KADININ ADI VAR MI?

 
Geçen yıl bu zamanlar tam da Defne Joy Foster'ı kaybettiğimiz, sonu gelmeyen tartışmalar içine girdiğimiz bir süreçte yazmıştım bu yazıyı. Bir sene içersinde aile içi şiddet konusunda gıdım gıdım ilerleme kaydedilmesine rağmen Bakanlığın başlattığı yenilikler ve emniyet içersinde aile içi şiddet uzmanlığı birimlerinin kurulması yönünde atılan adımlar biraz olsun umutlanmamı sağladı ama bu demek değil ki her gün gazetelerin 3. sayfalarında KADINLAR aleyhine artık kötü haber okumayacağız..Bu yüzden geçen yılki yazıyı yeniden hatırlamamızda fayda var..
 


TÜRKİYE'DE kadın olmak zor. Gün geçmiyor ki kadınlarla ilgili tartışmalı bir konu gündeme gelmesin. En son sunucu- oyuncu Defne Jof Foster’ın vefatının ardından ‘Su testisi su yolunda kırılır’ gibi ağır bir ithamla çalkalandık. Ardından ‘Dekolte giyen tecavüze uğrar’ diyebilecek kadar ‘bayağı’ düşünen bir ilahiyat profesörünü bile duydu kulaklarımız. Daha dün 12 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden 28 adamın cezası ‘kızın rızası olduğu için’ mahkeme tarafından hafifletildi haberlerini okuduk. Böylesine vahim hallerdeyiz anlayacağınız..



Doğduğu andan itibaren kendisine görev gibi sunulmuş evişlerini halletmenin yanısıra çalışma hayatında yer alan, eve maddi gelir sağlayan, market, alışveriş, kuru temizleme gibi detayları koordine eden, ailenin sosyal hayatını düzenleyen, çocukların bakımı ve eğitimleriyle ilgili ayrıntıları planlayan kadın, varoluşunu yeniden sorgulamak, kendisine uygulanan şiddetle mücadele etmek, aynı zamanda bu tarz ithamlara ve haksız kararlara karşı dik durmak için yoğun bir çaba sarf etmek zorunda.

Tüm bu çaba daha adil ve yaşanabilir bir dünya yaratmak için..


Hepimiz dünyaya birtakım özellikler taşıyarak geliyoruz. Gözlerimizin, saçımızın rengi, cinsel organlarımız, hormon dengelerimiz, zihinsel, duygusal eğilimlerimiz, yeteneklerimiz farklı. Ama bu özelliklerin, eğilimlerin ve yeteneklerin biçimlendirilmesi ve onlara değer biçilmesi tamamen toplumsal ve tarihsel koşulların ürünü, asla genetik değil. Yani sanılanın aksine şiddet, genlerimizden gelmiyor, tamamen yaşanılan toplumda kazanılmış karakter ve öğretilerle oluşan eylemlerden kaynaklanıyor.



Dolayısıyla kadın veya erkek olarak doğmuş olmak, genel ahlak ve namus anlayışı, gelenek- görenekler, toplumsal ve ekonomik yapı, eğitimin düzeyi ve niteliği, ataerkil erkek egemen toplum anlayışı gibi faktörlerle birleşince kadının ‘öteki’ konumuna indirgendiği, nesne olarak değer biçildiği bir toplumla karşı karşıya kalıyoruz.




Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün yaptığı araştırmaya göre 36 milyon kadın nüfusun yaşadığı ülkemizde 18 milyon kadın şiddet görüyor. ‘İkinci’ ve ‘öteki’ konumuna indirgenen, ekonomik özgürlüğünü kazanma olanağı bulamayan, sürekli baskı altında tutulan ve ‘hayatının öznesi olma’ hakkı ve şansı elinden alınan kadın, bir süre sonra aile içindeki şiddetten dolayı sürekli kendini suçlayan bir davranış içine giriyor, pasif, pesimist davranışlar sergiliyor.


Bir kısmında kişilik bozuklukları, depresyon veya şizofrenik eğilimler gözleniyor.








Bu durum toplumsal yapının sağlıklı işlememesiyle, yıkımlarla sonuçlanarak inşa etmeye çalıştığımız ideal toplum yapısından uzaklaşmamıza ve çöküşümüze sebep oluyor.


Tüm bunlara rağmen iyi haberler de var diyebiliriz. Uzun yıllardır kadın ile şiddet kelimesinin yanyana kullanılması bir tabu iken son 10 yılda kadına şiddetle mücadelede, kadının ekonomik anlamda güçlendirilmesinde, sosyal hayata ve eğitim hayatına katılımında muazzam bir değişim ve dönüşüm olduğunu görüyoruz.



Çözüme yönelik çalışmaların hız kazanmasında mücadele eden kadınların yanısıra yurtdışından fon sağlanması, özel sektörün ve finans sektörünün desteği, sivil toplum örgütlerinin bilinçli çalışmaları büyük önem taşıyor elbette. Buna rağmen şiddet bitmiyor ama azalma sağlanıyor veya çözüme yönelik reflekslerde ciddi bir ilerleme kaydediyoruz. 

Kadınlara uygulanan şiddetin, kanunlarımızdaki haksızlıkların, tacizin, tecavüzün, zorla evlendirilmelerin, namus cinayetlerinin, ahlâk konusundaki çifte standartların, kız çocukların okutulmamasının, kocaya satılmasının, bekâret kontrollerinin, kumanın, berdelin, başlık parasının, çağı geçmiş geleneklerin, kadının zorla ev içine mahkûm edilmesinin, kendi bedenine sahip çıkamamasının, çok çocuk doğurtulmasının, evin reisinin erkek olmasının sorgulandığı bir dönemden geçiyoruz.

Üniversiteyi bitiren her iki erkeğe karşı üç kadın mezun

Hangi nedenle olursa olsun, baskı altına alınan, hırpalanan, canı acıtılan her tür canlı, bir an gelir uyanır, ayaklanır ve hakkını ister. Kadını erkeğin boyunduruğundan kurtaracak olan şeyse çalışma yoluyla gelen hak ve özgürlüktür. Kadınlar bu düşünceden hareketle gitgide bilinçleniyorlar, hızla uyanıyorlar ve bunun yolunun eğitimden geçtiğinin farkındalar.

Şu anda dünya genelinde inanılmaz ve daha önce karşılaşmadığımız bir süreç yaşanıyor. Bugün üniversiteyi bitiren her iki erkeğe karşı üç kadın mezun oluyor. Kadınlar ve erkekler arasındaki güç dinamikleri çok hızlı bir değişim evresinde. En önemli yerlerde kadınlar herşeyi kontrol altın alıyor, pekçok meslekte sayıca baskın hale geliyorlar. Yöneticilerin %50’den fazlası kadın. 

Yapılan araştırmalar bundan sonraki 10 yıl içinde büyüyeceği tahmin edilen 15 sektörün ikisi hariç diğerlerinde kadınların baskın olacağını ve global ekonominin el değiştirip kadınların erkeklerden daha başarılı olabildiği bir yer haline geleceğinin sinyallerini veriyor.
 

Kadınlar dünyayı değiştiriyor

 
Bu ekonomik değişiklikler kültürümüzü, alışkanlıklarımızı, yaşam koşullarımızı, harcamalarımızı hızla etkiliyor. Elbette dizilerimizi, evliliğimizi, flört sürecimizi ve Kanuni, Behlül, Ezel, Hürrem, Bihter, Evşen’li yeni süper kahramanlarımızı da.

Yıllardır bilincimize işleyen ‘ilk doğan erkek çocuk’ fikri ise şimdilerde oldukça demode. Erkeğin her zaman egemen olduğu 200.000 yıllık bir süreç artık gerçekten de sona eriyor.






Keza istatistikler ve nüfus sayımları Hindistan, Çin, Güney Kore gibi ataerkil toplumlarda bile ailelerin artık eskisi gibi erkek çocuk istemediğini, Amerikan üreme merkezlerinde çiftlerin %75’inin kız çocuk talep ettiğini gösteriyor.




İçinde bulunduğumuz ekonomik gelişmeler aile ve evlilik yapısında da son 10 yıldır değişimi zorunlu kılıyor. Kadınlar işgücünün büyük bölümünü oluşturuyorlar.


ABD’de yapılan kamuoyu araştırmaları genç kadınların genç erkeklerden daha çok kazandığını ortaya koyuyor. Bu kadınların ortak noktası kendilerini çevrelerindeki erkeklerden daha çok para kazanır şekilde düşünerek yetiştirilmeleri.

Omega erkek sayısı artıyor
 

Şimdiye kadar üretim ve tüketime dayalı bir ekonomimiz vardı, şimdiyse hizmet sektörüne, bilgi sektörüne ve yaratıcılığa dayalı bir ekonomimiz var. Kadınlar bu becerileri edinmede erkeklerden çok daha ilerideler. Çünkü günümüzdeki ekonomi artık bambaşka beceriler gerektiriyor. Akıllı olmanız, konsantre olmanız, insanları dinlemeniz, açık olarak iletişim kurmanız ve eskisinden farklı çok daha değişken olan bir işyerinde çalışmanız lazım.




