tatil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tatil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

INGILTERE VIZESINE BASVURU ISKENCESI


Bir süredir (bloğumu takip edenlerin ve arkadaşlarımın bildiği gibi) İngiltere’de yaşıyorum. Üniversite bittikten sonra 8 yıla yakın bir süre profesyonel çalışma hayatında yer aldım. Pek çok kişi gibi, çalışırken, aklımın bir yarısı, başka bir yerde yaşama fikriyle yoğrulduğu sırada olaylar olgunlaştı ve ‘neden olmasın’ diyerek kendimi İngiltere’de buldum.


 

Pek tabii bu böyle atladım uçağa geldim gibi olmadı. Bir kere İngiltere Konsolosluğu’nun Migros fişi gibi uzayıp giden, hiç bitmeyecek sandığım ve birini hallettikçe yenisi ortaya çıkan banka, tapu, ikametgah, fotoğraf ve daha sayamadığım onlarca evrakını toplama parkurunu atlatmam gerekti.
 
Evrakları toplarken işim bitmeye yakın Konsolosluk’tan online randevu alma işlemi ise ikinci aşama. (Kimi zaman, yoğun haftalarda 1 gün gecikmeniz sizi 5-7 gün ileri atabiliyor.) Elbette henüz bitmedi.
 

Gününde ve saatinde evraklarımı teslim edeceğim aracı kurum World Bridge’in kapısında olmalıydım. Evrakları teslim ederken aracı kurumun, evraklarım eksiksiz olduğu halde yönelttiği abuk subuk ve mantıksız ve tekrarlı sorulara da cevap vermek zorunda kaldım. İşlemimi alan kişinin yan gişede işlem yapan başka bir başvuru sahibini sanki onunla ilgilenen bu işi bilmiyormuş gibi (yine incitecek ve hesap sorar şekilde) nasıl ‘haşladığına’ şahit oldum. Benim evraklarımsa karmakarışık bir şekilde, hangi belgenin ne olduğuna bakılmaksızın derdest edildi. Psikolojiniz sağlam değilse veya yaşınız küçükse altından kalkamayabilirsiniz. (Aradan 6 ay geçti, umarım üslup ve tavırlar değişmiştir) 

Evrak tesliminden sonra sizi parmak izi vermeniz için başka bir sıra numarasıyla ışıkları karartılmış küçük odacıklara alıyorlar.

Parmak izi mevzuusu

Bu parmak izini vermesem olmaz mı diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bir şirketin yönetim kurulu başkanı veya CEO da olsanız, milyonların sevgilisi ünlü bir sanatçı da olsanız, sıradan bir vatandaş da olsanız parmak izini vermeden vize başvurunuzun gerçekleşmesi mümkün değil. Bir fotoğraf çekildikten sonra işlem tamam.
 
Bu aşamadan sonra elinize verdikleri kağıtta yazan referans numarası ile pasaportunuzun takibini yapacaksınız.

Aslında Hülya’nın Valizi’ne İngiltere ile ilgili deneyimlerimi, İngiltere’de yaşam, sosyal hayat, ekonomi, politika, habercilik, sanat galerileri, müzeler, spor, eğitim sistemi, eğitim koşulları, üniversiteler vs nasıl diye bölüm bölüm yazmaya başlamıştım ancak bu yazıyı öne çekmek daha mantıklı geldi. Çünkü taze taze bir vize gecikme ve uçak kaçırma vak’ası yaşadım.

Vize duvarı

İngiltere’ye üçüncü kez gitmek için vize başvurumu uzatmak istediğimde benzer olmasa da farklı sorunlarla karşılaştım. Biliyorum ki (şu an bu yazıyı okuduğunuza göre) pek çoğunuz yakın zamanda bu ülkeye turistik vize ile gitmeyi planlıyor ya da kiminiz çocuğunuzu yaz okuluna göndereceksiniz, bazılarınız master, doktora, phd araştırıyor, bazılarınızsa oradaki iş imkanlarıyla ilgili bilgi arayışında. Hepsine sonraki yazılarda değineceğim ama önce aşmanız gereken ‘vize duvarı’ ile ilgili bilgi sahibi olmanızda fayda var.

Bu konu önemli çünkü bu hafta (maalesef gerekli resmi işlemlerimi yaptırmış bulunduğum ve planlarımı ona göre yaptığım için) Londra’ya gideceğim. Bu, ülkeye 3. girişim olacak.

Dünyanın en pahalı pasaportunu kullanıyoruz

Öncesinde şunu belirtmekte yarar var. Son yıllarda, her ne kadar dünyanın en pahalı pasaportunu kullanıyor olsak da http://seyahatozgurlugu.blogspot.co.uk/p/seyahat-ozgurlugu-nedir.html(bakınız seyahatozgurlugu) halk olarak dışa dönük bir yaşam tarzımız oluştu ve ulaşım imkanlarının artmasıyla, şimdiye kadar hiç yurtdışına çıkmamış, pasaport sahibi bile ol(a)mayan insanlarımız, yurtiçi tatil ile yurtdışı tatilinin aynı fiyata geldiğini fark edip senede birkaç defa yurtdışına çıkar oldu.

