yemek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yemek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Londra Mutfağını Değiştiren Türk Asıllı Şef

Erkek egemen yemek sektöründe uluslararası isim yapmış, yeteneğini ve mesleğinde yarattığı farklılıkları cesurca ortaya koyan, bunu BBC’deki yemek programıyla ve yazdığı yemek kitaplarıyla taçlandırmış güçlü kadınlardan biri o. Filibe doğumlu, anne tarafı Bulgar, babası Türk. Bir süre Çırağan Oteli’nin mutfağında çalışmış. Şimdilerde The May Fair Hotel London'daki The Quince restoranda, Orlando Bloom, Valentino, One Direction, Omar Sharif, Prince Michael of Kent, Victoria Beckham gibi isimlere, Türk mutfağının muhteşem lezzetlerini modernize edilmiş şekliyle sunuyor. Türkiye dışında yaşayan ilk ve tek kadın Türk şef Silvena Rowe’la ünlü Savoy Otel’de buluştuk.


 

The Guardian, Independent, Sunday Times, Evening Standart gibi gazetelere yemekle ilgili yazılar yazdınız. Yakın zamanda herhangi bir gazetede okumadım sizi. Bıraktınız mı yazmayı?

Gazeteye yazmıyorum, kitaplarıma ağırlık verdim. Yayınlanmış yedi kitabım var. En son çıkan Purple Citrus and Sweet Perfume çok ilgi çekti. Akdeniz ve Ortadoğu mutfağında sık kullanılan fesleğen, zeytin, biberiye, bal, tarçın, safran ve sumak gibi malzemelerle oluşturulmuş egzotik tatlara ilişkin reçeteler var kitapta. Şam’ın çarşı pazarlarından Lübnan’ın, İstanbul’un sokaklarına yayılan oryantal bir lezzet yolculuğu. Bu kitabım çıkalı üç yıl oldu ama hala çok satmaya devam ediyor. Orient Express kitabım da çok ilgi gördü. Dolayısıyla kitap yazmaya devam. Gelecek kitabımda modern Arap yemeklerini konu ediniyorum..


Bugünlerde Ortadoğu’ya, özellikle Dubai’ye çok sık gidip geliyorsunuz?

Evet. Dubai’ye Ottoman Cafe isminde çok şık dizayn edilmiş, sunumuyla, servisiyle, damaklarda bırakacağı özel tatlarla ve çok özel, unique bir konseptle ziyaretçilerinin karşısına çıkmaya hazırlanan bir restoran zinciri projesi için sık ziyaretlerim oluyor. Aynı zamanda da Bangkok için de yeni bir projemiz var. Bangkok’a Ortadoğu’dan önemli politik isimler seyahat ediyor ve farklı tatlar denemek istiyorlar. Yeni gelecekte Türk lezzetlerini yeni bir stil ve sunumla bu coğrafyaya yaymak istiyoruz.




Dubai projesinden önce İstanbul’u ve Ortadoğu’yu yeni tatlar keşfetmek için ziyaret etmiştiniz. Etkiledi mi mutfağınızı?


Elbette, inanılmaz etkiledi. İstanbul’a çok sık geliyorum, pek çok yemek tadıyorum. Coğrafyaya baktığınız zaman yıllarca Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilen, bütün dinlerin bir arada yaşadığı, çok köklü, çok derin bir alandan söz ediyoruz. Birbirinden sürekli etkilenen, nerdeyse birbirinin aynı olan bir Osmanlı mutfağı var. Osmanlı’dan sonra bile Ortadoğu’da hala Türk mutfağı hakim. Suriye’ye, Lübnan’a, Ürdün’e gittiğinizde bunun değişmediğini görüyorsunuz, çok az farklarla birbirinin aynı. Sadece Lübnan biraz daha Arap mutfağına yakın ama özünde Türk mutfağının etkisini görebilirsiniz. Yunanistan’a, Azerbaycan’a, Tacikistan’a, Bulgaristan’a gittiğinizde de güçlü etkiyi görebilirsiniz. Bu zenginliği yerinde araştırıp kendi mutfağıma uyguluyorum.


