Bu kasabada alışveriş merkezi, fast food ve kahve zinciri yok


Hülya Meral

Geçtiğimiz günlerde TED Konuşmaları'ndan birini izlerken finalde bir tanıtım videosuna denk geldim. http://geographysupport.blogspot.co.uk/

National Geographic'in genç kaşiflerinden Daniel Raven-Ellison günümüz seyahat alışkanlıklarına atıfta bulunarak, farklı ve yeni yerler, kültürler, iklimler, insanlar keşfetmek için seyahat ettiğimizi belirtip her yerde denk geldiğimiz Coca Cola, Starbucks..gibi global firmalarla insanlar ve ülkeler arasında oluşan bağımlılıktan ve yerelin yok oluşundan bahsediyordu.

 "What is the future of local?" (Yerelin geleceği nedir?) sorusuna cevap arayan genç kaşifin bu videosunu tam da haftasonu yeni bir yer keşfetmek için yola çıkmadan birkaç saat önce izlemiştim. 

Şansa bakın ki muhteşem doğa olayı gel-git'i izlemek için Manchester'a trenle iki saat uzaklıktaki Grimsby'ye doğru yola çıkacaktım ki son anda elime bir broşür geçti ve rotayı önce İngiltere'nin doğusundaki slow city (yavaş şehir) Louth kasabasına çevirdim.

Zihnimde yereli gelecekte ne bekliyor, yerel, lokal dükkanlar yeryüzünden tamamen yok mu olacak, bunun için ne yapılabilir sorularına cevap arayarak yolu tamamladım. Siz de konuya ilgi duyuyorsanız Daniel Raven-Ellison’ın 13 Mart 2013’te TED Konuşmaları’nda yapacağı sunumu izlemenizi öneririm. Kaçırırsanız videoya buradan ulaşabilirsiniz. http://www.ted.com/conversations/16594/how_will_travel_change_local_p.html


 “Bu kasabada  alışveriş merkezi, fast food ve kahve zinciri yok.”

Size kasabayı anlatmaya şu soruyla başlayayım. En son ne zaman mahallenizdeki bir manavdan ya da kasaptan alışveriş yaptınız? Ya da en son ne zaman kokusu sokağa taşan odun fırınından yeni çıkmış çıtır çıtır sıcak ekmeğe dokundunuz? 

İngiltere’nin doğu kıyısındaki Louth kasabası, bildiğimiz şehir hayatından uzak sokaklarını, dükkanlarını ve en önemlisi doğal ve sağlıklı yaşam alanlarını korumaya devam eden, tam da yukarıda anlattığım gibi insanı kendine çeken yerel, küçük bir yerleşim merkezi.


Louth, İngiltere’nin kıyısında köşesinde kalmış, denize kıyısı olan, buna rağmen özenle korunan doğası ve çivi bile çakılmasına izin verilmeyen yüzlerce yıllık ahşap evleriyle ünlü. En yüksek yapı en fazla iki katlı. Bu görüntüyü  korumaya o kadar kararlılar ki kasabada  alışveriş merkezi, fast food ve kahve zinciri görme şansınız yok.


 Haftanın üç günü kurulan sokak marketlerinde aradığınız her şeyin en tazesini bulabiliyorsunuz. Çiftçi pazarında dalından yeni koparılmış sebze ve meyveler, ev yapımı peynirler, biralar, şaraplar..


Evlerin balkonlarını süsleyen bin bir çeşit çiçek ve tohum satıcıları ve mezatlar kasabanın meydanlarını renklendiriyor. Özellikle 'climbing rose' adı verilen ve baharda tohumları açtığında adeta köpürüp ekildiği yerde köprü şeklini alan pembe güller pek çok kişinin favorisi.


 St. James Katedrali 295 feet uzunluğunda

Meydandan ilerleyip kasabanın her yerinden görünen, Louth’un sembolü, Ortaçağ mimarisine ait St. James Katedrali’ne uğramak şart. Keza 15. yy. sonlarında gotik tarzda yapılan, 295 feet (90 m) uzunluğundaki yapı, -rivayete göre- İngiltere’nin en uzun katedrali. Devasa görüntüsüyle adeta tüm kasabayı koruma altına almış olan katedralin çevresi oldukça kalabalık. İçini gezip 197 basamaklı merdivenlerini tırmandıktan sonra şehri bir de kuşbakışı izlemek keyifli. 

