BİR ANKARA HİKAYESİ


Geçtiğimiz haftalarda Ankara’daydım. Yıllar önce bu şehre geldiğimde devasa gri binalar, devasa hastaneler, iliklerime kadar donduran soğuk  ve tüm bu iç titreten havasına rağmen sıcak, yardımsever,  sürekli hareket halinde, dinamik ve coşkulu bir şehir hayatı ve Ankara insanıyla karşılaşmıştım.
 Şimdiyse gri binaların yanında tıpkı İstanbul’daki gibi AVM sayısının arttığını, şehrin kalbi sayılan Kızılay Meydanı’na kocaman ama bence çok da estetik durmayan bir AVM yapıldığını gördüm. 
 
Pek çok semt, lüks konut inşası hızlıca yayıldığı için inşaat halinde. Örneğin Ağaoğlu’nun çok tartışılan İstanbul 1453 projesine karşılık burada da İncek Life isminde bir proje yürütülüyor. Yeni bina sayısı artsa da Çankaya, Küçükesat gibi semtler hala naif görüntüsünü koruyor.

İki gün içinde nerdeyse kısa bir Ankara turu yaptım diyebilirim. Şehre iner inmez ilk işim Anıtkabir’i ziyaret oluyor. Çok detayına girmiyorum zaten tüm ayrıntıları internette var ama olur da yolunuz Ankara’ya düşerse Anıtkabir’i görmeden dönmek  büyük kayıp olur..  
 
Anıtkabir’den sonra yolum Ulus’a düşüyor. Ulus yıllardır hep kötü anılan bir semtti. Karışık ve düzensiz görünümü yavaş yavaş düzeltmeye başlamışlar.
 
 
Niyetim eski Meclis binasından sonra Ankara Kalesi’ni görmek. Koyunpazarı Yokuşu’ndan yürüdükçe kilimciler, yüncüler, otantik eşya, takı, şal, bakır satan dükkanlar sıra sıra dizilmiş. Kapalıçarşı’da satılan keçe çanta, toka ve süs eşyalarının kaynağı buradaymış meğer..

 
Yokuşu tırmanırken hemen solda antika bir gramafon görmemle gözlerim ışıyor. İçerden gelen müzik fena değil. Meğer Gramafon Cafe’nin önündeymişim. Biraz oturup soluklanıyorum. Yokuş dediğime bakmayın, çok hafif dik.

 
Gramafon Cafe’nin biraz ilerisinde ‘kıtlama çay’ içebileceğimiz Erzurum çayı satan ‘Dadaşlar Kahvesi’ var. Minik hasır taburelerde ikram edilen çayın yanında kavanozla kıtlama şeker ve onu ağza gelecek büyüklükte kırmak için ufak pense geliyor. (Aman tamamını dişinizle kırmaya kalkmayın, soluğu dişçide alabilirsiniz.)
 
 
Kıtlama çay içtikten sonra yolun devamında sağda Rahmi Koç Müzesi Çengelhan’a geliyorum.
 
 
Müzeyi gezmeyi bir dahaki sefere bırakarak önündeki dükkanlardan ipek şal, el yapımı takı ve seramik obje bakıyorum. Çengelhan’ın hemen yanında butik otel olarak hizmet veren Çukurhan yer alıyor. İçeriye davet eden önsezilerimi takip edip içeri süzülüyorum.
 
 
 
Otelin her noktasında antika bir eşya veya obje var. Kapısı açık alt odalarından birine kafamı uzattığımda gördüğüm her şeye hayranlıkla bakıyorum. Buradaki eşyalar Rahmi Koç’un birkaç sene önce gerçekleştirdi tekne ile dünya turundan. (Daha geniş koleksiyonu Haliç’teki Rahmi Koç Müzesi’nde görebilirsiniz.)

 

Kaplan postu asılan duvarın önündeki koltuğa oturup diğer duvarlardaki maskeleri, ortadaki çok eski olduğu belli olan sandığı, Kızılderili oklarını ve tablolarını, ayı, ren geyiyi kafalarını, buda heykellerini inceliyorum.
 
 
Diğer odalarda uzunluğu 5 santimden 20 santime uzanan çeşitli boyutlardaki anahtar koleksiyonu, kilitler, şamdanlar, fil ve at heykelleri yer alıyor.
 