Bunlar kadınların çok iyi yaptığı şeyler. Dolayısıyla genellikle iş bulamayan, ebedi ergen, sevimsiz yabani, mutlu bir koltuk müptelası olarak karşımıza çıkan ‘omega erkek’ sayısı gittikçe artıyor.

Hindistan’da fakir kadınlar erkeklerden daha hızlı İngilizce öğreniyor ve Hindistan’da büyük endüstri olan çağrı merkezlerinin ihtiyacını karşılıyor. Çin’de özel girişimlerin sayısı artıyor, kadınlar yatırıma daha çok önem veriyor. Güney Kore gibi 1970’ler ve 80’lerde kadının sosyal yerinin yasalarla ikinci sınıf olarak düzenlendiği ataerkil toplumda, kadınlar erkek çocuk doğuramazlarsa cariye/kuma muamelesi görüyorlardı. Aileler kızlarının canını alması için Tanrı’ya yalvarıyorlardı ki yerine bir erkek çocuk gelebilsin.




Şimdiyse tüm dünyada tersine bir dönüşüm yaşanıyor. Kadınlar nesne olmayı reddedip, onları nesne olarak görenleri özne olarak görmeye zorlayacaklarının sinyallerini veriyor.
 

Tüm bunların ışığında söylemek gerekir ki bilgi ve bilim çağının gelecek günlerinde kimse kimseye istemediği bir şeyi zorla yaptıramayacak. Dolayısıyla erkekler artık ‘nerede yanlış yapıyorum, ne yaparsam daha adil, daha sürdürülebilir, daha barış dolu bir yaşam varolabilir önümde’ diye şapkayı önüne koyup düşünmek, gerekiyorsa destek almak zorunda.
 

Artık kadın veya erkek herkes için değişim zamanı..


 



Türkiye’de bu değişimin öncülerinden aile içi şiddeti, özellikle kadına yönelik şiddeti önemseyen, kendilerini kadın sorunlarına vakfeden, kadının elinin güçlenmesi ve bilinçlendirilmesi için yollar, şehirler kat eden, yüzlerce kadına yardım eli uzatan, kadınların sesini kamuoyunda duyurmak için yıllardır emek sarf eden bir ekip ve proje var ki son 7 yıldır kadınların hayatına dokunmayı başarıyor.



'Aile İçi Şiddete Son' Proje Kooordinatörü Neşe Hacısalihoğlu ile gerçekleştirdiğim söyleşi her bireyin ve kurumun yapacak birşeyi olduğu fikrini yeşertiyor içimde.



Türkiye’de 36 milyon kadın yaşıyor. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün araştırmasına göre ülkemizde her 10 kadından dördü şiddet görüyor. Kırsal kesimde bu oran beşe yükseliyor. Bu sonuç Türkiye’de 18 milyon kadının şiddet gördüğü anlamına geliyor.

Aile içinde şiddet uygulayanlara da şiddet mağdurlarına da toplumun her kesiminde rastlanabiliyor. Birçok kadın birlikte yaşadığı erkek veya kocası tarafından şiddete maruz kalıyor ve bu şiddet sınıf, etnik köken ve sosyo-ekonomik düzey gözetilmeksizin uygulanmaya devam ediyor.

Kadının nitelikli bir yaşam sürmesinin önünde engel oluşturan ve çözüme kavuşması gereken pekçok konu da önemli bir sosyal sorun olarak karşımıza çıkıyor.


‘Kadının adı yok’ söylemlerinin üzerinden henüz çok geçmemişken sessiz kalmayı reddedip kadınların yaşadığı bu kısır döngüyü değiştirmeye gönüllü bir proje ise son yıllarda sık sık gündeme geliyor.



Hürriyet Gazetesi’nin sosyal sorumluluk projesi olarak 7 yıldır başarıyla yürüttüğü Aile İçi Şiddete Son Kampanyası’nı, kampanyadan hareketle 2007’den bu yana kadınlara destek olmayı amaçlayan Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı’nı ve gelişmeleri proje Koordinatörü Neşe Hacısalihoğlu konuştuk.
 

Kadın neden şiddet görür?

Kadın birçok nedenle şiddet görür. Temelde 10 kadından 4’ü şiddet görüyor, dünyada da durum çok farklı değil, ortalama 3-4 kadından biri şiddet görüyor. Projeye başlarken şiddetin normal aile yapısı içinde görülen bir davranış olduğu bilgisinden yola çıktık. En çok üzerinde durduğumuz ‘öğretilerimiz’.



Toplumun da şiddeti beslediği, şiddeti çocuk yetiştirme biçimi olarak kullandığı ve bu nedenle şiddet gören ya da gözleyen çocukların yetişkin olduğunda %30’unun ailesine şiddet gösterdiğini söyleyebiliriz. Bu çok büyük bir oran. Şiddet, ailenin içinde öğrenilen bir sorun çözme davranışı olarak öğretiliyor. Çocukken ailede, yetişkin olduğunda kendi ailesinde ve kendi çevresinde yaygın bir şekilde şiddet uygulayan erkeklerin çoğu başka bir yol öğrenemiyor. Değer yargılarımızı gözden geçirmemiz, yeni değer yargıları oluşturmamız lazım, burada topluma çok büyük görev düşüyor.

SESSİZ KALMAKLA ŞİDDETİ BESLİYORUZ
Şiddet aile içi bir mesele midir?

Hala aile içi meseledir diyen oran çok yüksek, komşumuzda ses duyduğumuzda müdahele etmiyoruz, belki ölümle sonuçlanıyor. O nedenle şiddeti besliyoruz, onaylıyoruz.




Sokakta anne çocuğuna ‘edepsizlik ‘gibi ifade edilen tavırlar gösterdiğinde haksız değil, çocuk hak etti diye onaylıyoruz. Bu daha ilerde ergen çocukları da durdurma biçimi olarak uygulanıyor, ona da ses çıkarmıyoruz, eti senin kemiği benim deyip öğretmene veriyoruz. Kızını dövmeyen dizini döver deyip kendi evladımızı döverek terbiye etmeye çalışıyoruz. Değişmekte olan ülkelerde şiddet daha beslenen bir şey, adına töre diyoruz, namus diyoruz, bir şekilde bunları haklı çıkaracak, normalleştirecek yollar bulmaya çalışıyoruz.


HER İKİ KADINDAN BİRİ FİZİKSEL ŞİDDET GÖRÜYOR

Kadınlar size en çok hangi şikayetle geliyor? Daha çok hangi şekilde şiddet görüyorlar? Fiziksel şiddet mi ruhsal şiddet mi, ihmal mi?
Kadın farkındaysa paylaşıyor. Bizi her 2 kadından biri fiziksel şiddet nedeniyle arıyor ama fiziksel şiddet hiçbir zaman tek başına değil. Duygusal şiddet ya da cinsel şiddet, ekonomik, sosyal şiddet de buna eşlik ediyor mutlaka. Sadece duygusal şiddet nedeniyle arayan da var, arayan 4 kadından biri duygusal şiddet gördüğünü iletiyor. 

Cinsel şiddet zaten en zor ifade edilen şiddet türü ancak kadın fiziksel şiddet nedeniyle aradığında konuşmalarından çıkarabiliyoruz. Sosyal şiddet hiç ifade edilmiyor. Kadın, ailesiyle görüştürülmemesini kıskançlığa bağlıyor ama aslında bu sosyal şiddet.


Zorla evlendirilme, arkadaşlarıyla, komşularıyla görüşmesini yasaklama biçiminde karşımıza çıkıyor sosyal şiddet. Şiddet gösteren bir şekilde mağdurun çevresini daraltıyor. Çünkü ne kadar az insan bilirse o şiddet o kadar devam edecek ve rahat uygulayacaktır. Kadın genelde ihmal edildiğinin çok farkında olmuyor.

KADINLARIN BANKAMATİK KARTI ERKEKLERİN CEBİNDE


Ekonomik şiddet hiçbir zaman tek başına olmuyor, hakaret, aşağılama ya da fiziksel şiddetle destekleniyor. Ülkemizde birçok kadın ekonomik şiddeti gönüllü olarak kabul ediyor. Birçok kadının bankamatik kartı kocasındadır. Bütçe ortak yapılıyorsa bankamatik kimde olursa olsun fark etmez ama bizim ülkemizde genelde bütçeyi erkek kendi istediği biçimde yapar, kadın ne kadar maaş aldığının bile farkında değildir. Kadın çalışıyor olmasına rağmen, gönüllü olarak kartı kocasına verir, bazı kadınlar istemediği halde vermek zorunda kalırlar.
 

Üniversite mezunu pekçok kadın var, evlendikten sonra çalıştırılmıyor. Çalışmaya gücü, yetisi var ama bir insanın baskısıyla çalışamıyorsa bu da ekonomik şiddettir. Sadece para değildir konu, kadının varoluşu var, erkek onu yok ediyor.




ŞİDDET KONTROL EDİLEBİLİR

Şiddetin bir nedeni de biyolojiktir diyebilir miyiz?


Doğuştan gelen bir şey yok. Bizim doğuştan getirdiğimiz şey ‘kızgınlık duygusu’dur. Bu duygu aslında bizi iki şekilde korur. Biri bizim haklarımıza tecavüz ettiğinde, sınırımıza girdiğinde kızarız ya da kendi hayat hedefimizden saptığımızda kızarız ama saldırganlık, şiddet bu kızgınlık kontrol edilemediğinde ortaya çıkan bir davranış biçimi. Şiddet kontrol edilebilir, doğuştan gelen bir şey değil. En çok da ‘öğretiler’le ilgili bir durum.