Anne babalar çocuklarını eskisinden daha fazla yaz okuluna gönderiyor. Genç profesyoneller yıllık izinlerini birleştirip İngiltere havasını solumaya gidiyor. Halk olarak daha bir geziyor, keşfediyor, tadıyoruz ve bize sunulanın dışına çıkıp el yordamıyla bile olsa kendimiz geziyoruz ve hayatımıza farklı bir deneyim katmak için bu ülkenin yolunu tutuyoruz.

Vize başvurusu ve sendromu

Sorun nerede başlıyor biliyor musunuz? Gitmeyi öncelediğimiz ülkelere mutlaka vize başvurusunda bulunmak gerekiyor. Eee bunu zaten biliyoruz diyeceksiniz. Bilmek farklı, birebir yaşamak farklı.  

Londra’da yaşarken herşeyi birlikte yaptığım ve iyi anlaştığım arkadaş grubumla  haftasonu Belçika’ya gitmeye karar vermiştik. Elbette hiçbiri benim gelemeyeceğimi aklının ucundan bile geçirmemişti. Çünkü hepsinin cebinde AB pasaportu vardı, vize isteyen ülkelere bile sadece bir kağıt imzalayıp rahatça girebildikleri için toplu plan yapıyorlardı.

Schengen vizemin olmadığını ve vizeye başvursam da 3-4 gün içinde alamayacağım için gelemeyeceğimi söyleyince planı iptal ettiler ama o sırada yaşanan ‘büyük suskunluk’u anlatmak mümkün değil. Resmen ikinci sınıf insan pozisyonu. Üstelik onlarla aynı şartlarda yaşayıp İngiltere ekonomisine aynı paraları kazandırıyorken..

Yani İngiltere’ye gitmeyi aklınıza koyduysanız önce ‘vize sendromu’nu atlatmanız gerekiyor. Unutmuyorum, 1. ve 2. vizemde cetvelle ölçtüğüm ve gözlerime inanamadığım 8 cm kalınlığında belge ile başvurmuştum.

 
Gelelim üçüncü İngiltere vize başvuruma..Bir kere İngiltere iki sene öncesine göre çok daha zor vize veriyor. Bunun sebebi ülkenin çok ciddi bir darboğazdan geçiyor olması ve tıpkı kendisi gibi ekonomik kriz yaşayan İspanya ve İtalya başta olmak üzere Brezilya ve Çin gibi ülke vatandaşlarının akınına uğramış olması. Abartısız ifade ediyorum ki küçük şehirlerde değil ama özellikle Londra’da sağ-sol-ön-arka mutlaka bir İspanyol’a carpiyorsunuz.
 
Aşırı göç ve Londra gibi bir metropole fazlasıyla akın, ülkenin vize konusunda daha dikkatli hareket etmesine neden oluyor. Keza bir süre ülkede yaşayıp İngilizlerle arkadaşlık edip sırf Ingiltere vatandaşı olabilmek için İngilizlerle ‘göstermelik’ evlenenlerin sayısı az değil. İngilizler şayet iyi arkadaş olmuşsanız bu kağıt üzerindeki evliliklere `arkadaşıma yardım` gözüyle bakıp okey verebiliyorlar. (Bu sebeple Brazil nüfusu da gitgide artmakta..) Bizim toplum olarak (!) cokca onemsedigimiz evlilik konusunu onlar mevzubahis bile etmiyorlar.
Ingiltere`ye Goc
 
Bir de İran’dan ülkeye akın akın gelen bir güruh var ki, onların da İngiliz ekonomisine yük olduğunu söylememek mümkün değil.

Gözlemlerim, çeşitli insanlarla sohbetlerim ve okuduğum makalelerde şunu görüyorum ki her ne kadar açıkça dillendirilmese de yüklü miktarda para bıraktıkları için özellikle Ortadoğu’da yaşayan Kuveyt, Katar, Dubai ve Suudi Arabistan’dan gelen turistler veya öğrenciler tıpkı Türkiye’deki gibi çok seviliyor. Zira su gibi para harcıyorlar.
 
Birlesik Krallik Turkleri seviyor
 
Bir diğer sevilen millet ise inanmayacaksınız ama Türkler. Türkler ve tabii Kürtler, kimi göç ederek kimi de iltica ederek gelmişler ve uzun yıllardır Londra’nın yoğunlukla Harringey bölgesinde yaşıyorlar.

Pek çoğu bir işyeri sahibi ve ülke ekonomisinden aldıklarını fazlasıyla geriye kazandırıyorlar. İşletmelerin hepsi karlı ve her geçen gün yeni şubeler açarak veya yeni yatırımlara girişerek gelecek vaad ediyor, İngiliz hükümetinin gözüne giriyorlar. Dolayısıyla diğer AB ülkelerinden krizden kaçıp İngiltere’de umut arayanların tersine kambur olmaktan çıkıp ülke ekonomisine canlılık getiriyorlar.