Türkiye’de pek çok şef fikir paylaşımına kapalı. Reçetelerini paylaşmıyorlar, gizli tutuyorlar. Sorduğunuzda şaka mı yapıyorsun diyorlar. Farklı mentalitedeler. Türkiye’de herkes güzel yemek yapıyor. Herkes İstanbul’u işarete ediyor. Evet İstanbul bir gezegen ama aynı balık, aynı et, hep aynı şeyler var. Örneğin Dubai böyle değil. Çok daha zengin, yemekler çok farklı tarzda sunuluyor ve insanlar bunun için oraya gelip güzel para harcıyorlar. Türk mutfağının zenginliğini diğer kültürlere modernize ederek sunmalıyız.


Dünyanın pek çok ülkesini, mutfağını keşfe çıkıyorsunuz. Size ‘lezzet avcısı’ diyebilir miyiz?

Elbette. Yemek yemeyi seviyorum. Yemek yemeden durmuyorum zaten. (gülüşmeler) Özel tatları denemeyi seviyorum, bir de oğlumun yaptığı yemekleri.

The Quince’e gelenler ne tarz bir mutfakla karşılaşıyorlar?

Restoranımda yemekler çok güçlü şekilde Türk yemekleri çünkü babam Türk ve bir süre Filibe’de yaşadım.  Türk kültürünün etkisi, babamın etkisi ve İstanbul’u çok sık ziyaret etmemin etkisiyle bu yemekleri hazırlıyorum. Yedi kitap yazdım şimdiye kadar ve bunların hepsinde bu etkiyi görebilirsiniz. Kitaplarda geleneksel Türk mutfağından ziyade modernize edilmiş, kreative edilmiş Türk mutfağını görebilirsiniz. Çünkü hepimiz biliriz ki kebap ve dürüm Türk mutfağında başı çeker ama ben bunu çeşitlendirerek, farklı bir formda sunmayı seviyorum. Evet  kebap ve dürüm güzel ama seksi ve özel değil, light değil, renkli değil ve çok fazla yağ kullanılıyor.

The Quince’te hazırladığınız en özel yemek hangisi? Müşterileriniz daha çok neyi tercih eder?

Osmanlı stilinde hazırlanmış baharatlı kuzu eti, marine edilmiş külbastı. Ocakbaşına gittiğinizde çok yağlı et sunarlar. Ben çok yağlı eti sevmiyorum ve sağlıksız buluyorum. Özellikle Londra’da pek çok kişi formuna dikkat ediyor. Yağlı et tercih etmiyorlar. Bir de patlıcanlı yemekler çok rağbet görüyor.


Restoranda Türkiye’den ünlü isimleri ağırlıyor musunuz?

Pek çok ünlü isim, pek çok politikacı geldi. En son AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış’ı ve eşi Beyhan Hanım’ı ağırladık. Çok elegant, çok nazik ve zeki bir kadın. Elif Şafak, Leyla Alaton, Vedat Alaton gibi değerli isimler de geldi. Misafirlerimiz geliştirilmiş Türk mutfağını denemek istiyor ve restorandan memnun ayrılıyorlar. Yemeklerime inanıyorlar.


Mutfağınızda ‘benim vazgeçilmezimdir’ diyebileceğiniz bir malzeme var mı? Türk mutfağından sıklıkla yufka, börek, humus, narenciye kullandığınızı biliyorum. 

Humus ve süzme. Süzme labne peyniri gibi. O yüzden kullanmayı seviyorum. Türkiye’de lokal olarak her türlü sebzeyi özellikle yapraklı olanlarını taze olarak bulabiliyorsunuz. Özel olarak patlıcanı kullanmayı severim, hünkarbeğendi yaparım ama genel anlamda sebzeler vazgeçilmezimdir. Salata favori yiyeceğimdir.


İngiltere mutfağı çok zayıf. İnsanlar zamanla yarıştıkları için genelde hazır yiyecekleri veya fast food tarzını tercih ediyor ama aynı zamanda, özellikle Londra’da yaşayan çok fazla ünlü şef var ve yemekle ilgili pek çok program ve show yayınlanıyor. İki durum birbirine tezat değil mi?

Çok basit bir açıklaması var. İngiliz kültürü Türk kültürü gibi değil. Yemek yemeyi seviyorlar ama eve gittiklerinde yemek hazırlamayı sevmiyorlar. Bu bir tarz, bir kültür. Özellikle Londra’da mükemmel yemek yiyebileceğiniz çok fazla mekan var ama benim favori şehrim İstanbuldur. İngilizler bu yemek programlarını talep ediyor çünkü iyi yemeğe yönelik bir merak var. Türkiye’de böyle değil, herkes yemek yapmayı bilir. Türkiye’de bir portakallı baklava tadarlar, benim büyükannem daha iyi yapar derler. Çünkü pek çok kişi baklava yapmayı bilir ama burada öyle değil.