ŞİDDET GÖSTEREN DE MUTLU DEĞİL


Şiddet uyguladığını söyleyen/kabul eden ve sizden yardım isteyen erkekler var mı? Nasıl yardımcı oluyorsunuz?


Aile İçi Şiddet Yardım Hattı’nı %3 oranında erkekler de arıyor. Çok az bir kısmı ‘ben şiddet gösteriyorum ama göstermek istemiyorum, bana yol gösterin’ diye arıyor. Bizi aradıklarında hattı özel eğitim almış psikologlar açıyor, arayanın durumuna göre konuşuyor ve yönlendiriyorlar. Genellikle daha profosyonel desteğe ihtiyaçları oluyor. Psikolojik destek almaya yönlendiriyoruz, bazıları gitti ve başarılı da oldular. Erkeklerin ‘öfke kontrolü’nü öğrenmeleri gerekiyor.
Erkek bizi aradıysa birşeyleri paylaşma ihtiyacında oluyor ve tabii ki konuşuyorlar. Çünkü şiddet gösteren de mutlu değildir. Değişimin çok verimli olması isteniyorsa düzenli psikolojik destek alınması lazım.


GENÇLERE VE ÇOCUKLARA ŞİDDET DE ÇOK YAYGIN
Kadın kadar çocuklar da şiddete maruz kalıyor, hem anne hem baba dövüyor. O yüzden Aile İçi Şiddet diyoruz. Çevreden çocuğunu döven anne babayı da şikayet eden tanıdıkları, komşuları olabiliyor. Onlara da müdahele ediyoruz. Çocuk polisiyle veya sosyal hizmetlerle işbirliği içinde hareket ediyoruz. Gerçekten şiddet varsa belki koruma altına alınıyorlar veya aile sosyal hizmetler tarafından psikolojik destek almak üzere aile danışma merkezlerine yönlendiriliyor. Yine çocucuğunu döven ve pişman olan annelere de yol gösteriyoruz.



Genç dediğimiz grup var. Ailenin şiddetinden dolayı bizi arayan, psikolojik şiddet gören, babanın, ağabeyin, amcanın yakın akrabaların şiddetinden şikayet ederek arayan var. 18 yaşını geçen genç kızları sığınma evine gönderebiliyoruz. Bu yaşın altındaki küçükleri de yetiştirme yurtlarına gönderiyoruz ama 18 yaşından büyük erkekler için hiçbir şey yapamıyoruz, onları sokağa bırakıyoruz, bu çok acı. Ülkemizde 18 yaşında olan çok küçük bir azınlık ekmeğini kazanabiliyor dolayısıyla ona güvenli bir yer sağlayamamak da büyük bir problem.


Kadınlar için durum nasıl? Varolan sığınma evleri ihtiyacı karşılıyor mu?


Türkiye genelinde 60 sığınma evi var. 50.000’i aşan belediyelerde sığınma evi açma zorunluluğu var ama 50.000’in altındaki yerlerde zaten yok, üstündekilerin çoğunda yok. Şu an koskoca İstanbul’da 10 tane sığınma evi var, kapasiteleri 300’ü bulmuyor. 15 milyonun yarısının kadın ve çocuk olduğu bir nüfusta bu sayı çok yetersiz, acil durumda olanlar alınıyor ama bu sefer ötekiler acil duruma gelmiş oluyor. Acil duruma geldiklerinde zaten bir travma yaşadıkları için üzerlerinde daha fazla çalışmak gerekiyor, daha fazla kalması gerekiyor ama 3-6 ayda ortalama barınma süresi var.


Mor Çatı’da genellikle ayakları üzerinde duruncaya kadar kalıyorlar. Bu şiddet yaşamış ve evini terk edecek duruma gelmiş kadın için hiç yeterli değil. Çalışmamışsa, hiçbir vasfı yoksa durum daha zorlaşıyor.

EĞİTİMLİ KESİM DAHA ZOR PAYLAŞIYOR


Şiddet öyle bir şey ki kadın çok pasifize, kendini güvensiz hale getiriyor. O yüzden üniversite mezunu olup parasını kazananların da şiddet gördüğü halde evden uzaklaşamadığını görüyorsunuz.

Eğitimli kesim daha zor paylaşıyor, eğitimsiz olan daha rahat ifade ediyor. Eğitimli olan bunun bir suç olduğunu, buna katlanmaması gerektiğini biliyor ama çeşitli nedenlerle anlatamıyor. Eğitimsiz olan diyor ki benim eğitimim yok, param yok, nereye gideyim, mecburen anlatıyor. Eğitimli olanlar kendi açılarından böyle bir mecburiyetleri olmadığı için saklıyorlar. Öyle bir kısır döngü ki duygusal olarak o çemberin içinden çıkamıyorlar.


Boğaziçi Üniversitesi ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet’ alan araştırması yaptı. Araştırmanın bir sonucunda gelir seviyesi erkekten yüksek olan kadının %42 oranında daha çok şiddete maruz kaldığı sonucu çıktı. Katılır mısınız?


Eğitim ve gelir düzeyi arasındaki orantısızlıklar şiddetin nedeni değil arttırıcı etkenidir. Normalde o insan şiddet göstermeye eğilimli değilse böyle bir bahaneye sığınmaz ama zaten şiddet göstermeye eğilimliyse, öfkesini kontrolde kullandığı bir yöntemse o zaman bu onun için bir bahane, arttırabilir. Hattı arayıp da kocam ilkokul mezunu ben üniversite mezunuyum onu için bana fiziksel şiddet uyguluyor ya da ben kocamdan daha çok kazanıyorum, mümkün olduğu kadar bunu hissettirmemeye çalışıyorum ama hiçbir şey değişmiyor, şiddet görüyorum diyen oluyor.


Evin gelirini erkek sağlar, evde otorite erkektir düşüncesi var temelde. Erkekler otoriteyi parayla da birleştiriyorlar. Evin geçimini sağlayamadığında karısı ondan daha fazla kazandığında bu bir eziklik duygusuna o da kızgınlığa, kızgınlık da şiddete yönlendiriyor. Kararları kadının vereceği endişesi oluyor.
 

Peki kişinin karakteri şiddeti etkiler mi?
 

Karakter doğuştan gelen bazı şeyler. Karakterin oluşumunda ailenin çocuğu yetiştirme dönemindeki öğretileriyse evet o zaman karakterler arasında farklılık oluyor ya da işte genç kızlarımıza nasıl birini istersin diye sorduğumuzda güçlü, kuvvetli, vurdumu ses getiren..vs. diyorlar. Maço tipi yüceltip ona yöneldiklerinde yarın hakkaten o vuruş onlara yöneliyor. Biz bazı şeyleri kendimiz destekleyip idealmiş gibi sunuyoruz. Kadın olarak bunları besliyoruz. Oğlumuza güçlü ol, ağlama diye öğretirken kızmıza da adam gibi birini seç, karı gibi gülüyor, kılıbık diye öğretiyoruz..
KILIBIK ÇOK İDEAL BİR ERKEK MODELİ


‘Kılıbık’ çok ideal bir erkek modelidir, kılıbık diye yaftalanır bizim ülkemizde. Karısına işinde, herşeyinde yardım eder, oturur konuşur, paylaşır. Bu aslında idealde istediğimizdir ama toplum tarafından yadırganır. İnsan olarak kadından birşey görmek istiyorsa biraz yükünü paylaşmalı erkek. Bazen eğitimlerde rastlıyoruz erkek karımı seviyorum, evimiz yüksek, cama çıkmaya korkuyor, silebilirim ama 1-2 sildim, çevreden bir sürü şey söylendi, şimdi geceyarısı siliyorum diyor. Mahalle baskısıyla olacak olan da engelleniyor.


Mesela çok yaygındır. Erkek annesi babası geldiğinde çok başka davranır. Onlar geldiğinde oturur, onlar yokken kadına çok yardımcı olur. Çünkü onların öyle bir oğul beklentisi var, o da ona uymaya çalışıyor.



2008 ve 2009’da Hürriyet Gazetesi işbirliğiyle ‘Hürriyet Hakkımızdır Treni’ projesi kapsamında tüm Anadolu’yu gezip toplumu bilinçlendirmek için çalışmalar yaptınız, oradaki durumu gözlemleme şansınız oldu. Nasıldı geridönüşümler, toplumun ilgisi? Büyükşehirle orayı karşılaştırdığınızda kırsal kesim daha mı fazla şiddet görüyor, Paylaşabildiler mi sizinle?


İlk sene ‘farkındalık yaratmak’ için halka eğitim verdik. Orada da gittiğimiz her ilde ya da ilçede gönüllü katılan halka farkındalık eğitimi sunduk. Güneydoğu’ya doğru gidildikçe eğitime katılan kadınların sayısı çoksa ve kadın kadınaysak daha çok paylaştıklarını gördük. Erkeklerin olduğu ortamda seslerini çıkarmıyorlar. Ege’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de öyle değil. Daha rahat ifade ediyorlardı.