Ingiltere`de Egitim

Eğitim için özellikle Londra’yı tercih edenlerin ve ülkeye yüzbinlerce pound kazandıran Türklerin sayısı hiç de az değil.. Bunu bir günde Oxford Caddesi üzerinde yürürken üst üste 3 ayrı ışıklarda yeşilin yanmasını beklerken karşılaştığım Türklerle deneyimledim. Hatta ışıklarda tanıştığım Türklerin listesini yapsam Londra’da bir dernek kurabilirim :) Nerden mi buluyorum Türkleri? Türkler Londra’da da yaşasalar, dil kursuna gelip İngilizceye birkaç bin pound da harcasalar yine birbirleriyle vakit geçirmeyi daha cazip buluyor ve tabii Türkçe konuşuyorlar :) Konuştukları şeylerden de öğrenci olduklarını anlamanız zor olmuyor..
 
Ingiltere`de Tatil
 
Turist olarak İngiltere’ye vize başvurusunda bulunanların sayısı da bu yıl patlama yaratmış durumda. Özellikle bu sene bayramlar, havaların iyi olduğu ve insanların yıllık izinlerini kullandıkları yaz dönemine gelince tercihler bu yönde olmuş. Eminim aynı durum gelecek yaz da yaşanacak. Siz de ülkeye gitmeyi planlıyorsanız sahiden abartmıyorum en az 1,5-2 ay öncesinden evrak toplayın ve hemen başvurunuzu yapın. Yoksa son başvurumda başıma gelen aynen sizin de başınıza gelebilir.

Ne mi oldu? Vize yenilemek için İstanbul’a gelir gelmez evrak hazırlamaya (toplamaya) başladım. Danışmanlık şirketim bir önceki hafta başvuruda bulunan birisinin vizesinin sırf hiç İngilizce belge vermediği icin ve banka dökümlerinin de Türkçe verildiği gerekçesiyle red aldığını ve mutlaka benim banka dökümlerimin İngilizce olması gerektiğini söyledi.

Döküm almak için evime en yakın İş Bankası’na gittiğimde, bu yıl yeni sisteme geçtiklerini ve İngilizce döküm için önce hesabın bulunduğu bankaya gidip başvurmam, ertesi gün de almaya gitmem söylendi. Evim Anadolu Yakası’nda, hesap açılan şube Galata’da olunca kafadan 2-3 gün sadece bir banka için ve diğerleri için de bitmek bilmeyen birkaç gün kaybettim. Tabii her bankanın değişken olmak üzere banka başına ortalama 52,5 TL istediğini belirtmemde fayda var. Dökümünüz Türkçe, sadece 1 sayfalık İngilizce önyazı için bu rakamı aldıklarını düşünürseniz, bankaların nasıl bir artı gelire sahip olduğunu tezahür edin..

Belgeler, belgeler.....

Fotoğraf çekimi, nüfus müdürlüğünden suretli nüfus kaydı, ikametgah, sahip olduğun malvarlıklarının fotokopisi, pasaport fotokopisi, varsa önceki yıllardan eski pasaportunun gerekli sayfaları ve başka vize aldıysan o sayfaların fotokopileri, varsa sponsor mektubu, İngiltere’de kalacağın süre içinde konaklayacağın yerden aldığın kabul yazısı ve depozito sayfası, eğitim için gidiyorsan okuldan önkayıt yazısı ve ilgili rakamın ödendi yazısı…vsvs 

İstenilen belgeleri yazarken bile yoruldum sahiden. Velhasıl başvurum bitti, parmak izimi verdim. 15 iş günü (3 hafta) sürecek bekleme aşamasına geçtim. Hesaba göre vizem kılı kılına yetişecekti ama uçuş tarihimin haftasonu olduğunu görüp Cuma günü Konsolosluk’tan çıkarırlar diye düşündüm. (Pazar günü uçağım vardı) Az değil, koskoca 3 hafta geçecekti ve ilk başvurum olmadığı için daha hızlı vize verirler diye saçma bir yanılgıya düştüm. (Önceki yıl Yunanistan’a Schengen başvurum 2-3 gün içersinde sonuçlanmıştı, İtalya başvurum ise 5 gün bile geçmeden elimdeydi..)

Cuma günü 15.47’de işlemimin tamamlandığına ve pasaport takibimi yapmam gerektiğine ilişkin bir mail aldım Konsolosluk’tan. Bunun anlamı, bugün kargo şirketine verilen pasaport ertesi gün, yani Cumartesi kargo şirketi tarafından bana teslim edilecekti.

Ne yazık ki Cumartesi sabahı kargo şirketini aramamla, pasaportumun ellerine ulaşmadığını öğrenmem bir oldu. Uçak biletim, konaklamam, okulum….v.s. her şey sarpa sardı. (o an vizem çıkmış olsa bile gidip gitmemek arasında kararsız kaldım...)

Haftasonu olduğu için de kimseye ulaşamamanın çaresizliyle Pazar günü gerçekleşecek uçuşumu kaçırdım ve biletimin tarihini gelecek hafta olarak değiştirmek zorunda kaldım.