İstanbul’a geldiğinizde farklı tatları deniyorsunuz, keşfediyorsunuz? Hangi şefi beğenirsiniz?

Aynı zamanda çok da yakın arkadaşım olan Vedat Başaran’ı çok başarılı buluyorum. Pek çok Türk şef cömert ve açık değildir. Vedat’ın bunun aksine Türk mutfağına açık, yeni ve farklı fikirleriyle zenginlik kattığını düşünüyorum. Nusret’i çok beğenirim. Türkiye’ye gerçek et restoranı konseptini getiren restoran. Kanaat Lokantası’nda Bedri Usta’nın mutfağını beğenirim.


Londra’da yemek yemekten hoşlandığınız, sunumunu, lezzetini beğendiğiniz restoranlar hangileri?

Favori restoranım Old Park Lane’deki Nobu Restoran. Pek çok Türk gider oraya. Cut At 45 bir diğeri. Wolfgan Puck bünyesindeki hayran olduğum bir Amerikan steakhouse. Çin ve Hindi yemeklerini de severim ama ne yazık ki onlar daha lokal daha küçük alanlarda hizmet veriyorlar. Diğer mutfaklar kadar göz kamaştırıcı değiller. En iyi Hint yemeği küçük Hint restoranlarındadır ama pek çok İngiliz göz alıcı alanları tercih eder.


Babanız Türk, anneniz Bulgar. Çocukluğunuzun mutfağı, sofraları nasıldı? Nasıl anımsarsınız o dönemi?

Filibe’deki evimizde pişen yemeklerin büyüleyici kokularını hatırlıyorum. Sarma ve nerdeyse her gün yediğimiz köfte en sevdiğim yemeklerdi. Okuldan geldiğimde uzak mesafeden bile sarma, türlü ve köfte kokusunu alırdım. Türkiye’de herkes evde yemek yapar. Annem de babam da çok iyi yemek yapardı. Babam yedi yıl önce vefat etti ama onun yemeklerinden çok etkilendiğimi söylemeliyim. Özellikle babamla mutfakta zaman geçirmeyi çok severdim. İkisi de çalışırdı ama çok özel ortamlar yaratır, değişik, birbirinin benzeri olmayan soslar denerlerdi. Annem inanılmaz güzel baklava yapardı.  


Pek çok kadın evde şahane yemek yapar ama şeflerin çoğu erkektir. Neden kadınlar bu alanda çok ön plana çıkmıyor. Dünyanın genelinde bu böyle.

Bu çok sert bir durum. Mutfakta gerçekten çok güçlü olmak zorundasınız. Türkiye’de de çalıştım. Özellikle Türk şefler kadından emir almak istemez. Türkiye’de kadın şef olmak imkansız. Sadece Maya Group’ta kadın şeflerin rahat çalışabildiğini biliyorum. Ortadoğu’da da durum aynı. İngiltere çok daha rahattır, Amerika’da çok fazla kadın şef çalışır. Mutfakta 12-14 saat zaman harcarsınız ve zaten çok yorulursunuz. Çok erkek egemen bir alan. Bir şeyi yapamadığınız zaman eleştirirler, ben yapabiliyorsam o da yapsın derler.


Türkiye’deki ünlü şef Batuhan Piatti ‘mutfak vahşi bir yerdir’ diyor. Katılır mısınız?

Mutfak askeri alan gibi, ordu gibi. Çok fazla dar geçit var. Ofiste çalışmak gibi değil, fiziksel bir iş yapıyorsunuz. Kendinizi sevmek ve güçlü olmak zorundasınız. Ben de mutfakta sertim. Sert olmak zorundasınız. Bir şey iyi yapılmışsa iyi, kötü yapılmışsa olmamış derim.


İngiltere’deki diğer ünlü şeflerle bir araya gelir misiniz?

Hepimiz birbirimizi biliriz. Gordon Ramsay ile yakın zamanda Johannesburg’da birlikte çalıştık. Raymond Blanc, Michel Roux, Brian Turner, James Martin. Hepsiyle çok özel arkadaşlıklarımız vardır. James’in televizyon programına konuk olmuştum hatta.


Hayatınızda size sıçrama sağlayan, dönüm noktası olan bir dönem olmuştur mutlaka.