 
İlerledikçe ahşap, kerpiç ve taş karışımı konakları görüp zamanında bu evlerde yaşayanları ve yaşananları gözümün önüne getirmeye gayret ediyorum. Kınacızade Konağı içini gezmek için ideal.
 
 
Hemen karşısında bakanların, milletvekillerin ve uluslararası temsilcilerin ağırlandığı Washington Restoran var. Başkanlığı döneminde Bill Clinton’ı bile ağırlamışlığı var bu restoranın. Dıştan çok mütevazı görünüyor. İçine girmiyorum keza kapıdaki görevli fotoğraf çekmemden çok da memnun görünmüyor. Hatta nerdeyse girmeyeyim diye önümde duruyor.
 
Çok eski bir geçitten girip Ankara Kalesi’ne yöneliyorum.

 
Burada takı, anahtarlık, örgü şapka, çanta satan teyzelere selam vermemenizi öneririm. Hoş selam vermeseniz de onlar sizinle muhabbeti koyuyor.
 
Tepeye çıktığımda manzara mükemmel. Gençlik Parkı'nın fıskıyelerinde sular bir çoğalıp bir azalıyor. Bir de güneş batmaya hazırlanmasaydı da o kareyi çekebilseydim güzel olurdu elbette.
 
Gelin görün ki dolaştıkça dokunduğum taşların eski kokmaması, yeni taş gibi açık renk olması beni şüpheye düşürüyor. Yanımdakilere ‘bence kale burası değil, bu kadar yeni taş olamaz, restore etseler bile tamamını değiştirmezler, yanlış yerdeyiz’ dememle sağımda orijinal Ankara Kalesi’ni görmem bir oluyor…

Reklamlarda gördüğümüz küçük ama cevval, geleceğin girişimcisi çocuk rehberlerden biri bizi duyup ‘Abla gerçek kale karşıdaki. İçindeki  Atatürk’ün  eşyaları çalındığı için kale dışarıya kapatıldı, sadece buradan görebiliyorsun, içine giremiyorsun.’ diyor. Bulunduğumuz yerden, Ulus’u kuşbakışı görüyoruz. Ali Ağaoğlu bir tek burayı ıskalamış, şaşırdım.

Geldiğim yolu geriye yürüyüp Rahmi Koç Müzesi’nin önünden sağa doğru ilerlediğimde  Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin bahçesine giriyorum. Girişler tam 15 TL. Müzekartınız varsa ücretsiz giriyorsunuz.  
 
Bahçede oturmuş dinlenen İtalyan turist sayısı kadar da içeride var. Rehber İtalyanca anlatırken kulak misafiri olmak şahaneJ

Neolitik çağdan Kalkolitik çağa, Urartular’dan Friglere, Hititlere kadar tüm Anadolu uygarlıkları önüme seriliyor.



Ana tanrıça heykelcikleri, boğa heykelleri, Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frigler’den kalma aksesuarlar, taslar, kaplar, geometrik motifli renkli mozaikler, levhalar,  mühürler, duvar freskleri, fildişi taraklar ve daha niceleri bu müzede sergileniyor.

Kral Midas’a ait olduğu sanılan mezar anıtında oymalı ve kakmalı geometrik motiflerle süslü tahta panoların yanında duran büyük tunç kazanlar ve kazan kulpları ilgimi çeken bir diğer bölüm.

Müzeden çıktıktan sonra Kuğulupark’a şöyle bir uğrayıp Ankara’ya gelip de uğramadan olmaz yerlerden Arjantin Caddesi’ne doğru yola koyuluyorum. Bu cadde üzerinde pek çok cafe sürekli açılır kapanır ama bir tanesi var ki 1993’ten beri aynı yerinde, konseptini hiç bozmadan hizmet verir. Cafemiz..

 
Bu restoran/cafe lise veya üniversite yıllarını Ankara’da geçiren herkes için nostaljik bir öneme sahip. Hatta bir kış akşamı geldiğimde bahçedeki meşe ağacına ve ağacın altına serpiştirilen beyazlar, beyaz ve pastel renklerdeki dekorasyonu ve beyaz saçlı garsonlarıyla (gerçekten beyaz saçlı garson mu çalışıyor yoksa ortama uysun diye mi spreylemişlerdi hala bilmiyorum) masal gibi bir ortam yaratılmıştı. Bu cafeyi Aşk Tesadüfleri Sever filminden de hatırlayacaksınız.