Son 72 saat içersinde yapılan bir değişiklik olduğu için uçak bileti tutarı kadar bir meblağı yeniden ödemek durumundaydım.  Konaklamadığım bir yerin 1 haftalık bedelini (gereksiz yere) ödemek de cabası. Maddi yönünü geçtim, şu an Londra’da konaklayacak ‘ideal’ yer bulmak nerdeyse imkansız. Odaların hepsi dolmuş durumda. Belki gazete ilanlarıyla oda bulmanız mümkün ama merkezde bir yer olmayacağını bilerek aramanız gerekiyor.

İngiltere’de insanlar bizdeki gibi salon salomanje yaşamıyor

Dolayısıyla vaktinde gelmediğiniz her otel, ev, oda, student hall, sıranızı hiç umursamadan sırada bekleyen başka birine vermeye hazır. Bu sadece Londra için değil, tüm şehirler için geçerli. (Bu arada Londra’da şayet bir aile değilseniz ve 5.000 pound (15.000 TL) üzerinde kazanmıyorsanız genelde bir dairede oturmak yerine oda kiralamayı seçmek durumundasınız. Orada insanlar bizdeki gibi salon salomanje yaşamıyor.  Bu konuyu ayrıca yazacağım)

 
Dışardan bakılınca basit bir vize vak’ası olarak görülse de her şeyi çok önceden halledip sorunsuz gitmeye çalışırken sırf kıl payı ulaşmayan pasaport yüzünden bir hafta kaybetmem benim için önemli idi.

Artık daha çok dikkate alınmalıyız

Tüm olanları göz önünde bulundurduğumda, halk olarak artık daha fazla önemsenmemiz, Avrupa’ya milyarlarca Euro/Pound kazandıran genç nüfuslu ve gelecek vaad eden bir ülke olarak (her ne kadar AB’ye halen girememiş olsak da) bazı ülkelerden daha fazla dikkate alınmamız gerektiği görüşündeyim.

Pek çok AB ülkesi, bir hafta bile almayan bir süreçte vize sonucumuzu elimize ulaştırırken, İngiltere Konsolosluğu’nun 3 hafta süren vize değerlendirme süresini çok ama çok uzun buluyorum. Bu demektir ki, çok talep var ancak talebi karşılayacak kadar personel çalıştırılmıyor, çalıştırılıyorsa bile yetersiz geliyor.

Bence her ne kadar dunyanin buyuk ekonomileri olsalar da ekonomisi sallantıda olan ülkelerin ıskaladıkları bir şey var! Dünyada ciddi bir para sirkülasyonu var. Bu paranın önemli bir kısmı Türkiye’de (çok önemli bir kısmı Ortadoğu’da) ve genç nüfuslu Türkiye, tavan yapmış şekilde her zamankinden çok daha fazla tüketmek üzere kodlanmış, küresel ekonomiye bile isteye para akıtmak için hazır ve nazır bekler durumda. Bunun bir an önce farkına varsalar hiç fena olmaz.

Bana gelince; İngiltere’de belki bir master olabilir mi? diye araştırırken, yıpratıcı vize sendromu sayesinde bu isteğimden külliyen vazgeçtim. Bir daha İngiltere vizesi mi? Kalsın, ben almıyayım..Hele de kollarını açmış bir an önce ülkelerini ziyaret etmemizi bekleyen onlarca vize istemeyen ülke varken..

Ne dersiniz? Sizce artık Avrupa ülkeleri tarafından önemsenmeyi hak etmiyor muyuz?

Hülya Meral

BİR ANKARA HİKAYESİ


Geçtiğimiz haftalarda Ankara’daydım. Yıllar önce bu şehre geldiğimde devasa gri binalar, devasa hastaneler, iliklerime kadar donduran soğuk  ve tüm bu iç titreten havasına rağmen sıcak, yardımsever,  sürekli hareket halinde, dinamik ve coşkulu bir şehir hayatı ve Ankara insanıyla karşılaşmıştım.
 Şimdiyse gri binaların yanında tıpkı İstanbul’daki gibi AVM sayısının arttığını, şehrin kalbi sayılan Kızılay Meydanı’na kocaman ama bence çok da estetik durmayan bir AVM yapıldığını gördüm. 
 
Pek çok semt, lüks konut inşası hızlıca yayıldığı için inşaat halinde. Örneğin Ağaoğlu’nun çok tartışılan İstanbul 1453 projesine karşılık burada da İncek Life isminde bir proje yürütülüyor. Yeni bina sayısı artsa da Çankaya, Küçükesat gibi semtler hala naif görüntüsünü koruyor.

İki gün içinde nerdeyse kısa bir Ankara turu yaptım diyebilirim. Şehre iner inmez ilk işim Anıtkabir’i ziyaret oluyor. Çok detayına girmiyorum zaten tüm ayrıntıları internette var ama olur da yolunuz Ankara’ya düşerse Anıtkabir’i görmeden dönmek  büyük kayıp olur..  
 