Louth ve çevresinde çok fazla çiftlik ve yeşil alan var. Katedralin cafeteryasında Louth sakinleriyle sohbet ederken yeşil alanın sahiden fazla ve fakat oldukça değerli olduğunu öğreniyorum. Ünlü bir İngiliz oyuncak kralının buradaki 15 dönümlük çiftlikte yaşadığını öğrenince Louth’ta yaşayan kitle az çok gözümde canlanıyor.



O kadar ki kasabanın terzisi sadece houte couture kıyafet dikip, özel müşteriler için çalışıyor ve kasabada yaşayan hiç kimse seri üretim takım elbise giymiyormuş.


 Sıcak ve çok bildik mahalle havası
  
Katedralden çıkıp kendimi kasabanın sokaklarına atıyorum. Her yer özenli ve temiz. Sıra sıra antikacılar, çeşit çeşit peynir satan dükkanlar, kapısında uzun kuyruk oluşmuş kasap, sebzeleri müşterilerine kese kağıdıyla uzatan manav, müşterilerinin siparişlerini yetiştirmeye çalışan balıkçı bana o sıcak ve çok bildik mahalle havasını hatırlatıyor.


 Taze ekmek ve kek kokusu
  
Sokakları koklayarak yürümek beni hep güzel şeylere götürmüştür. Burnum yine yanılmıyor ve başka bir meydanda, dükkanlardan gelen kokuyu takip edip kapının arkasındaki çıngırak sesiyle birlikte birinden içeriye dalıyorum. Mis gibi taze ekmek ve kek kokusu. 


Pek çok ülkede cevizli, zeytinli, haşhaşlı, üzümlü ekmek tatmıştım ama burada ilk kez ‘erikli ekmek’ görüyorum. Ahşap ve küçük dükkanlarda dolaştıkça kendimi film dekorunda dolaşıyor gibi hissettim diyebilirim.


Dönüp dolaşıp kendimi katedralin karşısındaki İstanbul Restoran’da buldum. Restoran, tadını unutamayacağım susamlı, tereyağlı ekmeği, ara sıcakları ve saltanat kayığı şeklindeki seramik tabaklarda sıcak servis edilen Türk mutfağıyla İngilizlere yıllardır Türk mutfağını sevdirmeyi başarmış bile.


Günün sonunda Daniel Raven-Ellison’ın ‘yerelin geleceği ne olacak’ sorusu yeniden zihnimde belirdiğinde, cevabı çoktan bulmuştum.

Kasaba sakinleri Louth’a bir de baharda gelip çiçekler açtığında ziyaret etmemi öneriyor. Ne dersiniz? Yeniden gitmeye değmez mi?

Hülya Meral
twitter.com/hulyameral



PLASTİK PRENSES: KATE MIDDLETON


Dünyanın en ünlü anne adayı o. Sadece İngiltere’nin değil uluslararası basının gözü dört buçuk aylık hamile olan Cambridge Dükü Prens William’ın eşi Düşes Kate Middleton’ın üzerinde. 
Öyle ki Aralık ayında hastaneden taburcu oluşunun ardından, uzun süredir ilk kez basının karşısına çıkan Düşes’in nerdeyse her nefes alışı kameralar tarafından yakından takip edildi.
Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı merkezi ziyaretinde giydiği elbiseden, elbisenin markasına ve fiyatına, saçından taktığı takıya, karnının ölçüsünden fit duruşuna, moraline ve beden dilinin ipuçlarına kadar her detay defalarca yayınlandı.
Kate ise herkesin merakla beklediği, şimdiden ünlü sayılan bebeğin doğum tarihini açıkladı. Haziran ayında aileye katılacak olan bebeğin cinsiyeti şimdilik gizli tutulsa da yakın zamanda ortaya atılan ‘düşes ikiz bebek bekliyor’ iddiaları üzerine yapılan resmi açıklama sonrası bebeğin tekil olacağını biliyoruz.