Gittiğinizde yaşadığınız şehirden tanıdık bir yüzle karşılaşmak olası. Akşamı ve bir Ankara gününü dolu dolu geçirmenin keyfiyle güne Cafemiz’de son veriyoruz.

İncek’te Sarmaşık Cafe’de kuş sesleriyle kahvaltı

Sabah İncek’teki iki katlı, sarı boyalı Sarmaşık Cafe’de kahvaltı etmeye karar veriyorum.


Sunum ve ortam tam istediğim gibi. Kuş sesleri de kahvaltıya eşlik ediyor.

 
Sonraki durağım Altındağ Belediyesi’nin üstün gayretleriyle sıfırdan oluşturulmaya çalışılan Hamamönü.



Buraya giderken de Ulus’a gider gibi hareket ediyorum çünkü birbirlerine yaklaşık 1 kilometre mesafe uzaklıktalar. Safranbolu ve Beypazarı havası verilen Hamamönü öğreniyorum ki öncesinde metruk halde bulunan evler ve çamurlu yollarıyla ünlüymüş.


 
Yüzlerce Hacettepe öğrencisini barındıran semtin zamanında kıymetinin bilinmemiş olmasına şaşırıyorum. Yanınızdan geçen 10 kişiden 8’i beyaz tıp önlükleriyle dolaşıyor ve öğlen yemeklerinde yeni yaratılan bu mahallenin keyfini  çıkarıyorlar.

Hipokrat Cafe’de piyano eşliğinde yemek

Hatta Hipokrat Cafe’de piyano eşliğinde yemek yiyebiliyorsunuz. Fiyatlar hiç abartılı değil, aksine çevredeki öğrencileri düşünmüşler.


Bu evler arasına serpiştirilen sanat galerilerinden birkaçına girip öğlen yemeğinde Hanımeli’nin Malatya usulü mantısını tadıp Kızılay’a gidiyorum.

Kızılay her geçen gün kalabalıklaştıkça enerjisine enerji katıyor gibi. İstanbul ile karşılaştırmam gerekirse bizdeki Kadıköy veya Bakırköy’e çok benziyor. Meydandaki devasa AVM gözümü tırmalasa da görmezden gelip Karanfil’e doğru yavaş yavaş ilerliyorum. Bu arada bu AVM’de mangal bile yapılabiliyormuş!

 
Karanfil’den biraz yürüyünce solda Dost Kitabevi göz kırpıyor. İçeriye giren çıkanın hesabı yok. O kadar kalabalık ki sanarsınız ki kitapları bedava dağıtıyorlar.


Dost Kitabevi şimdilerde gazetelerde, televizyonlarda, dergilerde ve başka iş kollarında kimi görseniz, Ankara’da yaşamış her birinin mutlaka müdavimi olduğu, içten içe bağlılık yaratmış bir Kitabevi.


 

İstanbul’daki kitabevleri gibi içinde seçtiğiniz kitaplara göz atmanıza yardımcı olan koltuklar yok, ayakta inceliyorsunuz ama aradığınız her şeyi o kadar rahat buluyorsunuz ki zaten oturma ihtiyacı hissetmiyorsunuz.


Dost Kitabevi’ni diğer kitapevlerinden ayıran nokta bana göre, maddi kaygıların ötesinde kültür ve sanat misyonunu gönülden üstlenmiş olması ve özellikle edebiyatla ilgili kısımdaki eserleri Alman, Rus, İngiliz, Japon,Fransız..Edebiyatı yazarlarına göre raflamış olmaları. İstanbul’daki kitapçılarda genellikle hepsi tek rafa konur ve edebiyatla tanışan okur hangi yazarın hangi ülkeden olduğunu bilmeden karışık okuma yapar.

Diyebilirsiniz ki tüm bu yazarlar lisede zaten işleniyor.. Ezberci eğitim sistemimiz olduğunu ve öğrencilerin bahsi geçen yazarların bırakın üslubunu, hayatını vs.  isimlerini bile ezberleyerek geçtiği bir sistem içindeyiz, hatırlayalım..


Karanfil

Karanfil’i sağdan soldan kuzeyden güneyden kesen tüm sokaklara girip Ankara halkı nasıl yaşıyor gözlemliyorum. Çocukken TRT’de izlediğim iki sunucu Çiçekçiler Çarşısı’nda çiçek seçiyor. Barlar Sokağı ise akşam gelecek müşterilerini ağırlamak üzere hazırlanıyor.