Anıtkabir’den sonra yolum Ulus’a düşüyor. Ulus yıllardır hep kötü anılan bir semtti. Karışık ve düzensiz görünümü yavaş yavaş düzeltmeye başlamışlar.
 
 
Niyetim eski Meclis binasından sonra Ankara Kalesi’ni görmek. Koyunpazarı Yokuşu’ndan yürüdükçe kilimciler, yüncüler, otantik eşya, takı, şal, bakır satan dükkanlar sıra sıra dizilmiş. Kapalıçarşı’da satılan keçe çanta, toka ve süs eşyalarının kaynağı buradaymış meğer..

 
Yokuşu tırmanırken hemen solda antika bir gramafon görmemle gözlerim ışıyor. İçerden gelen müzik fena değil. Meğer Gramafon Cafe’nin önündeymişim. Biraz oturup soluklanıyorum. Yokuş dediğime bakmayın, çok hafif dik.

 
Gramafon Cafe’nin biraz ilerisinde ‘kıtlama çay’ içebileceğimiz Erzurum çayı satan ‘Dadaşlar Kahvesi’ var. Minik hasır taburelerde ikram edilen çayın yanında kavanozla kıtlama şeker ve onu ağza gelecek büyüklükte kırmak için ufak pense geliyor. (Aman tamamını dişinizle kırmaya kalkmayın, soluğu dişçide alabilirsiniz.)
 
 
Kıtlama çay içtikten sonra yolun devamında sağda Rahmi Koç Müzesi Çengelhan’a geliyorum.
 
 
Müzeyi gezmeyi bir dahaki sefere bırakarak önündeki dükkanlardan ipek şal, el yapımı takı ve seramik obje bakıyorum. Çengelhan’ın hemen yanında butik otel olarak hizmet veren Çukurhan yer alıyor. İçeriye davet eden önsezilerimi takip edip içeri süzülüyorum.
 
 
 
Otelin her noktasında antika bir eşya veya obje var. Kapısı açık alt odalarından birine kafamı uzattığımda gördüğüm her şeye hayranlıkla bakıyorum. Buradaki eşyalar Rahmi Koç’un birkaç sene önce gerçekleştirdi tekne ile dünya turundan. (Daha geniş koleksiyonu Haliç’teki Rahmi Koç Müzesi’nde görebilirsiniz.)

 

Kaplan postu asılan duvarın önündeki koltuğa oturup diğer duvarlardaki maskeleri, ortadaki çok eski olduğu belli olan sandığı, Kızılderili oklarını ve tablolarını, ayı, ren geyiyi kafalarını, buda heykellerini inceliyorum.
 
 
Diğer odalarda uzunluğu 5 santimden 20 santime uzanan çeşitli boyutlardaki anahtar koleksiyonu, kilitler, şamdanlar, fil ve at heykelleri yer alıyor.
 
 
İlerledikçe ahşap, kerpiç ve taş karışımı konakları görüp zamanında bu evlerde yaşayanları ve yaşananları gözümün önüne getirmeye gayret ediyorum. Kınacızade Konağı içini gezmek için ideal.
 
 
Hemen karşısında bakanların, milletvekillerin ve uluslararası temsilcilerin ağırlandığı Washington Restoran var. Başkanlığı döneminde Bill Clinton’ı bile ağırlamışlığı var bu restoranın. Dıştan çok mütevazı görünüyor. İçine girmiyorum keza kapıdaki görevli fotoğraf çekmemden çok da memnun görünmüyor. Hatta nerdeyse girmeyeyim diye önümde duruyor.
 
Çok eski bir geçitten girip Ankara Kalesi’ne yöneliyorum.

 
Burada takı, anahtarlık, örgü şapka, çanta satan teyzelere selam vermemenizi öneririm. Hoş selam vermeseniz de onlar sizinle muhabbeti koyuyor.
 
Tepeye çıktığımda manzara mükemmel. Gençlik Parkı'nın fıskıyelerinde sular bir çoğalıp bir azalıyor. Bir de güneş batmaya hazırlanmasaydı da o kareyi çekebilseydim güzel olurdu elbette.
 
Gelin görün ki dolaştıkça dokunduğum taşların eski kokmaması, yeni taş gibi açık renk olması beni şüpheye düşürüyor. Yanımdakilere ‘bence kale burası değil, bu kadar yeni taş olamaz, restore etseler bile tamamını değiştirmezler, yanlış yerdeyiz’ dememle sağımda orijinal Ankara Kalesi’ni görmem bir oluyor…

Reklamlarda gördüğümüz küçük ama cevval, geleceğin girişimcisi çocuk rehberlerden biri bizi duyup ‘Abla gerçek kale karşıdaki. İçindeki  Atatürk’ün  eşyaları çalındığı için kale dışarıya kapatıldı, sadece buradan görebiliyorsun, içine giremiyorsun.’ diyor. Bulunduğumuz yerden, Ulus’u kuşbakışı görüyoruz. Ali Ağaoğlu bir tek burayı ıskalamış, şaşırdım.