The May Fair ve The Ouince profesyonel olarak bu işi ilerletmem anlamında büyük bir challengetı. May Fair ismime, yaptığım işe büyük prestij sağladı, işimi uluslar arası alana taşımama yardımcı oldu. Dubai’ye gittiğinizde çok kaliteli şefler görürsünüz. Pierre Gagnaire, Marco Pierre White, Gary Rhodes. Bu isimlerle bir araya gelmek çok önemliydi. Bundan sonraki büyük hayalim Türkiye’ye gelmek ve sadece kadınların katılabileceği yaratıcı bir yemek programı yapmak. En güzel, yetenekli, en şahane yemekleri ortaya çıkarabilen kadınları bulmak. Program bittiğinde seçtiğimiz bu yetenekli kadınlarla birlikte yürüteceğimiz, kombinasyonlarımızı uygulayacağımız restoranlar açmak. Türkiye’de kadınlar çok güçlü, çok güzel yemek yapıyorlar ama kimse onları tanımıyor.


Türkiye ile ilgili trendleri, modayı, siyaseti, ekonomiyi, kültürel hayatı takip etme fırsatınız oluyor mu?

Elbette, çok yakından takip ediyorum. Sık sık Türkiye’ye geliyorum. Geldiğimde çok sevdiğim yakın arkadaşım Leyla’da (Alaton) kalıyorum. Onun evi benim evim gibidir. Leyla benim mentorumdur. İstanbul dünyanın en güzel şehri, İstanbul ve camiler çok özel. İstanbul’da evimdeymişim gibi hissederim. Bebek ve Etiler’i çok severim. İstanbul çok güzel ama anlayamayacağınız bir sebeple oteller çok pahalı.


Anneniz Bulgar, babanız Türk, eşiniz İngiliz. Siz kendinizi hangisine yakın hissediyorsunuz?

Evet, iyi bir kombinasyon ama kendimi daha çok Türk hissediyorum. Türk kültürünü seviyorum. Orada doğdum, babamdan gelen bir şey de olabilir. Babamın akrabaları var orada yaşayan. Bu tutkuyu seviyorum. Türkiye dışında yaşıyorum ama Türk yemekleriyle ilgili bir iş yapıyorum ve bunu hissederek yapıyorum. Bana neden bu işi Türkiye’de sürdürmüyorsun diyorlar. Okuduğum makalelerden anladığım bazı insanlar iyi bir şey yapan, yaptığı işlerle insanları büyüleyenleri, göz önünde olan, başarılı insanları kıskanıyor ve acımasızca eleştiriyorlar. Londra da aynısıdır, sadece insanlar düşündüklerini bu kadar açık, rencide edecek şekilde söylemezler.


Eve girdiğinizde yemek yapmaya devam eder misiniz? Evde kim yemek yapar? Ev yemeği mi yenilir hazır yemek mi tercih edilir ailede?

Ben. Zamanım varsa çok fazla yemek yaparım. Örneğin geçtiğimiz hafta resmi tatildi. Barbekü yaptık, tatlı bir tatildi bizim için. Ailecek dışarda da yeriz ama evde yemek en güzeli.


İki oğlunuz var, onların yemekle arası nasıl? Başarılılar mı mutfakta?

Yemeği ve yemek yapmayı seviyorlar. Büyük oğlum master yapıyor ve Unicef için çalışıyor. Küçük oğlum üniversitede, ekonomi okuyor. İnanılmaz güzel yemekler hazırlıyor. Genellikle hep birlikte evde yemek yeriz ve çok keyif alırız bundan.


Gelecek dönemde televizyon programı projeniz var mı?

BBC’deki programım bitti ama Kasım’da start vereceğim çok büyük, çok ilgi çekici bir programım olacak. Bir yemek yarışma programı. Aynı zamanda Amerika için bir tv programı projesi üzerinde çalışıyoruz.


Türkiye’de mutfakla ilgili pek çok yemek kursu ve akademi açıldı. Sizin de böyle bir girişiminiz var mı?

Kapıları herkese açık bir akademi kurmak isterim, özellikle yetenekli, cesur kadınlar için. Dubai projesini hayata geçirdikten sonra böyle bir girişimim olabilir. Özellikle Leyla Alaton bu konuda bana destek olabilecek, çok değer verdiğim bir isim. Çünkü kadınların çalışma hayatına katılmasını önemsiyor.


Elinizdeki tesbihin özel bir yeri var mı? Hep taşır mısınız yanınızda?