Düşes’in ziyareti dışında gündemde olan başka bir haber daha vardı ki İngiltere Başbakanı David Cameron bile konuyla ilgili yorumunu  basınla paylaşmak durumunda kaldı.
Çıkan haberlere göre, İngiliz yazar Hilary Mantel kraliyet ailesini eleştirdiği ‘Bring Up The Bodies’ kitabıyla ilgili yaptığı bir konuşamada, Düşes’i magazin odağı olduğu için yererek ‘plastik gülümsemeli vitrin mankeni’, ‘plastik prenses’ olarak nitelendiriyordu. Kimi haberlerde Mantel’in düşesi bu şekilde yermesi ‘an astonishing and venomous attack’ (şaşırtıcı ve zehirli saldırı), 'gurur kırıcı saldırı' olarak yorumlandı.

Mantel ise hakkında çıkan haberlerin sonrasında The Guardian’a yaptığı açıklamada, yayınlanan haberleri ‘tembel gazetecilerin hikayesi’ olarak nitelendirerek iddaları reddetti. 2012 Haziran ayında yayımlanan Bring Up The Bodies kitabıyla ikinci kez Man Booker Prize ödülünü kazanan İngiliz yazar Hilary Mantel ile ilgili çıkan yazılar ve yapılan yorumlar, biraz PR kokuyor gibi geliyor.
Hülya Meral

İngiltere'nin En Popüler Gösteri Sporu: Köpek Yarışı


Manchester Belle Vue Greyhound Stadium’dayım. Köpek yarışı (Dog Race) için günler öncesinden yaptırdığımız rezervasyon günü nihayet gelip çatıyor. Stadyuma öyle bir insan akıyor ki Türkiye’de at yarışlarında bile bu kadar kalabalık olmuyordur.


Stadyumu gezerken bana köpeklerin nerede yarışacağını anlatıp  start noktasını gösteriyorlar. Önümde kocaman bir alan var ama herhalde orada diğer zamanlarda atlar yarışıyor diye düşünüyorum.

Yarışın başlamasına henüz bir saat var. Bu arada piste ve start noktasına 360 derece açıyla konumlanmış Restoran’da yarışı izlemeye gelenlerin tercihine göre Suit menüden bronz, silver ve golden diye isimlendirilen menüler masalara servis ediliyor. Servis tabakları, kadehler,  tatlılar havada uçuşuyor. Eğlence ve yemek bir arada.

Yarışı dışarıda, pistin hemen yanında izlemek isteyenler ellerinde biralarla ve oynadıkları bahis kuponlarıyla yerlerini almışlar bile. 



İlk yarıştan hemen önce bahisler tamamlanıyor, derken önümüzdeki küçük alanda sahiplerinin zorlamasıyla yürüyecek, koşmaya çalışacak sandığım 6 köpek, düdük sesiyle start noktasından öyle bir fırlıyor ki bakakalıyorum. Nefes kesen hızlarını ve çevikliklerini hayretle izliyorum.


Önlerinde onlara yön gösteren turuncu bir bayrak var. 500 metreyi 30 saniyeden az bir sürede koşmaya çalışan köpekler 1.-2.-3. geldiğinde kiminin yüzünde yarışı kazanmanın getirdiği gülümseme var, kimiyse birbiriyle ‘loser (kaybeden)’ veya kendisiyle ‘I’m a looser’ (kaybedenim) diye dalga geçiyor. Yemekler yenmeye, kadehler kaldırılmaya devam ediyor.


Sıra diğer yarışta. Herkesin önünde köpeklerin önceki yarıştaki performanslarını gösteren kataloglar var. Tıpkı at yarışı fikstürü gibi..Her biri 15’er dakika arayla süren toplam 10 yarışta, 2 kez kazanıyorum ama bir yandan da bu kadar hayvan hakları savunucusu varken köpekler bahisle nasıl yarıştırılıyor diye düşünmeden edemiyorum.