Geldiğim yolu geriye yürüyüp Rahmi Koç Müzesi’nin önünden sağa doğru ilerlediğimde  Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin bahçesine giriyorum. Girişler tam 15 TL. Müzekartınız varsa ücretsiz giriyorsunuz.  
 
Bahçede oturmuş dinlenen İtalyan turist sayısı kadar da içeride var. Rehber İtalyanca anlatırken kulak misafiri olmak şahaneJ

Neolitik çağdan Kalkolitik çağa, Urartular’dan Friglere, Hititlere kadar tüm Anadolu uygarlıkları önüme seriliyor.



Ana tanrıça heykelcikleri, boğa heykelleri, Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frigler’den kalma aksesuarlar, taslar, kaplar, geometrik motifli renkli mozaikler, levhalar,  mühürler, duvar freskleri, fildişi taraklar ve daha niceleri bu müzede sergileniyor.

Kral Midas’a ait olduğu sanılan mezar anıtında oymalı ve kakmalı geometrik motiflerle süslü tahta panoların yanında duran büyük tunç kazanlar ve kazan kulpları ilgimi çeken bir diğer bölüm.

Müzeden çıktıktan sonra Kuğulupark’a şöyle bir uğrayıp Ankara’ya gelip de uğramadan olmaz yerlerden Arjantin Caddesi’ne doğru yola koyuluyorum. Bu cadde üzerinde pek çok cafe sürekli açılır kapanır ama bir tanesi var ki 1993’ten beri aynı yerinde, konseptini hiç bozmadan hizmet verir. Cafemiz..

 
Bu restoran/cafe lise veya üniversite yıllarını Ankara’da geçiren herkes için nostaljik bir öneme sahip. Hatta bir kış akşamı geldiğimde bahçedeki meşe ağacına ve ağacın altına serpiştirilen beyazlar, beyaz ve pastel renklerdeki dekorasyonu ve beyaz saçlı garsonlarıyla (gerçekten beyaz saçlı garson mu çalışıyor yoksa ortama uysun diye mi spreylemişlerdi hala bilmiyorum) masal gibi bir ortam yaratılmıştı. Bu cafeyi Aşk Tesadüfleri Sever filminden de hatırlayacaksınız.


Gittiğinizde yaşadığınız şehirden tanıdık bir yüzle karşılaşmak olası. Akşamı ve bir Ankara gününü dolu dolu geçirmenin keyfiyle güne Cafemiz’de son veriyoruz.

İncek’te Sarmaşık Cafe’de kuş sesleriyle kahvaltı

Sabah İncek’teki iki katlı, sarı boyalı Sarmaşık Cafe’de kahvaltı etmeye karar veriyorum.


Sunum ve ortam tam istediğim gibi. Kuş sesleri de kahvaltıya eşlik ediyor.

 
Sonraki durağım Altındağ Belediyesi’nin üstün gayretleriyle sıfırdan oluşturulmaya çalışılan Hamamönü.



Buraya giderken de Ulus’a gider gibi hareket ediyorum çünkü birbirlerine yaklaşık 1 kilometre mesafe uzaklıktalar. Safranbolu ve Beypazarı havası verilen Hamamönü öğreniyorum ki öncesinde metruk halde bulunan evler ve çamurlu yollarıyla ünlüymüş.


 
Yüzlerce Hacettepe öğrencisini barındıran semtin zamanında kıymetinin bilinmemiş olmasına şaşırıyorum. Yanınızdan geçen 10 kişiden 8’i beyaz tıp önlükleriyle dolaşıyor ve öğlen yemeklerinde yeni yaratılan bu mahallenin keyfini  çıkarıyorlar.

Hipokrat Cafe’de piyano eşliğinde yemek

Hatta Hipokrat Cafe’de piyano eşliğinde yemek yiyebiliyorsunuz. Fiyatlar hiç abartılı değil, aksine çevredeki öğrencileri düşünmüşler.


Bu evler arasına serpiştirilen sanat galerilerinden birkaçına girip öğlen yemeğinde Hanımeli’nin Malatya usulü mantısını tadıp Kızılay’a gidiyorum.

Kızılay her geçen gün kalabalıklaştıkça enerjisine enerji katıyor gibi. İstanbul ile karşılaştırmam gerekirse bizdeki Kadıköy veya Bakırköy’e çok benziyor. Meydandaki devasa AVM gözümü tırmalasa da görmezden gelip Karanfil’e doğru yavaş yavaş ilerliyorum. Bu arada bu AVM’de mangal bile yapılabiliyormuş!

 
Karanfil’den biraz yürüyünce solda Dost Kitabevi göz kırpıyor. İçeriye giren çıkanın hesabı yok. O kadar kalabalık ki sanarsınız ki kitapları bedava dağıtıyorlar.


Dost Kitabevi şimdilerde gazetelerde, televizyonlarda, dergilerde ve başka iş kollarında kimi görseniz, Ankara’da yaşamış her birinin mutlaka müdavimi olduğu, içten içe bağlılık yaratmış bir Kitabevi.