60 yıllık amber taşından yapılma bir tesbih. Trabzon’dan gelmiş, Kapalıçarşı’da satılıyordu. Şu an benim en güzel en değerli aksesuarım. 1.500 dolara Kapalıçarşı’daki bir dükkandan aldım. Bana kendimi iyi hissettiriyor.


Hülya Meral

Bu yazı Hürriyet Pazar Eki'nde yayımlanmıştır.

Taş Değirmenden Ada Ekmeği Kokusuna

Gıda Mühendisi komşum hem uyarıyor hem isyan ediyor: 'Marketlerden aldığınız ekmeğin içinde hayati derecede zararlı, kansere yol açabilecek katkı maddeleri kullanılıyor. Vicdanım bile bile insan sağlığıyla oynayan görüntülere daha fazla dayanamadı, işten ayrıldım!' 


Birkaç sene önce komşumun vicdani hesaplaşması haline gelen bir 'vaka'nın, üstünden yıllar geçtikten sonra bilinçlenen pekçok kişinin yaşam şeklini değiştireceği ve geniş katılımlı bir farkındalık uyandıracağı aklımın ucundan geçmezdi. 


Çünkü o zamanlar 'Ekmek yerine zehir yiyoruz' diyebilecek biri çıkmaz diye düşünüyordum. Ekmeğe katkı maddesi konmasının sebebi, daha fazla miktarda ürün elde etmek, ekmeğin hacmini arttırmak, su kaldırma oranını arttırmak ve bayatlamasını önlemek. 


Neyse ki toplumsal faydayı önde tutan gözüpek insanlar seslerini duyurabildi de şimdilerde 'tam sağlıklı' diyemesek de çavdar ve tam buğday oranı yükseltilmiş ekmeklere, nispeten daha kolay ulaşabiliyoruz. 


Özellikle çocuklarının büyüme ve gelişim dönemlerinde, vücutlarına yedikleri ekmekle giren kimyasalların tüm hayatı boyunca bedenlerini etkileyeceğinin öneminin farkında olan anne babalar, bu konuyu daha fazla araştırıyor, en sağlıklısını bulmaya çalışıyor.


Son yıllarda (marka vermek istemiyorum) benim yönelimim tam tahıllı, içinde yulaf, ayçekirdeği, tam çavdar unu ile üretilen, yerken içimin rahat ettiği kahverengi ekmekler. Zaman zaman yemek yediğim restoranlarda zeytinyağıyla pişmiş, ısırırken elimde yağ bırakan, biberiyeli ekmeklere denk gelirsem ufak kaçamaklar yapıyorum.



Bir de yol üstünde ziyaret ettiğim köylerde biraraya gelip 'fırın yakan' kadınlara denk geliyorsam, ekmeğin taş fırından çıkmasını bekleyip kocaman bir tam buğday ekmeğinin tepesini yarıp içine köy tereyağı koyuyorum. 


Kapağı beş dakikalığına kapattıktan sonra ekmeğin kapağını ve kabuklu kenarlarını yağa batırıp yeme şansım varsa bunu kaçırmıyorum. Adı üstünde 'köy ekmeği'.



Halbuki ne kadar fena değil mi, yüzyıllardır süregelen bir kültür, mutfağın ana ögesi ekmeği, gönlümüz rahat tüketemiyoruz. Pekçoğumuz lokasyonlarımız dolayısıyla sınırlı çeşit ekmeğe ulaşabiliyoruz. 

Ben 'ekmek derdi'ne düşmüşken burnuma Bozcaada'dan bir ekmek kokusu geliyor. Damak arkadaşım @Gezenyer (Pınar Bostancı)'in Instagram'da paylaştığı, ilk anda beni görüntüsüyle çarpan Ada Ekmeği ve Artisan ekmeğin Türkiye'deki sınırlı temsilcilerinden Ali Erol ile karşılaşıyorum. 


Ali Erol zor olanı hayata geçirenlerden. Kimyasallarla ekmek raflarını süsleyen kabarık pofudik ekmeğimsi ekmeklere inat, Türkiye'nin dört bir yanından topladığı taş değirmende öğütülmüş buğday ununu, aktif Bozcaada ekşili mayası, organik deniz tuzu, kaya tuzu ve halis muhlis zeytinyağıyla Bozcaada'daki İtalyan stili fırınında pişiriyor. 