Az da olsa taze balık satan tezgahlar, her noktada Vitamin Shop denilen belediyeye ait nar, portakal, limon, havuç suyu satan cornerlar, dersaneden çıkmış cafelerde takılan öğrenciler, üniversiteli gruplar..

 
Buralarda dolaşıp Ankara simidi yemeden gitmek olmaz. Pekmeze batırılarak tatlandırılan, odun fırınında pişirilmiş simit şu ana kadar yediğim İzmir, İstanbul, Rize simiti ile karşılaştırınca en güzeli diyebilirim.

Ankara simidi
 
Sonraki durağım Tunalı’daki Hayyami Şarapevi. Ömer Hayyam’dan esinlenerek açılmış mekandan içeriye girdiğinizde şarap fıçılarından yapılma masalar, duvarlarda minyatürler ve zengin şarap kavı ile karşılaşıyorsunuz.


Hayyami

Pek çok şarap çeşidinden denemeniz mümkün. Butik bir şarapevi ancak fiyatlar son derece makul. Yerlerinde olsam peynir tabağı ve mezelerin yanına Ankara simidi de koyardım..

Hayyami’deki keyifli dakikaların ardından son keşif noktam Çay Yolu. Son yıllarda şekillenen semt yeni Ankara olarak tanınıyor. Burayı da İstanbul’un Ataşehir’ine benzetmek yanlış olmaz, sadece müstakil villa sayısı daha fazla.
 


İstanbul’dan bilinen pek çok yeme- içme mekanının bir şubesi Çay Yolu’nda açılmış. Bir şubesi de Tunalı’da olan Kıtır’da kokorecimi bitirip iki günlük Ankara gezimin sonuna geliyorum.


 
Bu gri şehirde, vaktiniz varsa yapılabilecek bir başka şey de şehrin dışında kalan yeşil mesire yerlerine gitmek veya şehirdışındaki otellerde konaklamak. Sadece haftasonu vakit ayırabiliyorsanız İstanbul- Ankara uçakla 40 dakika, otobüsle 6 saat sürüyor.
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi


 

 

ÇİKOLATA KOKULU SOKAKLAR: BRUGGE


 Hiç ayağınızı bastığınız anda size bir masalın içindeymişsiniz hissini veren kent oldu mu?

 
Tren istasyonunda indiğim anda adeta görünmez bir kapıdan içeriye girip burnuma gelen çikolata ve waffle kokularını takip ederek devasa ağaçların içinden kısa bir parkurla varıyorum bu kentin girişine.


Sokakları, kiremit rengi üçgen çatılı taş evleri, gotik tarzdaki önemli yapıları, faytonları, çarşıları ve Reien Nehri’nin oluşturduğu kanallarda dolaşan kanot denilen tekneleriyle adeta masal diyarında dolaşıyorsunuz Brugge’de.
 

  Ortaçağ’a yolculuk

Brüksel’in merkezindeki Nord tren istasyonundan yarım saatte bir kalkan trenle 50 dakikada ulaşabildiğim Brugge, trenden iner inmez kocaman bisiklet otoparkı, düzenli yolları ve peyzajlı bahçeleriyle karşılıyor beni.

Tren istasyonundan sola doğru ilerleyip Pazar günleri ikinci el pazarı kurulan parkın içinden yürüdüğümde 1914- 1918 yılları arasında Belçika kralı  olan Aan Koning Albert’in, Flaman heykeltraş Oktav Rotsaert tarafından yapılmış heykelini görüyorum.

 
Çınar ağaçlarının arasına yaptığım kısa yürüyüş sonrasında Hoogstraat Meydanı’na geliyorum. Meydanın karşısına dizilmiş 2 katlı şirin otel, pub, cafe ve restoranlarda kahve keyfi yapan turistler meydanı renklendirmiş.


Küçük olmasına ve 120 bin nüfus barındırmasına rağmen yılda 3 milyondan fazla ziyaretçi ağırlayan şehrin mimarisini görüp havasını teneffüs ettikçe Ortaçağ’a yolculuğa çıkmış gibi hissetmemek mümkün değil.
 
Kuzeyin Venedik’i
 
Ortaçağ mimarisinin örneklerinin görülebildiği, içinden geçen kanalların üzerine kurulması sebebiyle ‘Kuzey Venedik’ olarak da adlandırılan Brugge, 2000 yılında Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmayı çoktan hak etmiş bile.