Düşündüklerimi yanımdaki seyircilerle paylaşınca Köpek Yarışı’nın İngiltere’nin en popüler gösteri sporu olduğunu ve 1926’dan beri içinde bulunduğumuz Stadyum’da geleneksel olarak bu yarışların gerçekleştirildiğini öğreniyorum. Bu yarışları daha önce hiç duymamış olmam takdire şayan doğrusu.  


Hiçbir haftayı ıskalamadan bahis oynayan Wellington, bana yarışın inceliklerini anlatıyor ve kısa geçmişinden söz ediyor. Söylediğine göre Köpek Yarışı 1926’da başlamış ve kısa sürede tüm İngiltere’ye yayılan popüler eğlence biçimi haline gelmiş.


Özellikle savaş yıllarında katılım patlaması yaşanan Köpek yarışına ilgi o kadar büyükmüş ki, insanlar zevk aldıkları yarışları aynı zamanda sosyal alan olarak değerlendirmiş ve elbette üzerine bahis oynanan bu yarışlar, zamanla paydaşlar yaratmış ve ciddi bir ekonomik çember oluşturmuş. Hatta 1980’lerde "Racing Post World Challenge" adı altında bir yarış düzenlenmiş ve BBC televizyonundan canlı yayınlanmış.


Şimdilerde bu yarışlar için inşa edilmiş Newcastle, Nottingham, Brighton, Birmingham, Sheffield başta olmak üzere 26 lisanslı stadyum var ve her hafta yarış meraklılarını ve bahisçileri ağırlıyor. Bense gelecek yarış için ön rezervasyonumu şimdiden yaptırdım bile.


Hülya Meral
twitter.com/hulyameral

Pİ'NİN YAŞAMI (LIFE OF Pİ)


Geçtiğimiz akşam uzun süredir konuşulan Pİ'nin Yaşamı (Life of Pi) filmini izledim. 2001 yılında Kanadalı yazar Yann Martel tarafından kaleme alınan ve 2002`de yazara Man Booker ödülünü kazandıran kitabın senaryoya aktarılmasıyla ortaya çıkan filmi macera sevenler için önerebilirim.


Festivallerde aday gösterilen ve  Golden Globe Awards`te En Iyi Fotograf, En Iyi Drama ve En Iyi Yönetmen dallarında ödülleri toplayan film, 3D olarak da izlenebiliyor.

Topladığı ödüllerle dünya çapında konuşulan, hem de ciddi bir ticari başarı yakalayan hikayenin konusu Hindistan`da yaşayan analitik zekası kuvvetli Piscine Molitar (Pi) `ın hayatının dönüm noktası olan bir göcü ve ardından yalnız başına 1 metrekarelik botun üzerinde 223 gün boyunca verdiği yaşam savaşını anlatıyor.


Çocukluğundan beri hayvanat bahçesi işleten Pi`nin matematikçi annesi ve babası ailenin şehirden göç etmek ve Kanadalı bir işadamına sattıkları hayvanlarla birlikte Kanada`ya gitmek zorunda olduklarını söyler. Pi`nin itirazlarina rağmen gemi ile gerçekleştirilecek yolculuk başlar.

Herkes uykudayken gemi su almaya başlar ve yolcular ölür ve hayvanat bahçesindeki hayvanlar telef olur. Aralarından tesadüf eseri sadece Pi, zebra, orangutan, sırtlan ve Bengal Kaplanı (Richard Parker) kurtulur. Pasifik Okyanusu`nda küçük bir kurtarma botu üzerinde yaşam zincirine ve doğa koşullarına  direnen Pi, Richard Parker'a yem olmamak için haftalarca mücadele eder ve bitap düşer. (Richard Parker tanımı (yaşam zinciri) şimdiden ekonomi ve reklam dünyasında kullanılmaya başlamış bile..)


Hikayenin sonundan bahsetmeyeyim ki izlerseniz tadı kaçmasın.


Bu sürükleyici ve zengin görsellerle dolu filmi izlemek için vizyondan kalkmadan bir haftasonunuzu ayırmanızda fayda var. Bana kalırsa Slumdog Millionaire kadar konuşulacağa benzer..Özellikle 3.000 genç arasından seçilen oyuncu Suraj Sharma bu filmden sonra gelecek yıllarda çok iyi işlerde karşımıza çıkacağa benzer.