Ali Erol şimdilerde biz şehirde yaşamaya devam eden 'şehirliler'e özel ve şirin paketlerinde bu tam buğday unu ve çavdar unundan ürettiği ekmekleri kargolasa da öncesinde İstanbul'da sinema sektöründe ardından yeme-içme sektöründe çalışmış. Eline geçen bir Fransız ekmek kitabı sonrasında 'kendi ekmeğimizi kendimiz yapabiliriz' fikriyle şehir hayatını, İstanbul'u bırakıp ailecek Bozcaada'ya yerleşmiş.


Şimdilerde O'nun kendi üretimi ekmeklerini almak için Ada Ekmeği'ni bilenler iki- üç ay beklemeleri gereken bir sıraya giriyorlar. Ali o kadar cömert ki %100 doğal, katıksız ekşili mayayı ufak kavanozlarda talep edenlerle buluşturuyor. 



Bunu yaparken Instagram'dan ekmek, insan ve gönül dostu mesajlar ve beni -anında ulaşamadığım için- isyan ettiren fırından henüz çıkmış Ada konseptli ekmek fotoğrafları paylaşıyor. Doğadan aldığını, gönülden kattığıyla zenginleştirip yine doğaya veriyor.



Farkındayım, beyazlatılmış un ve kimyasallarla üretilmemiş ekmeğe ulaşmak artık çok zor ama en azından büyüme çağında olan çocuklarımıza 'gerçek ekmek budur' diyebileceğimiz, damaklarında gerçek un ve maya tadını hissedebilecekleri, onlara gönül ferahlığıyla yedirebileceğimiz Ada Ekmeği var. Tabii uzuuun uzadıya devam eden listede yerinizi bir an önce alabilirseniz. Ali'nin dünya işiyle pek derdi de yok. Diyor ki;



Siverek Kebabı, İçli Köfte, Çiğ Köfte, Lebeni, Bostana, Külünçe ve Şıllık Tatlısı ile Adeta Cennete Düştüm

Sıcak mı sıcak bir Urfa sabahında iniyorum şehre. Havaalanından merkeze bir saatlik bir yol katettikten sonra kendime kahvaltı edecek bir yer arıyorum. 


Gitmeden önce Faruk'un Yeri kahvaltı salonunun ismini duymuştum. Lokantanın önüne boylu boyunca dizili, geleneksel sedirlerle süslenmiş mini divanlara yerleşiyorum. Önümde soğandan domatese bir yığın sebze var. Burada adet müşterinin canı ne istiyorsa istediği sebzeyi kendisinin seçip doğramasıymış. Masalarda biberler, baharatlar.. 


İlk kez kahvaltıda bol soğanlı ciğer yiyorum ama hiç pişman değilim. Güzelce kahvaltımı edip hemen çarşının sokaklarına dalmak için sabırsızlanıyorum.


Beni benden alan şahane baharat kokularının arasındayım. Her şey o kadar taze ki hangisinden alsam şaşırıyorum. Elbette isot ve salça önceliğim. 


Urfa'da nerdeyse her evde biber kurutuluyor, bu nedenle evlerin herbirinin, evin alanı kadar balkonu oluyor. Yazları balkondaki geniş alana hem kuruması için tonlarca biber seriyorlar hem de yazın kavurucu sıcağı geçmek bilmediği için çoğu zaman püfür püfür esen balkonda uyuyorlar. 


Sokaklarında yürüdükçe önüme 'meyankökü şerbeti' ikram eden gençler çıkıyor. Meyankökü otu burada çok meşhur. Yazları evlerde şerbeti hazırlanıp bol bol tüketiliyor, hazıma iyi geldiği söyleniyor. Biraz genzimi yaktı ama yürürken ferahlamamı sağladı.


Dolaşırken vitrinlerdeki altınlara takılıyor gözüm. Küçük bir Kapalıçarşı gibi burası. Bizi gezdiren Urfalı dostumuz sevgili Fatoş'un söylediğine göre Urfa'da her geline en az 6-7 KİLO altın takılırmış. 


Bakırcılar Çarşısı'ndan geçip Hz. İbrahim'in Mağarası'na doğru yürürken Urfa'ya özgü 'Külünçe' ve 'Tulumba Tatlısı'ndan paketletmeyi ihmal etmedim. 

Külünçe, tarçın, mahlep, muskat, karanfil, rezene gibi birkaç baharatın biraraya gelmesiyle ortaya çıkan bir baharat karışımı. 


Mahlep ve tarçın kokusuna bayıldığım için lezzetini ve gevrekliğini sevdim. Bu çörek bayatlamıyor, uzun süre sonra da tüketebiliyorsunuz. 