 

 Belçika’nın Flaman bölgesi’ni oluşturan, Vikingler tarafından 9.yy.da keşfedilmiş Brugge’te yol tabelaları flemenkçe, biraz zorlanıyorum ama her sokak görülesi bir yere çıktığı için elimde harita olmadığını farz etsem bile şahane görüntüleri yakalamayı başarıyorum.


Belçikalıların çoğu dört dil Dutch, Fransızca, Almanca ve İngilizce biliyor, bu sebeple rahat anlaşabiliyorsunuz.

El yapımı çikolata, pralin ve truflar
 
Özellikle el yapımı likörlü, viskili, mentollü, portakallı, karamelli çikolataları, pralin ve truflarıyla ünlü Brugge’de her iki dükkandan birinde çikolata yapılıyor. Birbirinden renkli şekerlemeleri, kurabiyeleri, sakızları da görünce çocuk olmadığıma hayıflanıyorum.


Çikolataları almadan önce tatmak mümkün ama ölçüyü kaçırmamaya özen göstermek gerekiyor. Merzepam denen ünlü çikolatalarından ve tadı hala damağımda olan truflarından satın alıp diğer yandan beni çağıran waffle kokusuna doğru ilerliyorum.
 
 
Wijngaardstraat’a geldiğimde karşılıklı pek çok patisserie ve tea-room görüp ismini beğendiğim Vivaldi’de dondurmalı meyveli waffle’ımı söylüyorum. Bu kadar tatlı üstüne naneli bir limonata ile ferahlıyorum.


Waffle kokularından mest olmuş halde ama kokulara yenildiğim ve yüzlerce kalorilik bu enfes tatlıyı mideme indirdiğim için vicdan azabıyla gezime devam ediyorum. Brugge’te pişmiş waffle hamuru küçük dükkanlarda beşli paketler halinde satılıyor, isterseniz satın alıp sonradan istediğiniz waffle’ı damak tadınıza göre kendiniz de yaratabiliyorsunuz.
 
Faytonla tur 40 Euro 

At Çeşmesi’nin bulunduğu meydan kanala bakıyor.


Kanaldaki kuğuların yarattığı fantastik görüntüyü, kanal kenarındaki ağaçların altına sıra sıra dizilmiş faytonları, turistleri gezdiren kanotları ve bir çifti resmeden ressamı izliyorum.


Brugge’te çoğu yer yürüme mesafesinde. Bisikletle veya 15 kişilik modern dolmuşlarla ulaşım sağlanıyor. Faytonla gezmek istiyorum derseniz at çeşmesinin bulunduğu meydandan kalkan tur 40 Euro ve en fazla 5 kişi gezdirebiliyorlar.

 
Faytonla dolaşmayıp kanotla kanal turunu tercih ederseniz yarım saatlik maliyeti 7 Euro. Şekerleme gibi evlerin, kanalda gezinen kuğuların 2-3 metre yakınında yaptığım bu keyifli tur, kentin yürüyerek göremeyeceğim noktalarını da ıskalamamın önüne geçiyor.

 Aşk Gölü Minnewaterpark

Aşıklar, kuğuların yüzdüğü, adını Flemenkçe'de aşk anlamına gelen "Minne" kelimesinden almış bir diğer ismi ‘Aşk Gölü’ olan Minnewaterpark’taki göle dilekleri gerçekleşsin diye para atıyorlar.
 

Parkın içinde ağaçlar arasında ilerleyen şirin bir yürüyüş parkuru bulunuyor. Spor yapan, bisiklete binen, dinlenen, şirin kafelerde kahve molası vermiş insanları gözlemliyorum.
 

Minnewater’ın kıyısındaki Kadınlar manastırı da denilen Beguinage manastırı 12. yüzyılda düşes Marguerite de Constantinople tarafından yaptırılmış.

Belçika’nın sembolü olan bu ilginç yer bir zamanlar ‘beguin’ rahibelerinin manastırıymış. Asırlarca yoksullara yardım eden, dantel örerek hayatlarını devam ettiren bu çilekeş insanların huzur dolu mekanında şimdilerde beyaz evlerde siyah elbiseleri ve beyaz başlıklarıyla Benedictine rahibeleri gelenekleri yaşatmaya devam ediyor..