 

İstanbul’daki kitabevleri gibi içinde seçtiğiniz kitaplara göz atmanıza yardımcı olan koltuklar yok, ayakta inceliyorsunuz ama aradığınız her şeyi o kadar rahat buluyorsunuz ki zaten oturma ihtiyacı hissetmiyorsunuz.


Dost Kitabevi’ni diğer kitapevlerinden ayıran nokta bana göre, maddi kaygıların ötesinde kültür ve sanat misyonunu gönülden üstlenmiş olması ve özellikle edebiyatla ilgili kısımdaki eserleri Alman, Rus, İngiliz, Japon,Fransız..Edebiyatı yazarlarına göre raflamış olmaları. İstanbul’daki kitapçılarda genellikle hepsi tek rafa konur ve edebiyatla tanışan okur hangi yazarın hangi ülkeden olduğunu bilmeden karışık okuma yapar.

Diyebilirsiniz ki tüm bu yazarlar lisede zaten işleniyor.. Ezberci eğitim sistemimiz olduğunu ve öğrencilerin bahsi geçen yazarların bırakın üslubunu, hayatını vs.  isimlerini bile ezberleyerek geçtiği bir sistem içindeyiz, hatırlayalım..


Karanfil

Karanfil’i sağdan soldan kuzeyden güneyden kesen tüm sokaklara girip Ankara halkı nasıl yaşıyor gözlemliyorum. Çocukken TRT’de izlediğim iki sunucu Çiçekçiler Çarşısı’nda çiçek seçiyor. Barlar Sokağı ise akşam gelecek müşterilerini ağırlamak üzere hazırlanıyor.


Az da olsa taze balık satan tezgahlar, her noktada Vitamin Shop denilen belediyeye ait nar, portakal, limon, havuç suyu satan cornerlar, dersaneden çıkmış cafelerde takılan öğrenciler, üniversiteli gruplar..

 
Buralarda dolaşıp Ankara simidi yemeden gitmek olmaz. Pekmeze batırılarak tatlandırılan, odun fırınında pişirilmiş simit şu ana kadar yediğim İzmir, İstanbul, Rize simiti ile karşılaştırınca en güzeli diyebilirim.

Ankara simidi
 
Sonraki durağım Tunalı’daki Hayyami Şarapevi. Ömer Hayyam’dan esinlenerek açılmış mekandan içeriye girdiğinizde şarap fıçılarından yapılma masalar, duvarlarda minyatürler ve zengin şarap kavı ile karşılaşıyorsunuz.


Hayyami

Pek çok şarap çeşidinden denemeniz mümkün. Butik bir şarapevi ancak fiyatlar son derece makul. Yerlerinde olsam peynir tabağı ve mezelerin yanına Ankara simidi de koyardım..

Hayyami’deki keyifli dakikaların ardından son keşif noktam Çay Yolu. Son yıllarda şekillenen semt yeni Ankara olarak tanınıyor. Burayı da İstanbul’un Ataşehir’ine benzetmek yanlış olmaz, sadece müstakil villa sayısı daha fazla.
 


İstanbul’dan bilinen pek çok yeme- içme mekanının bir şubesi Çay Yolu’nda açılmış. Bir şubesi de Tunalı’da olan Kıtır’da kokorecimi bitirip iki günlük Ankara gezimin sonuna geliyorum.


 
Bu gri şehirde, vaktiniz varsa yapılabilecek bir başka şey de şehrin dışında kalan yeşil mesire yerlerine gitmek veya şehirdışındaki otellerde konaklamak. Sadece haftasonu vakit ayırabiliyorsanız İstanbul- Ankara uçakla 40 dakika, otobüsle 6 saat sürüyor.
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi


 

 

SONBAHARIN AHENGİ: YEDİGÖLLER

 E malum bu yazı da elbirliğiyle uğurladık.
Ne yazdı ama.. Klimasız ortamlara düşman, klimalılarla canciğer kuzu sarmasıJ Şimdiyse hafiften hafiften akşamları ısırmaya başladı hava. Yazın incecik örtülere bile burun kıvırırken şimdi pike ile flörtleşmeye başladık.
 
Hatta bazılarının nezlemsi halleri dolayısıyla ellerinde kağıt mendillerle koşuşturuşunu izliyorum da daha dün rehavet sebebi sıcaktan,  terden dert yanıyorduk, bir anda serinledi havalar..
Neyse. Meteoroloji konusunda yorumları sevgili Bünyamin Sürmeli’ye bırakalım. Gelelim asıl konumuza.
 
Sonbahar deyince aklıma ılık ılık esen rüzgar, Adalar’ın son keyif günleri, İstanbul’daysa  sararan yapraklar, gazeller, dalları yeşilden sarıya yüz tutmuş dev ağaçlar, yazın binbir renkle gönlümüzü açarken kuru dal haline dönmüş çiçekler geliyor.
 
 
Bir yandan hüzün ve kaybedişi simgeleyen bir yandan da yeni başlangıçları işaret eden ay Sonbahar.. 
 