Mağara oldukça kalabalık, geniş bir bahçeyi yürüyüp avluya geldikten sonra mağaraya ilerliyorsunuz. Burada Urfalı ve çevre köylerden gelen Arap kadınlarla kısa sohbet ediyoruz. 


Hemen yanıbaşındaki Balıklıgöl'e gidip Göl'ün yıllardır dinlediğimiz hikayesini gözümüzde canlandırıyoruz. 


Gölün içinde balıklar, çevrelerinde onları görmeye gelen misafirler ekmek attıkça biraraya geliyor, tekrar dağılıyor, görmeye değer. 


Öğlen yemeği için sabırsızlanıyorum çünkü Urfa'nın geleneksel tatlarını ilk kez yerinde deneyeceğim. Çarşı içinde yıllardır hizmet veren Gülhan Restoran'a geliyoruz. İşletme sahibi Yusuf Gülhan, Urfa'nın mesleğine aşık esnaflarından. 250 kişi kapasiteli, 2 katlı restoran her saniye vızır vızır işliyor. 


Bu kadar yoğunlukta karnı zil çalan bizlere siparişlerimiz kim bilir ne zaman servis edilir diye düşünürken hiç bekletmeden yarma buğday ve yoğurt karışımıyla yapılan 'lebeni' ile acılı ezme 'bostana' geliyor. 



Yanında yayık ayranımız ve içi irice parçalanmış cevizle dolu 'içli köfte'lerimizle önlük yapıyoruz. 


İçli köfteler bitmek üzereyken 'Urfa lahmacunu' geliyor. İyi ki yarım söylemişim, tam isteseydim siverek kebabına yerim kalmayacaktı. Lahmacun uzunlamasına ve şehirde yediklerimizin aksine oldukça büyük, iç malzemesi bol.


Sıra anayemeğimiz 'Siverek kebabı'nda. Bu kebaba lezzetini veren yağlı koyun kıyması. Koyun kıymasının kokusunu sevmeyenler pek sıcak yaklaşmayabilir ama sırf tuz ve karabiber eklenerek yapılan kebabın lezzeti 'bu kadar yol gelmemize değdi' dedirtiyor. Safranlı, fıstıklı, bademli pilavlarının ününü duymuştum ama onu kuzu sarma ile servis ediyorlarmış. Bizim kebaba bulgur pilavı eşlik ediyor. 


Urfalıların eli boldur, sofralarında çeşit o kadar çok ve bolcadır ki tabak koyacak yer bulamazlar kimi zaman. Gelenekten geliyor olsa gerek Siverek Kebabı'nın porsiyonu o kadar büyük ki bitiremiyorum. 



Normalde denediklerimizin tümünü şehirde yesek üstümüze ağırlık çöker, uzun süre yerimizden kıpırdamak istemeyiz. Bu kadar yemekten sonra hala hafif hissediyorum, kapanışı yine Urfa'nın yöresel bir tadı olan 'Şıllık tatlısı' ile yapıyoruz. 


Tadına bakmakla yetiniyorum zira hava sıcak, gezecek bir yığın yer, akşama da Sıra Gecesi planımız var. Çiğ köfteye yer kalmalı :)

Akşamüstü Eski Urfa denilen, Urfa'nın en eski konaklarının, evlerinin, sokaklarının olduğu bölgeyi gezip 'eyvanlı evler'i görmeye gidiyoruz. Yıldız Sarayı Konuk Evi'ni de gördükten sonra akşamki Sıra Gecesi için yerimizi ayırtıyoruz.



Sıra Gecesi en son ziyaret ettiğimiz Yıldız Sarayı Konuk Evi'nde. Bu şekilde pek çok yerde hem turistler hem de diğer şehirlerden, Avrupa ve Amerika'dan tatile gelen Urfalılar için her gece Sıra Gecesi düzenleniyor. Yöresel kıyafetleriyle Urfa'nın nağmelerini misafirlerine sunan müzisyenlere yanık sesli bir Urfalı sanatçı eşlik ediyor. İbrahim Tatlıses'in bu topraklardan çıkması tesadüf değilmiş diyoruz. Bence çocukluklarından itibaren her yemekte bolca biber tüketen Urfalılar seslerindeki ahengi bu bibere borçlular :)

Biz yer sofralarında yerimizi alırken müzik başlıyor, 'çiğ köfte' yoğrulmaya başlıyor. Daha önce de çiğ köfte yemiştim ama burada yediğimin tadı çok farklıydı. 