 
Şirin dar sokakları geçerek kıtadaki en yüksek tuğla yapılardan biri olan Notre Dame Kilisesi’ne geliyorum. 13. yüzyılda kurulan bu mimarlık şaheseri kilisenin sivri kuleleri mavi gökyüzüne doğru yükseliyor. Gotik tarzda inşa edilmiş 123 metre uzunluğundaki kilise, Michelangelo’nun ünlü Madonna ve İsa heykeli ile ünlü. Kilisenin bahçesindeki Ortaçağ mimarisiyle bezenmiş, 15. ve 19. yy’da Lordlar tarafından kullanılan Gruuthuse Museum görülmeye değer.
 

Tenten’in mağazasında kendinizi kaybedebilirsiniz

Kentin çeşitli noktalarında hediyelik eşya satan dükkanlar var ama farklı şeyler bulmak istiyorum derseniz Kathe Wohlfahrt’ye mutlaka girmek gerek.


Yüzlerce çeşit christmas malzemesi ve ilginç objeler var. Belçikalı ünlü çizer Hergé’in yarattığı çizgi roman kahramanı Tenten (Tintin) hayranıysanız Rozenhoedkaai’deki Tenten ürünleri satan mağazada kendinizi kaybedebilirsiniz.

Nakış nakış danteller
 
Kent nakış nakış işlenmiş dantelleriyle de ünlü. Özel tasarım dantellerin ve goblenlerin ünü sınırları aşmış. Küçük bir liman kenti olmasına rağmen asırlardır Brugge’den yurtdışına da ihraç edilen danteller ekmek örtüsünden, bardak örtüsüne, yelpazeden şemsiyelere, bluz, elbise yakası, şarap şişesi, bebek elbisesi, peçeteliğe kadar pekçok yaratıcı çeşide sahip.


Nerdeyse herşey dantelle giydirilmiş. El yapımı olduğu için büyük parçalarının fiyatlarının oldukça yüksek olduğunu söylemeliyim.

Dantel ve çikolata dükkanlarını geride bırakarak şehrin meydanına Grote Markt’a ilerliyorum. Meydanın ortasında 1302’de Flemenklerin Frankların istilasına karşı savaşan iki komutanın, Jan Breydel ve Pieter de Coninck’in heykeli yer alıyor. Bu meydan 1996’da trafiğe kapatılmış sadece kent içi ulaşımı sağlayan ve şehir turu yapan 15 kişilik midibüsler meydana girebiliyor.



Meydan’daki binaların çoğu Ortaçağ mimarisine uygun olarak 19.yy’da inşa edilmiş. Bazıları müze, bazısı idari yapı. Geri kalan binaların çoğu üçgen çatılı şirin cafe veya restorana dönüştürülmüş. Üç yıldızlı michelin amblemli De Karmeliet lokantası da burada. Vaktiniz varsa lokantada bir akşam yemeği yemek keyifli olabilir.

Tarihi saat ve Çan Kulesi’nden panoramik görüntü

Meydanın hemen sağında 83 metre yükseklikteki 47 çana sahip tarihi saat kulesi Belfort yer alıyor.


Tıpkı Paris’teki Eyfel Kulesi gibi kentin her noktasından görünen kuleden kenti panoramik olarak seyretmek ve fotoğraflamak için 350 basamak merdiveni nefes nefese çıkıyorum ama  değiyor doğrusu. Uzaktaki yel değirmenleri ve pastel renklerdeki tuğla çatılı, gotik- üçgen evler tam bir panorama.
 

Belfort’un sağına doğru devam ettiğimde göz kamaştıran ön cephesiyle ‘Belediye Sarayı’na geliyorum. Sarayın hemen yanında St.Sainte bazilikası var. Meydandaki Salvador Dali Müzesi de gezilebilecek yerlerden, ben müzenin kapalı olduğu saate denk geliyorum.

300 çeşit aromatik birası ve Brugge zot’u ünlü

Belçika'da her şehrin ya da kasabanın kendi yaptığı bira çeşitleri ve bir de ulusal biraları var. Brugge'de bu sayının 300'ü bulduğu söyleniyor. Bira yapımını yerinde görmek için 1856’dan beri hizmet veren Brewery De Halve Maan bira fabrikasını görmek gerek.