Sonbaharda en güzel ne mi yapılır? Bir sırt çantası, bir matara su, bir de fotoğraf makinesi kapılır, düşülür Bolu Yedigöller yollarına.
 
 
 
O sararmış yaprakların olağanüstü güzellikteki örtüsüne, günbatımında kızıla dönen rengine, öğlen güneşinde de 7 gölün 7’sine vuran ışığın göller üzerine yansıyan ahengine ve cam yeşiline dönüşüne tanıklık edilir.
 
 
 
Hatta zaman varsa ve çadırda kalmak zahmet verici bir şey gibi görünmüyor, aksine bundan keyif alınıyorsa, durmayın, toplayın çantalarıJ Çünkü Yedigöller Milli Parkı bozulmamış doğasıyla bunun için biçilmiş kaftan.
 
 
 1965’ten beri koruma altına alınan Park, diğer mesire yerleri veya turistik alanlara benzemiyor.
 
İstanbul’dan gidecekler için 2 yol var. Biri ücretli otoyoldan ve Bolu şehir merkezi üzerinden. Diğeri Mengen üzerinden. Bolu'ya geldikten sonra Yedigöller tabelalarını takip etmeniz gerekiyor.
 
Yaklaşık 4 saat gittikten sonra Yedigöller tabelasına girdiğiniz andan itibaren 1 saat sürecek stabilize yol sizi bekliyor. Özellikle arabanızın altı yere yakınsa çok önermiyorum. Keza ben turla gitmeyi tercih ettim.
 
 
Son bir saat geçmek bilmiyor ama bittiği anda ‘offf değmiş’ diyorsunuz. Bir çay ve kahve molası zaruri oluyor.
 
Unutmadan; Yedigöller’de yiyecek ve içecek satılmıyor. Herşeyi yanınızda götürmek veya önceden temin etmek zorundasınız.  
 
Hareket noktamız İncegöl ve sonrasında Deringöl oluyor. Burası henüz başlangıç. Diğer göller ve yeşilin, sarının binbir tonu henüz tarafımızdan keşfedilmeyi bekliyor. Daha ilk gölde içim açılıyor.
 
Arkasından kendimizi Nazlıgöl ve Sazlıgöl’de buluyoruz.
 
 
Işığı doğru açıdan yakalamaya çalışıp birkaç kare fotoğraf çekerken gölün kenarına çadır kurmak için birbirine yardım eden 7-8 kişilik grupla selamlaşıyoruz. Üniversite öğrencileri geceyi burada geçirmeyi planladıkları için çadırlarını en uygun konuma getirmeye çalışıyorlar.  
 
Diğer yanda önceden gelmiş 10 kişilik bir grup öğlen yemeğini hazırlıyor.
 
 
Bu alanda rahatça mangal yapabileceğiniz barbekü bölmeleri, çayınızı demleyebileceğiniz statik şömine tarzı ocaklar bulunuyor.
 
Deringöl’den aşağıya doğru inip Dilek Çeşmesi’nde (hiçbir yerde ıskalamıyorumJ) dileğimizi diliyoruz. O kadar çok dilek dileyen var ki biraz sıra bekliyoruz.
 
 
Solda küçük bir şelale var. Gülen Kayalar’a inme gereği duymayıp Nazlıgöl çevresindeki 500 yaşındaki Anıtçamı gördükten sonra Kapankaya manzara terasından önümüzdeki naturel resme bakıyoruz. 
 
O kadar yorulmuş ve acıkmışız ki Piknik Alanı’na geçip biz gitmeden önce hazırlanmış ekmek arası karışık ızgaralarımızı büyük keyifle ve afiyetle yiyoruz.
 
 
Biraz enerji topladıktan sonra Büyükgöl ve
 
 
Seringöl’e doğru yöneliyoruz.
 
 Büyükgöl’ün etrafındaki ahşap masalarda piknik yapmaya gelen aileler çoğunlukta. Günübirlik gelen Bolulular da var.
 
 
Seringöl’e yaklaştığımızda fark ediyoruz ki bir misafirhane var. Orman Bölge Müdürlüğü idaresinde olan misafirhane için güncel rakamları gitmeden önce öğrenmenizi tavsiye ederim. Bir Kır Gazinosu tabelası gördük ama herkese açık mı bilmiyorum. 
 
İncegöl, Deringöl, Küçükgöl, Büyükgöl, Seringöl, Sazlıgöl, Kurugöl, Gülen Kayalar ve Dilek Çeşmesi derken yürüyüşün sonuna geliyoruz ve hava kararmak üzereyken İstanbul’a dönüş yoluna geçiyoruz.

Siz de sonbahar geldi, nereye gitsem diye düşünüyorsanız gazeller giyinmiş Yedigöller gezisi sonbaharın ahengini yerinde yaşamak için en güzel seçeneklerden biri.

Dönüş yolunda çevre köylerden gelenlerin kurdukları küçük tezgahlardan alıç meyvesi, kuşburnu almayı ihmal etmeyin:)
 
 
Hülya Meral






 
Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
Facebook: Hülya'nın Valizi