İyi seyirler

Hülya Meral
hulya_meral@hotmail.com

Büyüteçle Görülebilen Kız Kulesi, Dolunay, Atatürk, III. Selim


Kabak çekirdeğinin üzerine Kız Kulesi’ni, çivi başına Haliç’i, çakıltaşına Atatürk’ü, nohut üzerine dolunayı, fasulye içine III. Selim’i çiziyor. Sanatçı Hasan Kale, ‘Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.’ diyor.
 
Ressam ve minyatür sanatçısı olarak 26 yıldır profesyonel olarak resim yapıyorsunuz. Fırçayla tanışmanız 6 yaşınıza kadar uzanıyor, nasıl başladı hikayeniz?
Tarihler de yanlış yazılmalar oluyor. Profesyonel olarak 30 yılı aştı. 5 yaşında renk, çizgi ve fırça ile tanıştım. Yüreğime koyduğum aşk beni bugünlere kadar getirdi. Hiç bıkmadan, sıkılmadan, olması gerektiği gibi ve her gün hep bir adım ileriye giderek.
Sergileriniz büyüteçle gezilebiliyor, bu mikro eserleri çıplak gözle mi çalışıyorsunuz?
Evet büyüteçle gezilebilen sergiler düzenliyorum ama ben çalışırken büyüteç ya da mikroskop kullanmıyorum. Belki çelişki ama yorucu ve keyifli bir evre çalışma dönemim.

 
Mehmet Siyahkalem’den fırçanın kıvraklığını, Levni’ den renk ve ahengi, Nakkaş Osman’ dan sultan portrelerinin inceliklerini öğrendim
Nakkaş Osman, Levni ve Mehmet Siyahkalem ‘akıl hocalarım’ demişsiniz. Bu isimlerin biriktirdiklerinize, eserlerinize nasıl etkileri oldu?
 
80’li yıllarda minyatür sanatıyla tanıştığım evrede ders almak istedim, olmadı. Vazgeçme gibi düşüncem de yoktu. Hocalarımı çok eskilerden seçtim. Mehmet Siyahkalem’den fırçanın kıvraklığını, Levni’ den renk ve ahengi, Nakkaş Osman’ dan sultan portrelerinin inceliklerini öğrendim. Uzun ve meşakkatli bir dönemdi ve kendi çizgimi bulmamısağladı. Sonuçta ne kadar ince çizgiler çizdiğimi görmemi sağladı ve mikro eserler ortaya çıktı. 

Resme dayalı bir eğitim almadınız. Yeteneğin üzerine gitmek diyebilir miyiz?
Evet, resimde, mücevher tasarımında ve diğer tasarım dallarında bir eğitim almadım. Önceleri üzülüyordum ama bu durum başka bir gözle görmemi sağladı. Evet tanrı bir yeti vermişti, hepimize verdiği gibi, belki biraz farklıydı. Ben yüreğime koydum, hep en iyiye doğru yola çıktım, hayallerimin peşinden gittim..Yılmadan, yorulmadan, hiçbir şeye bakmadan çünkü benim yapacaklarım önemliydi. Zamanıgelince hepsini gerçekleştirdim. Asla pes etmek yok!

Küçük ama olağanüstü dokunuşlar.. Kabak çekirdeğinin üzerine Kız Kulesi’ni, çivi başına Haliç’i, çakıltaşına Atatürk’ü, nohut üzerine dolunayı, fasulye içine III. Selim’i çiziyorsunuz? Tutuluyorum, bakakalıyorum ürettiklerinize.. İngilizcede‘gifted’ diye bir tabir var ‘hediyelendirilmiş, özel yeteneklerle donanmış’anlamında. ‘Tanrı bana cömert davranmış’ dediğiniz oluyor mu?
Aslında hepimize cömert davrandı. Farklı bir bakış açısı ve farklı donanımlarla bu dünya üzerindeyiz. Tercihleri kendimiz yapıyoruz. Ben de öyle yaptım. Farklı düşlerde değil evet, Tanrı’nın verdiği bu cömert davranışı seçtim ve çok mutluyum, binlerce kez teşekkür ediyorum. 
YÜZYILLARDIR ANLATILAN AMA ANLAŞILAMAYAN İSTANBUL'U ANLATMAYA ÇALIŞIYORUM