Deneyimli rehberler gelen konukları geleneksel bira yapımı konusunda aydınlatıyor, malt ve şerberçiotuyla ilgili ayrıntılı bilgi veriyor. Alkol oranı %10 olan ünlü biraları Brugge zot’u ve üretilen bu aromatik biralardan birkaçını deniyorum, en çok kriek’i beğeniyorum. Brugge’ün her noktasında olduğu gibi fabrikada da bir sanat galerisiyle karşılaştım. Restorana dönüştürülmüş avlusunda yemek yenebiliyor. Saat kulesinin karşı sokağında 10 kadar bar var, buralarda da dilediğiniz kadar bira çeşidi bulabiliyorsunuz. Bira sevmeyenler için sıcak şarap bir diğer alternatif.


52 milyon dolarlık futbol takımı

 
Belçika 1. ligindeki Brugge futbol takımı 53.850.000 Euro değere sahip. Mavi siyahlı takım 30 bin kişilik Jan Breydel stadyumunda fırtınalar estiriyor. Eski Beşiktaş Teknik Direktörü Christoph Daum geçtiğimiz sezon Brugge takımını yönetmiş, 30 maçta görev alarak 18 maçta galibiyet elde etmişti.

 

  - Brugge’te de Brüksel’de olduğu gibi yolda geçiş üstünlüğü yayalara, sonra bisikletlere en son araçlara ait. 

- İngilizlerle Flemenkler arasında ticaret sözleşmesi imzalamak için Brugge’e gelen düşünür Thomas Mann ünlü eseri Ütopya’yı 1515 Mayıs’ında  Brugge’de yazmaya başlıyor.

- Brugge’de 120.000 kişi yaşıyor.

- Başrolünde Corin Farrel’in yer aldığı In Brugge filmi 2010’da Türkiye’de de gösterildi.
 

- Kentteki pek çok yapıda, heykelde ve flamalarda ayı ve aslan pençesi figürü kullanılmış.

- Brüksel- Brugge arası hızlı trenle gidiş dönüş 26 Euro.

- Brugge’te her keseye uygun konaklama seçeneği mevcut. Beş yıldızlı otel de var sırt çantalı gezginler için hostel da. İbis Otel, Golden Tulip De Medici..bunlardan bazıları.
 
 



Hülya Meral
hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi

 

ŞAHİKA TEKAND'TAN 'OYUN'

 
Geçtiğimiz hafta enteresan bir oyun izledim. Şahika Tekand'ın yönetmenliğinde, 20. yüzyılın önemli ve etkili yazarlarından Samuel Beckett'in 'Oyun' isimli eseriydi sahnelenen. Şimdiye kadar izlediğim oyunlardan farkı, Tekand’ın geliştirdiği performatif sahneleme ve oyunculuk yöntemini kullanmış olmasıydı.
 
Oyunun ilk beş dakikası karanlık, belirli alanları aydınlatılan sahneden birkaç yüzün yavaş yavaş belirmesiyle başlıyor. Alt fonda derin bir sessizlik ve karanlık.
 
Ardından tek tek manuel açılıp kapanan soyut ışıklarla, ayrı ayrı küçük odacıklarda sandalyelere oturmuş 10 kadın ve 5 erkek oyuncu beliriyor ve toplamda bir saatlik süre içersinde oyunculuk anlamında izleyenleri sarsacak bir sahne performansı gösteriyorlar.
 
Işık odacıklarda dolaştıkça kadınlar ve adamlar öyküyü anlatmaya başlıyor. Öyküde, iki kadın ve bir erkeğin geçmişte yaşadığı aşk üçgeni, 15 oyuncunun performansıyla ve tekrarlarla gelişerek adeta parlıyor.
 
 
 
Küçük dünyalarına sıkışmış günümüz kentsoylu insanının, son özgürlük alanlarını da giderek hareketsizleştirerek ve aynılaştırarak kaybettiği, zorla varolma ve kendini ifade etme mücadelesi; huzur ve dinginlik ararken içine düştükleri karmaşa, sıradan ve trajikomik bir öykü çerçevesinde ele alınıyor.
 
Oyunculardan bazılarının yüzlerine televizyondan aşinayız.
 
Özge Özder
Mert Ali Yavuzcan
Denk gelirseniz bu teatral gösteriyi kaçırmamanızı, oyunculukları ve ışık tekniğini görmenizi öneririm.
 
Hülya Meral
Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..