EN VAHİM DURUMDA OLAN YERLER BÜYÜK ŞEHİRLER

Her yerde şiddet var. Batı’nın doğudan hiçbir farkı yok. En vahim durumda olan yerler büyük şehirler. İstanbul mesela. Varoş dediğimiz bölgelerde kendi köy ortamındaki özgür alanından kopup buradaki dört duvar arasına sıkıştırılmış birçok kadın var. Köydeki güvenli alanından da sıyrıldığı için erkek tarafından da baskı artıyor, daha çok geçimsizlik var. Şiddeti arttırıcı etken büyük şehirde daha çok.
 

Öte yandan kırsal alanda kadınlar henüz şehirdeki kadar haklarının farkında değiller. Yaşamı olduğu gibi görüyorlar, erkek sever de döver de mantığı var.

İÇ ANADOLU ŞİDDETİ KABULLENİYOR, DOĞU’DA TAM TERSİ
İç Anadolu’da şiddeti kabullenme var. Şiddet görüyorlar ama hak ettiklerini düşünüyorlar. Güneydoğu’daki kadınlar kabul etmiyorlar, haklı bulmuyor, karşı çıkıyorlar. Birçoğu yasal haklarını bilmiyordu, şiddetin bir suç olduğunu bile farkında değillerdi. Sosyal, cinsel, ekonomik şiddetin şiddet olduğunun farkında bile değillerdi.
2. yıl şunu fark ettik. Henüz Türkiye’de bir sistemleşme yok. Görünürde var gibi. Yasalar, polis, sığınma evleri var ama kadın polise gittiğinde yasaların gerektirdiği gibi işlem görüp sığınma evine hemen geçemiyor, o süreç çok kolay değil. Kurumlar arasında bir kopukluk var, yeni bir eğitim programı hazırladık.
2. yılda mağdurla ve suçluyla çalışan bütün kurumlar polis, sosyal hizmetler, sağlık, jandarma, nüfus gibi kurumları biraraya toplayıp mağdur olana nasıl etkin bir biçimde uzun süreli yardım edilebiliri araştırdık, bunun eğitimini verdik. 3 yıldır hattaki gelişmeyi görebiliyoruz. Aldığımız duyumlara göre emniyet içersinde aile içi şiddete yönelik birimler oluşturmak üzere çalışmalar var. Bu çok önemli bir gelişme.



AYIP KAVRAMINI VURGULAMALIYIZ

Ayıp kavramını vurgulamalıyız. Şiddet göstermek ayıp, utanç verici bir durum. Birey olarak bunu yapanın ayıplanması gerek, sırtının sıvazlanmaması, desteklenmemesi gerek. Temelde konunun ilköğretim müfredatına girmesi lazım. Kişinin öfkesini nasıl yöneteceği, çatışmaları nasıl çözümleyeceği öğretilse şiddet belki yarıya düşer, tamamen ortadan yok olması mümkün değil. Çünkü kızgınlık güçlü bir duygu, şiddetle sonuçlanıyor.
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü bütün devlet kurumlarına eğitim veriyor. Biz de erkek zihniyetini değiştirmeye yönelik bir eğitim programı hazırlıyoruz bu yıl. 11 Mart’ta nöropsikolog Michael Koffman’ı ağırlayacağız.


Fiziksel istismara maruz kalmış kadınlar genellikle ciddi bir sorun olmadığı sürece acil servis veya doktora başvurmuyor, başvurduklarında ise korkudan ve çekingenlikten geliş sebeplerini saklayıp konunun aile içinde kalmasına özen gösteriyorlar. Sizin şiddet gören ve bunu kendi içinde çözmeye çalışan kadınlara önerileriniz ne olur?


Sığınmak istiyorum diye arayanların büyük çoğunluğu ekonomik yönden kocasına bağımlı yaşayan, kalifiye bir eğitimi, işi olmayan, çaresiz kadınlar. Genel tablo bu.


Bizden illa bir şey istemeleri gerekmiyor sadece paylaşmak iyi gelecekse arasınlar. Bazen paylaşmak ve rahatlamak da etkili oluyor. Arayan hiçkimseyi ne ayıplıyoruz ne yargılıyoruz ne de suçluyoruz. İstemediği birşeye zorlamıyoruz sadece ona destek olmaya çalışıyoruz. Anlatmak, haklarını öğrenmek ya da nereye başvurmak istediğini öğrenmek istiyorsa mutlaka destek oluyoruz. Yeter ki arasınlar.


ŞİDDET GÖREN KADIN UTANIYOR
 

Ters işleyen bir çark var. Şiddet gören kadın fark edildiğinde ‘seni sıkıntılı görüyorum, paylaşmak istersen buradayım’ mesajı verilmeli. Kadın utanıyor ama birgün yardım istemeye karar verirse onu görmezden gelenlerden istemesi çok daha zor. Görüp ihbar etmemek bir suç. Ona hiçbirşey söylemeden arayabilirsiniz. İhbarda bulunabilirsiniz. Kadın çaresiz değil, kabullenmek zorunda değil.


Kadınlar ‘yardım hattı’ haricinde nerelere başvurabilirler?
 

İlk etapta acil durumsa 155 Polis, 156 Jandarma. Bir de sosyal problemi olan çocuk, kadın ve yaşlılar için 183 Sosyal Hizmetler Hattı aranabilir. Bize ulaşmak isterlerse 7 gün 24 saat 0 (212) 656 96 96 ve 0 (549) 656 96 96 numaralı Acil Yardım Hattı’nı arayabilirler.

7 SENE ÖNCE AİLE İÇİ ŞİDDET DİYE BİR KAVRAM YOKTU
Son 10 yılda oldukça önemli bir yol kat edildi..

Bizim kampanyanın çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Basının bu işin içinde olması kurumları da daha harekete geçirdi. Polis ve sosyal hizmetlerin birer hattı vardı ama ikisinin arasında bir boşluk vardı. Aile İçi Şiddet Hattı bu boşluğu doldurup, kopuklukları engelleyip kurumlararası entegrasyonu sağlıyor ve hızla hareket edilmesine destek oluyor. Kurumların arasındaki kopuklukları tespit edip sunduğumuz raporu, emniyet çok iyi kullanıyor. Valilik kanalıyla bütün vak’alardaki hatalı tutumları günüyle, saatiyle, karakolun adıyla gönderiyoruz ve derhal onları işleme sokuyorlar, muazzam bir değişim var. %62 polisten geliyor vak’alar bize.


Mor Çatı’nın Türkiye için rol model olarak alınabilir diye önerdiği İspanya’da uygulanmaya başlanan şiddet mahkemeleri, elektronik pranga, siyatte kota uygulaması, kadına özel daire gibi önlemlerden bahsediliyor. Türkiye’de çok mu zor bunları uygulamak? Çok farklı toplumlar değiliz.


Bir filmden yola çıkarak söylemek istersem ‘Gözlerimi de Al’ diye bir İspanyol filmi vardı. Galasını Aile İçi Şiddet Kampanyası yaptık. Orada en çarpıcı şeylerden biri hiç fiziksel şiddet gösterilmeden şiddetin çok iyi hissettirilmesiydi. Bazı tedbirler uygulanıyordu filmde. Öfke kontrolü için kurslara gidilmesi, tedavi süreci vs. Tablo aynen Türk erkekleri gibi, inanılmazdı. Aynı şekilde direnç ve tepki gösteriyorlar, aşağılıyorlar..

Biz daha polise bile gidemezken pranga kullanılabilir mi bilmiyorum, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun var ama o kanun uygulandığında bunu polisin takip etmesi lazım ama edilmiyor, yeterince takip edilmeyince ölüyor kadınlar.

Teknolojinin yaygınlaşmasıyla daha çok kadın dış dünyayla tanışma olanağı buldu. Aynı sorun etrafında toplanan kadınlar, internet yoluyla sanal ortamda kurulan e-gruplarla biraraya gelip birbirleriyle etkileşim ve iletişim kurabilir hale geldiler/ geliyorlar. Çalışmalarınızda teknolojinin kadınlar üzerindeki etkisini görebiliyor musunuz?


Kadınlar öğrenmeye isteklidir, bilgisayar keşke yaygınlaşsa. Bize web sitesinden ulaşanlar var, yazılı gönderiyorlar, biz de yazılı olarak cevap iletiyoruz. En başta şiddet gören kadınların şunu hissetmeye ihtiyaçları var. Bu şiddet karşısında gösterdikleri davranışlar çok normal.

DURUM ANORMAL ŞİDDETE KARŞI GÖSTERİLEN HERŞEY ÇOK NORMAL

Durum anormal, şiddete karşı gösterilen herşey çok normal. Yalnız değiller, yüzlerce, binlerce kadın var. Bunu anlamak çok iyi geliyor. Evinde telefonu olmayan da var ama bizi cep telefonuyla arayan daha çok, bu yüzden teknoloji çok önemli, doğru yere ulaşımı kolaylaştıran birşey. Evinden arayamadığı için sokağa ya da balkona çıkıp arayabiliyor kadın. Biz ulaşabiliyoruz, evinden kaçıyor, sokakta yakalıyoruz, polisle işbirliği yapıp telefonun sinyalinden buluyoruz.