Çiğ köftede yoğrulma süresi kadar yoğuran 'el' de önemlidir, lezzeti değiştirir. Bunda biberin, baharatın tadını yoğun bir şekilde alıyorsunuz. 



Köftelerden sonra kendi özel fincanlarında servis edilen 'mırra' geliyor. 


İtalyanların espressosu gibi, tek içimlik. Fincanı servis edenin eline vermeyip yanlışlıkla masanın üzerine koyarsanız servis eden kişiye 'bahşiş' vermek adetten. 

Sıra Gecesi'ne katılıp da halaya girmemek olmaz. Davullar çalınıyor, zurna ona eşlik ediyor. Biz de geceyarısını geçmesine rağmen halaylarla, zılgıtlarla eğlencemize devam ediyoruz. 


Sabaha Mardin yolculuğumuz var.

Hülya Meral

Kar Altından Damağımıza Yolculuk Eden Çiriş Otu

Semt pazarlarını sabahları dolaşmaya bayılıyorum. Erken saatlerde halden henüz gelmiş olan sebze ve meyvelerin dört bir taraftan burnuma gelen kokusu beni tazeler, satın aldığım sebzelerle o akşam şahane lezzetler ortaya çıkarırım.

Bu hafta tezgahların önünden geçerken şimdiye kadar hiç duymadığım bir koku geldi burnuma. Önce bir çeşit lale soğanı diye düşündüm ama kökü yoktu. Dayanamadım, başka bir tezgahta daha denk gelince satan çocuğa sormadan edemedim. 'Abla bu bizim memlekette, Doğu'daki Bingöl, Bitlis ve yakınındaki illerde, dağların, yaylaların en yüksek yerlinde, karın altında kendiliğinden yetişen 'Çiriş'tir. Bir tek Nisan ayında bulabilirsin, çünkü karlar erirken toplanır.' dedi. 


Daha önce hiç görmediğim bu otun nasıl yapılacağını da sorunca iki şekilde yapabileceğimi öğrendim. 


Öğrencilik yıllarımda İzmir'de yaşarken hem İzmir'in semt pazarlarında hem de Alaçatı'nın, Tire'nin, Seferihisar'ın Ödemiş'in rengarenk, mis kokan tezgahlarının arasında dolanır, dönemine göre radika, şevketibostan, börülce, ısırgan, devetabanı, ebegümeci gibi otları alırdım. Torbalılı komşumun önerileriyle, o ana kadar hiç denemediğim otları, sade ama lezzetli şekilde pişirme tekniklerini öğrenir, İzmir akşamlarında leziz sofralar hazırlar, arkadaşlarımı davet ederdim. Çiğ semizotu ve ıspanak salatasını da enginarı pişirmeyi öğrenmem de o yıllardan kalmadır örneğin. 


Ege'de yetişmeyen 'Çiriş'i duymamış olmam çok normal ama her otu denemeye meraklı damağım, Çiriş için de çeşitli teknikler denememi sağladı.

Aldığım Çiriş'i ikiye böldüm. Yarısı ile zeytinyağında (çok az da tereyağı ile) yuvarlak doğradığım kırmızı soğanları ve kıymayı (kıyma isteğe bağlı) çok az soteledim, yarım kaşık salça koyup çirişleri ekledim. Şöyle bir çevirip kapağını kapattım 5-7 dakika içersinde pişen otların üzerine yumurta kırdım. 



Diğer yarısıyla yine zeytinyağında soğanı çevirip üzerine çirişleri ve bir miktar kişniş ekledim, ardından bir tutam ince bulgur koyup üzerine üç bardak su ekleyip çorba şeklinde hazırladım.



Çiriş'in ıspanak ile pırasa karışımı damakta güzel bir tat bırakan bir lezzeti var ve bence hafif ve besleyici. Özellikle diet yapan ve sürekli aynı sebzeleri tüketmekten sıkılanlar için yeni bir çeşit. Çiriş'i tanelerine ayırıp yıkadıktan sonra buzdolabı poşeti ile dondurucuda saklayıp daha sonra kullanabilirsiniz, ben bir kısmını öyle yaptım. Çünkü Nisan bitince bir daha bu otu bulamayacağım. 

Doğanın bize kendiliğinden verdiği, kar altından damağımıza yolculuk eden bu lezzetli otu denemeye değer. 

Hülya Meral