatlerini öğrenmenizde fayda var.

Bol keyifler..

YAZI ve FOTOĞRAFLAR: HÜLYA MERAL