Özel sektörden de şimdiye kadar hiç görülmedik bir destek var değil mi? Kadının ekonomik yönden güçlendirilmesi için proje üretiyor, mikro kredi kullandırıp yeni iş sahaları oluşturulmasını ve istihdam sağlanmasını çok önemsiyorlar..


Evet, güzel bir destek var. Kadın girişimci dernekleri, iş alanında söz sahibi olan insanların bu konuya bir kota ayırması lazım. Bu kadınların çoğu ayaklarının üzerinde duramadıkları için şiddet görüyor. İşveren işyerinde şiddet gören 1 kadın mağdura kota ayırsa eve geri dönme olayı daha da düşecek. İşverenler farkındalık yaratmak için işyerlerinden başlayabilirler.




Tüm geliri aile içi şiddet hattına aktarılan bir konser gerçekleşti. 2. yılda erkek sanatçılarla bu çalışmayı genişlettiniz. Şimdiyse Nilüfer ‘12 Duet’ albümüyle projeye katkıda bulunuyor..

‘Şiddete Son’ demek için Güldünya Şarkıları adlı bir albüm çıktı. Bu albüme Sezen Aksu’dan Ajda Pekkan’a Şebnem Ferah’tan Şevval Sam’a kadar 13 kadın destek oldu.
Sanatçıların çoğu bu soruna katkıda bulunmak istiyor. Çok güzel geridönüşler alıyoruz. Bilet satış gelirinin tamamı Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı’na aktarılacak konser, 9 Mart 2011 saat 21.00’de İstanbul Kongre Merkezi Harbiye Salonu’nda gerçekleşecek.. Biletler Biletix’te satışa sunuldu.


ŞİDDETİN ÇEŞİTLERİ

Fiziksel şiddet: Dövme, tokatlama, tekmeleme, yakma gibi eylemlerin yer aldığı şiddet türüdür. Kadının eşi ya da partneri tarafından fiziksel saldırıya maruz kalması şeklinde gerçekleşir. Bazı olgularda psikolojik istismar, cinsel şiddet ya da evlilik içi ırza geçme (Tüm dünyada yaygın olarak kabul edilen ama henüz Türk Ceza Kanunu’nda yer almayan bir terim) ve/veya öldürme tehditleri ile birlikte de görülebilmektedir.


Fiziksel şiddetin en ağır biçimlerinden biri töre/namus cinayetleri bahanesiyle uygulanan şiddettir. Kadının giydiği kıyafet, gittiği yer, yabancı kişilerle konuşması, evlilik dışı ilişkisinin olması, evlilik dışı hamile kalması, bakire olmaması, aile ya da akrabaların uygun gördüğü kişi ile evlenmek istememesi, boşanması gibi bahanelerle kadına eşi ya da akrabaları tarafından şiddet uygulanması ya da öldürülmesi töre/namus bahanesiyle kadına uygulanan şiddettir. Bu suçun işlenmesine eş ya da akrabalar karar verebilmektedir. Töre/namus bahanesiyle uygulanan şiddet yasalarımıza göre suçtur ve cezalandırılmaktadır.


Duygusal/psikolojik şiddet: Çoğunlukla aşağılama, bağırma, sürekli eleştirme, yetersiz olduğunu söyleme, hiçbirşeyi beceremediğini, çocuklara bakamadığını söyleme, sevgi göstermeme, patolojik düzeyde kıskançlık, korkutma, reddetme, paranoya düzeyinde inanmama ve ne yaptığını araştırma şeklinde görülebilir. Eşle doğrudan iletişimi reddetmek, onunla konuşmamak, surat asmak, eşin, kendisini ifade etmesini, görüş ve düşüncelerini açıklamasını engellemek, zaaflarıyla alay etmek, duygusal sömürüde bulunmak, imalı konuşarak yanlış anlamalara meydan vermek, eşin kendisine olan güvenini ve saygısını yitirmesini sağlamak, eşin karar verme sürecinde şüphe etmesini sağlamak, eşin mantık sürecinden şüphe etmesini sağlamak, katı kurallar ve sınırlar koyarak baskı kurmak, eşin çevresiyle bağlarını koparmak ve eşinin hareket özgürlüğünü kısıtlamak şeklinde de tezahür edebilir.


Ekonomik şiddet: Evin masraflarını karşılamamak, hep sorun çıkarmak, gerekli olan harçlığı vermemek, çalışmasına izin vermemek, çalışanın elinden parasını veya banka kartını alıp geri vermemek, işten atılmasına yol açacak olaylar yaratmak, paranın ve mal/mülkün kontrolünü elinde bulundurmak, kadının para istemesini beklemek, paranın nereye harcandığını kontrol etmek, para yönetimi konusunda kadını eleştirmek ve etiketlemek. (Müsrif, aptal, doğru dürüst parayı harcamayı bile bilmezsin v.s gibi ithamlarda bulunmak)
Cinsel şiddet: Bu tip olaylar genellikle kadının rızası olmadan istemediği yer ve zamanda cinsel ilişkiye zorlamak, başka insanlarla cinsel ilişkiye zorlamak, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya zorlamak, kürtaja zorlamak, namus gerekçesiyle öldürmek veya öldürmeye zorlamak şeklinde gerçekleşir. Fiziksel istismarla birlikte görülür.

Kadınların %27’sinin çocukluğunda cinsel istismara uğradığı tahmin edilmektedir. Cinsel istismara uğrayan kişilerde depresyon, suçluluk, azalmış özbenlik kaygısı, başkalarına güvenememe, intihar düşünceleri, öfke nöbetleri, kendinden utanma, anksiyete, kendi bedenini reddetme gibi semptomlar görülebilir.
 

Sosyal şiddet: Eşi başkaları önünde sürekli küçük düşürmek, başkaları önünde kadının zaaflarıyla alay etmek, başkalarının önünde, kıskançlık gösterilerinde bulunmak suretiyle eşin davranışlarını kontrol etmek, eşin evden çıkmasına izin vermemek, sosyal ilişkilerini kısıtlayarak yalnız/ desteksiz bırakmak, aşırı kontrol etmek, katı kurallar ve sınırlar koyarak baskı kurmak vs. şeklide özetlenebilir.
Sözel şiddet: Söz ve hareketlerin düzenli bir şekilde korkutma, sindirme, cezalandırma ve kontrol aracı olarak kullanılmasıdır. Sözel şiddete ilişkin davranışlardan en belirgini, kişinin değer verdiği konulara yönelik güven sarsmak ve kadını yaralamak amacıyla belirli aralıklarla çok ağır hakaret ve sözler söylemektir. Kadını küçük düşürücü adlar takmak ve sık sık olumsuzbir şekilde eleştirmek ve alay etmek de sözel şiddet kapsamında değerlendirilmektedir.

İhmal: Kadın ihmalinin önemli göstergelerinden biri onun adeta eve hapsedilmiş olması gerçeğidir. Zamanın hemen hemen tümünü evde geçiren çoğu kadın açık havanın, ışığın ve aydınlığın nimetlerinden büyük ölçüde yararlanamamakta, kocası daralan bu yaşam alanını biraz daha yaşanılır hale getirme adına eşine yardımcı olmamaktadır. Kadının erkek tarafından ihmali işte de aşamada ortaya çıkmaktadır .

YAZI VE RÖPORTAJ: HÜLYA MERAL

https://twitter.com/hulyameral



















































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































Ece Sükan Benim Bloguma Yakışan VAIO'yu Seçti... Sıra Sende!

Bana en çok Yeşil VAIO yakışıyor!

Ünlü moda ikonu Ece Sükan, Sony VAIO için ilginç bir işe imza attı. Blogların renkli dünyası ile Sony VAIO'nun renkli dünyasını birleştiren Ece Sükan, bir çok blog gibi benim blogumu da inceledi ve yakışacak olan rengi belirledi. Ece Sükan, blog içeriği, tasarımı, duruşuna göre 6 farklı rengi olan Sony VAIO içinden bana Yeşil VAIO'yu seçti.

Ayrıca Facebook üzerinde yapılmış özel bir aplikasyonla Ece Sükan profil fotoğraflarını inceliyor ve sana yakışan Sony VAIO'yu belirliyor. Sen de fotoğrafa tıklayarak Facebook üzerinden VAIO kazanma şansı yakalayabilirsin...

Bir bumads advertorial içeriğidir.

sony-vaio

METROBÜS VE MİNİBÜSTEN SONRA GURMEBÜS

"Metrobüs ve minibüsten sonra İstanbul'un en lezzetli kent etkinliği, yaratıcı ve üretken @s_gurmeler ekibinin İstanbul'a armağanı."

Kendilerine böyle diyorlar...
İstanbul'da 7 tepeli Şehir, 7 Lezzet sloganıyla tarih kokan semtleri keşfetmek için kalkan mavi- pembe 1957 model Mercedes Gurmebüs, semtlerin kendine özgü tatlarını deneyip bizlerle sosyal medya aracılığıyla paylaşıyor.


Ayda bir kez İstanbul’un çeşitli semtlerine gurme turu yapacak olan Gurmebüs, katılımcılarıyla bir “gastronomi şehri” olan İstanbul’un bu yönünü ortaya çıkarmayı amaçlıyor.

2011 sonbaharında başlayan keşif yolculuğunun 2012'deki ilk turu Armada Otel işbirliğiyle Fatih semtine düzenlendi. Twitter'dan kıskançlıkla takip ettiğimi belirtmeliyim. Onlar yedikçe ben yemiş kadar oldum, onlar denedikçe ben de kendime notlar aldım. Ara ara da fırsat bulup fotoğraf paylaştılar takipçileriyle. Instagramdan çekilen fotoğraflar iştah kabarttı.

Karadeniz pidesinden turşusuna, Barbaros yoğurdundan büryan kebabına, satır kebabından perde pilavına, finalde de sarılı burmaya kadar pek çok lezzet denediler.

Gurmebüs proje ekibi bu yeni oluşumu şöyle anlatıyor.

Nilay Tütüncü, “Gurmebüs, İstanbul’da her hafta sonu dostlarımızla amatör olarak yaptığımız lezzet keşiflerini ‘toplu bir şekilde, bir günde gezebilir miyiz?’ fikri üzerinden ortaya çıktı. İstanbul gibi otobüs ve metrobüslerin de popüler olduğu, gastronomik açıdan da son derece önemli bir kentte ‘lezzet keşfetme ideali ile yol alan bir otobüs’ün gerekli olduğunu düşündük. Gurmebüs’ü işte bu heyecan ve idealizm ile gerçekleştirmeye çalışıyoruz."

Bilal Özerol, “Gurmebüs, bir turdan öte, yaşadığımız bu önemli, zenginlik dolu İstanbul şehrini lezzetleri yönünden keşfetme hareketi, keyifli vakit geçirme fırsatı. Tüm lezzet avcılarını ve İstanbul aşıklarını çok büyük hayallerle yola çıkan Gurmebüs’ümüze katılmaya bekliyoruz."

Ömürden Sezgin, “Avrupa’da benzer turlar var. Hem tarih hem de gastronomi turizmi açısından büyük zenginliklere sahip ülkemizde, özellikle İstanbul’da bu amaca göre düzenlenen turların olmaması ve içimizdeki İstanbul’u tanıma ve tanıtma aşkı nedeniyle böylesi bir projeyi başlattık. Armada Otel ile bu projenin çok başarılı noktalara geleceğine inanıyoruz. Başta tüm İstanbulluları ve lezzetseverleri keşiflerimize bekliyoruz."





Elbette tek başınıza da semti keşfe çıkabilirsiniz ama damak tadına güvenen ve özel tatların izini süren bir grupla aynı masada oturup lezzet kritikleri yapmak daha zevkli olsa gerek.


Bir sonraki tur 4 Mart'ta ve otobüsün kapasitesi dolayısıyla 28 kişi ile sınırlı. Siz de katılmak istiyorsanız Gurmebüs'ü twitterdan @gurmebus ismiyle takip edebilirsiniz. Gurmebüs, Taksim’den aldığı yolcularla, başta Fatih olmak üzere, Beyoğlu, Beşiktaş, Galata, Kadıköy, ve Üsküdar gibi semtlerde lezzet noktalarını keşfedecek.











Hülya Meral
https://twitter.com/hulyameral

MOYY (ÇİLEK) OTEL'DE FIRTINA DERESİ'Nİ DİNLEYEREK UYUMAK

Karadeniz'in beni çağırdığı günlerden bir gün. İstanbul'dan Trabzon'a sorunsuz iniyorum ve bir saat uçak yolculuğu sonrasında bir saat de kara yolculuğu yaparak Rize'ye geliyorum.



Maksadım her gelişimde daha çok sevdiğim Ayder'de Gelintülü Şelalesi'nin kenarında mis gibi bir çay içmek, kazanda kaynatılmış sütlü mısırdan yemek, çimene basmak, stres atmak ve Karadeniz'in sohbetine doyamadığım sıcak insanlarıyla birkaç kelam etmek.

Hava şansıma güneşli. Şehre geldiğimde Ceneviz yapımı Rize Kalesi'ne çıkıp bir yorgunluk çayı içtikten sonra soluma denizi, sağıma yeşili alarak ilerlediğim yaklaşık 40 dakika süren yolcuklukla önce Pazar'a sonra sağa sapıp Fırtına Deresi'ni takip ederek Çamlıhemşin'in şirin merkezine geliyorum.


Rizelilere göre buralara kadar gelmişken 'hemşin ketesi' yemeden, bu tadı tecrübe etmeden gitmek büyük kayıp. İniyorum arabadan ve fırından yeni çıkmış hemşin ketesini çayla birlikte yiyebileceğim bir yer bulmaya koyuluyorum, derken bir bakırcı dükkanına giriyorum. Ardından Karadeniz'e özgü Rize bezinden imal edilmiş elbiselerin satıldığı bir başka dükkana.

Sonra evimden aşina olduğum bitki çayı kokusu beni Moyy'a yönlendiriyor.




Moyy Fırtına deresinin kenarında, birkaç kuşaktır aynı aileye evsahipliği yapmış, şimdilerde bu yeşil coğrafyayı keşfe koyulan gezginler ile Karadeniz ve Kaçkar tutkunları için otel hizmeti vermeye başlamış 2 katlı ahşap bir konak.


Yıkılmaktan son anda kurtulmuş Moyy, %100 kestane ağacı kullanılarak inşa edilmiş çevredeki tek yapı diyebiliriz hatta.





Hemşincede çilek anlamına gelen Moyy, Londra'daki moda eğitimini tamamladıktan sonra memleketi Çamlıhemşin'e dönen Özlem Erol'un çabalarıyla yeniden yaşam bulmaya başlamış. İçerdeki herşey -hayatımızı kolaylaştıran birkaç elektronik eşyayı saymazsak- olduğu gibi korunuyor.







6 odaya sahip mini otelde dekoratif amaçlı kullanılan bakır siniler, tavalar, kaplar, ahşap kocaman bir masa, ahşap bir bavul, kuzine soba, çaydanlık, un eleği, çay toplamada kullanılan hasır sepet, tabure, gaz lambası gibi aile yadigarı eşyalar insanı yıllar yıllar öncesine götürüyor. Dokunduğunuz her şeyde geçmişin ve ahşabın sıcaklığını hissedebiliyorsunuz.






Otelin giriş katı moyycafe olarak hizmet veriyor. Çayınızı kahvenizi alıp gazete karıştırmak, içinde bulunduğunuz dekorla 2 nesil önceki Karadeniz'i yaşamak istiyorsanız, konaklamasanız da burada bir mola verin derim.






Arka balkonu ve üstteki 3 odası Fırtına'nın şırıl şırıl akan deresine bakan otelin odalarında dereyi dinleyerek uyuyabilir, cafesinde Özlem Erol tarafından üretilmiş, binbir çiçekten toplanmış taze, mis gibi yayla balından hatta karakovan balından bulabilir, karnınız açsa doğanın torpil geçtiği bu şanslı ilçede yerel tatları deneyebilirsiniz.








Şansınıza hasat zamanından birine denk gelmişseniz çayın nasıl toplandığını izleyebilir, eşsiz habitata sahip yaylalarda gezintiye çıkabilirsiniz.




Benim şimdiden burnuma muhlama, tereyağlı karalahana dolması ve kuzine sobada pişmiş mısır ekmeğinin kokusu geldi bile..


Karadenizlilerin deyimiyle Oyy MOYY!

HÜLYA MERAL
















ORTADOĞU'NUN YILDIZI FALAFEL

Siz de benim gibi nohut hastasıysanız, bir de baharatlı aperatiflere bayılırım diyorsanız Falafel House tam b(s)izlik..

Taksim Meydanı’ndaki Simit Sarayı’nın olduğu sokak yani Talimhane’deki Şehit Muhtar Caddesi’nde bulunan falafel dükkanı oturup uzun sohbet etmelikten ziyade atıştırmalık için ideal.



Hiç denememiş olanlar için falafel’i nohut köftesi diye tanımlayabilirim. Nohut, soğan, fesleğen toplarının yağda kızartılmasıyla oluşmuş falafel, Ortadoğu’nun vazgeçilmez alışkanlığı.

Lübnan mutfağının yıldızı olarak bilinen bu lezzet Filistin, Mısır ve İsrail’de de sık tüketilen bir yiyecek. Keza Falafel House Filistinliler tarafından işletiliyor. 6’lı toplar halinde sunulan falafelin yanına isterseniz yine nohuttan yapılan hummus (bizim humus) ve tabbule alabiliyorunuz. Acelem var derseniz falafel dürüm veya falafel pita da hazırlayabiliyorlar.

Bu lezzeti sadece Ortadoğu’ya özgü diye sınırlamak yanlış olur, nitekim Avrupa’da da cornerlarla yayılan, hazır paketlerde soğuk olarak satılan etnik bir tat falafel.

Canınız Beyoğlu’ndan ayrılırken Kızılkayalar çektiyse bir sefer de Falafel House’u denemenizi tavsiye ederim. Üstelik daha hafif, kalorisi daha düşük.

Afiyet olsun

Hülya Meral

https://twitter.com/hulyameral

AŞK HER YERDE DURU TİYATRO’DA, Ya siz neredesiniz?

Valizimde bu sefer bir tiyatro oyunu var. Romantik komedi Aşk Her Yerde…

Duru Tiyatro’da sahnelenen oyunda, usta tiyatrocu Sait Genay (çılgın ve çapkın baba Gus), zihinlerimize İnce İnce Yasemince parodileriyle yer etmiş Pelin Körmükçü (yayınevi sahibi Harriet Copland), şimdilerde Bosna’yı konu alan Mavi Kelebekler dizisinde Sırp kızı Vesna’yı canlandıran Bahar Yanılmaz (evin asi ve uçarı kızı Dee Dee) rol alıyor. Yönetmenliğini Emre Kınay’ın üstlendiği oyunda Kınay aynı zamanda asosyal, istatistikçi baba (Leo) karakterini kendi üslübuyla harmanlıyor.


Orijinal ismi Nobody is Perfect olan Simon Williams’ın yazdığı Filiz Ofluoğlu’nun çevirisini yaptığı oyun, kimi zaman oyuncuların doğaçlamarıyla köpürdü ve zenginleşti, ortaya tadından yenmez bir performans çıktı. Oyunun konusuna gelince..

Orta yaşlarını sürmekte olan Leonard Loftus’un (Emre Kınay) eşinin kendisini terk etmesinden sonra asosyal ve bilgisayar başında geçen sıkıcı bir hayatı vardır.

Çılgın ve dinamik bir hayat süren, bir türlü yaşlılar evine gönderemediği çapkın babası Gus ve lisede okuyan uçarı kaçarı kızı Dee Dee, aşka küsen ve aşktan umudunu kesen Leo’nun hayatı ıskalamasını engellemek ve sıkıcı hayatını hareketlendirmesini sağlamak için çok çaba harcar, ancak işi sayılarla olan istatistikçi Leo, -iç dünyası öyle demese de- yazarak bilgisayar başında ve mutfakta geçirdiği sade hayatından memnundur.

Yazdığı kitabının bir bölümünü şansını denemek ve çocukluk hayalini gerçekleştirmek için evdekilerden gizli Aşk Her Yerde yayınevine gönderen Leo’ya yayınevinden bir telefon gelir. Sadece kadınların katılabildiği yarışma için basılmaya değer bir kitap seçmeye çalışan yayınevi sahibi Harriet Copland Leo’nun Myrtle Banburry takma ismiyle gönderdiği romanını beğenir ve kitabı basmak, bayan Banburry ile tanışmak ve anlaşmaya varmak istediğini iletir.

Kitap basıldıktan sonra yazarın hayatı değişecek ve herkes tarafından tanınan bir isim haline gelecektir. Şüphesiz kadın ismiyle yarışmaya katılan Leo’nun işi o kadar da kolay olmayacaktır.

Üstelik Myrtle Banburry olarak yayınevi sahibi Harriet Copland’in karşısına çıkan Leo, güzel kadına aşık olur. Köşeye sıkışan Leo ya kadına olan aşkını ya da kitabı yazanın kendisi olduğunu itiraf edip aşkı ile çocukluk hayali arasında tercih yapmak durumunda kalır. Bize de kendisini kıvrandıran bu romantik, komik ve eğlenceli süreci kahkahalarla izlemek düşer..

Duru Tiyatro’da daha önce Suç Ortağı ve Sondan Sonra oyunlarını izlemiştim. Bu oyundan sonra duruclub üyesi olma zamanı geldi sanırım.

Emre Kınay'ın, kızı Duru'nun adını verdiği Duru Tiyatro, Kadıköy Adliyesi’ni geçince sol kolda, Kadıköy Anadolu Lisesi'nin yanında. Oyunu izlemeye biraz erken gidip tiyatronun bahçesinde çay ve kurabiye keyfi yapmanızı tavsiye ederim.

Şimdiden iyi seyirler :)

Aşk Her Yerde Duru Tiyatro’da, ya siz neredesiniz?

Yazı: Hülya Meral

https://twitter.com/hulyameral

KALAYLI KAPLARDA ALAYLI YEMEKLER


Sahrap Soysal'ın yayınevi Doğan Kitap'tan taze taze çıkmış yeni kitabı Kalaylı Kaplarda Alaylı Yemekler. Geleneksel mutfakları ve dünya mutfaklarını ekranlara gülen yüzü ve tatlı diliyle taşıyan Soysal son kitabında, bakır kapları yapan zanaatkârları, Osmanlı mutfağında bakır kapların yerini, özellikle bakır kaplarda pişirilmesi gereken yemekleri anlatıyor. Zaman zaman çocukluğuna gidiyor ve artık bugün unutulmaya yüz tutmuş gelenekleri bize yeniden hatırlatıyor. Gravürlerin ve Osmanlı döneminde Anadolu’ya gelen Batılı gezginlerin anlatımlarını da içeren Bakır Kaplarda Türk Yemekleri, artık unutulmaya yüz tutmuş bir kültürü bize yeniden anımsatıyor.

Biz bakır kaplarla büyüdük. Bugün dönüp baktığımda çocukluk anılarımın çoğuna mutlaka bir bakır kabın eşlik ettiğini görüyorum. Kışın sobanın üzerinde tıslayan güğüm, yanında ona eşlik eden demlik, tereklerde lengerler, tandıra sarkıtılan, ocağın üstüne asılan zincirli debbeler, çeşmeye suya giden kızların kolunun bir uzantısı gibi görünen helkiler, içine yağ bastığımız badyalar, gelinlerin ellerinden hiç düşmeyen ibrikler, yoğurt mayaladığımız bakraçlar, kışın sarılmak, içine girmek istediğimiz mangallar, pekmez günlerinde başrolü oynayan kazan, yazın buz gibi ayran, kışın ateş gibi salepler içtiğimiz maşrapalar, yıkandığımız testiler, hamur veya köfte yoğurduğumuz leğenler, devamlı göz önündeki sahanlar, fırına gönderilen tepsiler, siniler ve daha nice kap kacak hep bakırdandı ve bu durum o günler için oldukça normaldi. O zamanlar bilmesem de bu görüntü ve anıları sanki bugün için biriktirmişim gibi geliyor bana.” diyen Soysal Tüyap İstanbul Kitap Fuarı 2011'de Doğan Kitap standında yeni kitabını imzaladı.

Sahrap Soysal Yazar Hakkında

1959 yılında Gümüşhane’de doğan Sahrap Soysal, ODTÜ Kimya Bölümü'nden mezun olduktan sonra, 1983-1998 yıllarında çeşitli şirketlerde yönetici olarak çalıştı. 2001 yılında “Mutfakta Keyif” programını hazırlayıp sunmaya başladı. "Bir Yemek Masalı" (2004 Gourmand Dünyanın En İyi Yemek Kitabı Ödülü), "Anne Ben Acıktım!" (2004) ve "Sevgilim, Akşama Ne Pişirdin?" (2007 Gourmand Yılın En İyi Yemek Kitabı Onur ödülü) adlı kitapları Doğan Kitap tarafından yayımlanan Soysal, halen televizyon programlarının yanı sıra Hürriyet, Milliyet, Posta gazeteleri ile Seninle dergisinin yemek konusunda yayın danışmanlığını ve editörlüğünü yapıyor.


HÜLYA MERAL

https://twitter.com/hulyameral

ZÜMRÜT YEŞİLİ CENNET: NATURKÖY



Ayağımı uzun süredir yeşile ve toprağa basmamıştım. Yeşile ve doğaya doymak için İstanbul’dan erken bir saatte çıkıp Sapanca’ya doğru yola koyuldum yine. Sapanca Gölü’ne yaklaşık 2 kilometre mesafedeki gizli vaha Naturköy’ü bulmam zor olmadı.


Sapanca Arifiye Otoban çıkışından sonra üçe ayrılan sapaktan soldaki Mahmudiye Köyü tabelasını takip ederek köyün girişindeki ormanlık bölgeye ulaştım. İki tepenin ortasına kurulmuş köy, Osmanlı- Rus Savaşı sonrasında yani yaklaşık 120 yıl önce Kafkasya’dan göç eden Gürcülerin bir kısmının gelip tıpkı Kafkasya’daki dağlık ve ormanlık alana benzerliği sebebiyle bu alana yerleşmesiyle kurulmuş.



Zengin bitki örtüsü, toprağı, bol ve gür su kaynakları ve iklimi yıllarca burada yaşayan halka o kadar cömert davranmış ki nereyi kazsanız adeta bereket fışkırıyor.


Dağların arasına kurulmuş onlarca alabalık tesisiyle ünlenmiş köyde alabalığın yanı sıra et ve balık yemeyi tercih edenler için geniş alana yayılmış ve orman içindeki 4 kilometrelik yürüyüş parkuruna sahip mesire alanı Naturköy, bahçesindeki gölet ve ördekleriyle




ziyaretçilerine sunduğu nitelikli hizmet ve servis kalitesiyle diğerlerinden ayrılıyor. Henüz üç yıllık bir geçmişe sahip olmasına rağmen hem İstanbul’dan hem çevre illerden özellikle haftasonu ziyaretçi yoğunluğu olan tesis 12 ay açık.


Çeşit çeşit peynirleri, Artvin’den gelen kestane balı ve Trabzon tereyağıyla donatılmış göz dolduran köy kahvaltısı ve leziz çay keyfinin ardından çevreyi dolaşmak ve keşfetmek üzere öğlen saatlerine doğru hep birlikte ormana yürüyüşe çıkıyoruz.





Solumuza akan Mahmudiye deresini ve ağaçları, sağ tarafımıza yeşilin her tonunu kendinde barındıran zaman zaman da kaplumbağa, kurbağa gibi doğadan arkadaşlarımızın eşlik ettiği dağ yolunu alarak yürüyüşümüzü tamamlayıp tekrar nehir kenarından Naturköy’e geri dönüyoruz. Samanlı Dağları’nın karlarından beslenen dere, köyün her daim yemyeşil kalmasına olanak sağlıyor.





Naturköy’ü Naturköy yapan isim Fikret Bey bize tesislerini ziyaret eden misafirlerinin en çok tercih ettikleri tereyağlı kuzu saç kavurma ile kaşar peynirli mantar güveci tavsiye ediyor.



Övüldüğü kadar leziz saç kavurmayı yedikten sonra Fikret Bey tarihte Bitinya yarımadası olarak bilinen Kocaeli yarımadasında yaşamış Romalıların ve sonrasında Bizanslıların verimli toprakları keşfedip burada uzun yıllar yaşadığını anlatıyor.



Yapılan arkeolojik kazılar sonucu çıkan çanak, çömlek, su yolu ve mermer mezar kalıntıları bunun kanıtı.

Oksijene doymak, ayağımı toprağa basıp rahatlamak, biraz da kuş sesleri eşliğindeki doğa yürüyüşüyle efor harcamak istiyorum diyorsanız Naturköy, zümrüt yeşili bahçelerin içine saklanmış İstanbul’a yakın cennet gibi doğa alanlarından biri.




Hazır gitmişken yakınlardaki Sapanca Gölü, Maşukiye, Kartepe ve Kuzu Yaylası’nı da görmenizi öneririm.


Keyifli seyahatler,

Yazı ve Fotoğraflar: HÜLYA MERAL

https://twitter.com/hulyameral
























BAMTUR VE SUYA DÜŞEN KURBAN BAYRAMI TATİLİ



Kaputaş Plajı
  Bundan birkaç yıl önce kullanamadığım yıllık iznimi değerlendirmek için Nisan’da Bozcaada ve Kaz Dağları turu yapmaya karar verdiğimde bırakın günleri, saatleri sayıyordum bir an önce Ada’da olabilmek için. Gelin görün ki turdan sadece 3 gün önce çalan telefonumdaki ses turun iptal olduğunu hatta bahsi geçen tura sadece benim isim yazdırdığımı ve ilgili tutarı kredi kartıma iade edeceklerini söylüyordu.

Bütün planlarımı yapmış, yıllık iznimi sırf bu tatile gidebilmek için harcamışken aldığım telefonun yarattığı hayalkırıklığını anlatmam mümkün değildi. Henüz tatil mevsimi başlamadığı için birine hadi gel birlikte gidelim deme şansım da yoktu..

Koca hayalkırıklığım bir anda zihnimin daha hızlı çalışmasına vesile oldu. Sonra bir o geziden bir bu geziden tanıştığım, ortak ilgi alanı seyahat etmek ve yeni yerler görmek olan bir koca otobüs dolusu insanla birlikte (45 kişi) Bozcaada ve Kaz Dağları gezisini el yordamıyla yapmaya karar verdik. Otobüsümüzü bulduk, otelimizi ayarladık, gidilecek yerlerin güzergahını ve saatini düzenledik. Velhasıl Bozcaada’ya gitmek için planladığım ama tur iptal olduğu için boşa geçmek zorunda bırakılan günleri bu geziyi koordine etmek için kullandım. Bir ay sonra kendi arkadaşlarımla ve onların arkadaşlarıyla gerçekleştirdiğimiz geziyi hala dimağımızda bıraktığı o güzelim tatla hatırlarız.

Elbette gezilerimiz son bulmadı. Eskişehir’den Polonezköy’e Mürefte’den Ağva’ya sürdü gitti. Artık takvimimizi ayarlayıp seyahatlerimizi tur şirketlerine bağlanmadan kendimiz planlar olduk.

Dolayısıyla Bamtur’un tam da Kurban Bayramı arifesinde tüm yurtiçi ve yurtdışı turları iptal ettiğini okuduğumda aklıma yakın geçmişte yaşadığım tur iptali geldi ve kendimi tatilcilerin yerine koydum ister istemez.

Yurtiçi ve yurtdışı turlarının iptalini şirketin zarar etmesini engellemek için alınmış önlem olarak açıklayan Bamtur, kaçınılmaz olarak hepimizin zihnine ‘tur iptal eden seyahat acentesi’ olarak kazınmış durumda. Bu imajı nasıl düzeltirler bilemiyorum.



Okuduğumuz haberlere göre TÜRSAB’ın gazetelerde ilan çıkmalarının önüne geçtiğini söyleyen Bamtur yetkilileri, son 3 haftadır gazetelerde ilan çıkamadıkları için turları dolduramadıklarını ve zarar etmemek için tüm turları iptal ettiklerini söylüyor.

TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy ise 6 yıldır süren müşteri şikayetlerine dayanarak gazetelere tavsiye
mahiyetinde bilgi verildiğini, üzerlerine düşen görevi yaptıklarını ancak halen önlerine gelen bir açıklama veya evrak olmadığını belirterek ‘Bu evraklar ve bilgiler gelirse Bakanlığa bildiririz, acentenin belge iptali gerekiyorsa bunu Bakanlık yapacaktır. Bizim için müşteri memnuniyeti önemli. Acentenin ödeme güçlüğü varsa bu onların problemi, kendilerinin çözmesi gerekir‘ diyerek konuyla ilgili süreci değerlendirmiş.

Her tur şirketini aynı kefeye koymanın ne kadar yanlış bir davranış olduğunu görerek tüm bu yaşananlardan deneyimlediğim şeyler böyle bir durumla karşılaşmamak veya riski en asgariye indirmek için iki çözüm arayışına itti beni.

Şayet bir şehre veya ülkeye gitmek için organize olacak zamanım yok ya da oteldi uçak biletiydi uğraşmak istemiyorum, dolayısıyla tur şirketi ile gitmek zorundayım diyorsanız gideceğiniz tur şirketindeki rehberin tamamen şans olduğunu belirtmekle birlikte sektörün %65’ini temsil eden ETS’yi tercih etmenizi tavsiye ederim. Elbette işini iyi yapan başka tur şirketleri de vardır ama katıldığım bunca turdan sonra benim seçimim ETS.

İkinci seçenek ‘kendi tatilini kendin planla’. Herşeyin kendi kontrolünüz altında olduğunu bilerek, keyfinize göre program yapıp gitmeyi planladığınız yeri dolaşmak, belki müzikallere, konserlere, gösterilere katılmak, gittiğiniz şehrin ünlü müzelerini görmek de turdan bağımsız olmanın özgürlüğünü yaşatabilir size.

Dilerim Bamtur olayı diğer tur şirketleri için örnek teşkil eder ve kalite standartlarını ve çalışma sistemlerini daha nitelikli duruma getirmek için yatırım yaparlar.


Turizm gibi önemli ve rekabetin güçlü olduğu bir iş kolunda hizmet veren seyahat acentelerinin Robert Bosch’un ‘İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim.’ mottosunu benimsemediği sürece piyasada varolmaları zor.

Tur şirketiyle veya bağımsız seyahat etmek..Hangisini tercih ederseniz edin önemli olan sizin seyahatten bir valiz dolusu huzur, dinlence, eğlence ve keyifle dönmeniz.

Hepinize güzel seyahatler…


HÜLYA MERAL

https://twitter.com/hulyameral

DURU TİYATRO'DAN SARSICI BİR OYUN: SONDAN SONRA


Duru Tiyatro’da sahnelenen ve Afife Tiyatro Ödülleri’nde Ahu Türkpençe’ye ‘Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu’ ödülünü kazandıran ‘Sondan Sonra’ oyununu izledim. Türkpençe’nin oyundaki partneri başarılı isim Emre Kınay idi. Her iki oyuncunun performansının birbiriyle kıyas götürmeyecek kadar coşkulu ve sürükleyici olduğunu belirtmeliyim.

Sözde atom bombalarından kaçıp sığınakta yaşamaya başlayan erkek (Mark) ve kadının (Louise) birbirleriyle sisteme ilişkin girdiği tartışmalar, yorumlar, gelgitler, sorgulamalar, gücün, maddenin (oyunda bıçak) durduğu yere göre yer değişimi, duyguların iniş ve çıkışı, şiddet yanlısı olmayan kadının şiddete maruz kalışı ve yaşadığı sarsıcı birkaç günün sonunda aslında zorla sığınakta tutulduğunun ortaya çıkmasıyla hapse giren adam ile sığınaktan sonra hayatını toparlayamayan, orada yaşadığı her anı kendisine hatırlatan objeler ve kelimeler diziniyle altüst olmuş zihin ile ‘sığınaktan önce ben nasıldım, bunu düşünerek kendimi iyileştirmeye çalışıyorum’ diyen kadının öyküsünü anlatıyor oyun.


Her iki oyuncuyu gösterdikleri performans ve enerji için ayakta alkışlamak gerek. Epey yoruldular..

İzleyeceklere şimdiden iyi seyirler

HÜLYA MERAL