İstanbul’u, Bizans’ı, Osmanlı’yı ve dolayısıyla tarihi yorumluyorsunuz ve adeta yaşıyorsunuz eserlerinizde. İstanbul’un şimdiki hali ile tarihte yaşadıkları, tarihi yapıları ne hissettiriyor size? Çoğu eserinizde bu mimari estetiği görüyoruz.
Bu bir konsept aslında, bir koleksiyon. Yoksa her konuda eser üretiyorum. Çoğunlukta olduğu kesin.İstanbul’da yaşıyorum ve bu şehri çok seviyorum. Kendimi bulduğum, hayatımın dönüm noktası şehir. Gizem dolu, mistik, gecesi ve gündüzüyle bana göre muhteşem, daha ne olsun. Yüzyıllardır anlatılan ama anlaşılmayan tarafıyla, ben de kendimce İstanbul'u anlatmaya çalışıyorum. Anlaşılmayacak ve böyle devam edecek. Müthiş değil mi? Keyifli yanı bu..
 
Sartre’ın ünlü bir sözü var ‘Mutlu olmak istiyorsanız sıradan olacaksınız, sıradanlığa karşı koymak istiyorsanız mutsuzluğu ve dolayısıyla yalnızlığı göze alacaksınız’ der. Sıradan olmayan eserler üretiyorsunuz. Katılır mısınız Sartre’a?
Kesinlikle ama dedim ya bu bir tercih, kendi tercihim. Bunlar bedelse ve yaşanması gerekiyorsa seve seve. Birilerinin böyle yapmasıgerekiyordu belki de kim bilir, o da bensem süper, yoksa şu an sizinle ne konuşacaktım, bu da başka bir bakış açısı.
Mikro Art’ın Türkiye’deki durumu nasıl? Sadece Günseli Kato’nun çalışmalarını biliyorum. Çok fazla sanatçı yok bildiğim kadarıyla.
 
Mikro Art Türkiye de fazla bilindiğini zannetmiyorum. Sadece minyatür değil çünkü. Sevgili Günseli Kato’ nun yeri çok ayrı. Şu an itibarıyla 200’ü aşkın farklı obje oluştu yaptığım ve böyle çalışan sadece Türkiye’ de değil dünya üzerinde de olduğunu zannetmiyorum. En azından bu güzelim İstanbul’u resmeden yok. Bu da benim için keyif ve mutluluk verici....


Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.
Zürih ve Tokyo’da sergilerinize ilgi nasıldı? Yurtdışında minyatüre yaklaşım daha mı farklı?
Çok güzeldi. Mikro eserler ağırlıktaydı ve olumlu tepkiler aldım. Şu sıralar Roma, Avusturya ve Fransa ile yazışmalara devam ediyorum. Çok güzel gelişmeler var, oralardaki sergiler de güzel olacak. Şaşkınlıkla ve hayretle izleyenlerin yüzlerine minik tebessümler koymanın keyfini yaşıyorum.
Sabır isteyen, özen isteyen bir iş. İşini aşkla sevmek midir sırrı?
Yüreğinize aşkıkoymaktır. İyi bir gözdü benimki ve bir el. İkisini de çalıştıracak aşkla dolu koca bir yürek. Yıllar önce bir söz duymuştum, "işini aşkla yapandan korkun "diye. Eh benim içindi sanki, tabi ki kötü manada değil. Kalıcı eserler üretmek benim için önemli. Ben bugün ya da yarın için bir şey üretmiyorum. Gelecek yüzyıllara bir şeyler bırakmaya çalışıyorum.
Bir de mücevher tasarımı ayağı var? Bu nasıl gelişti? 
Anadolu’da yaşamıştüm kültür izlerinden çıkarak önemli firmalar için hazırlamış olduğum çeşitli koleksiyonlar oldu. Fibula için Esinlenmeler serisi. Zen firması için Sur-u Sultani.Şu an ise sevgili dostum Sevan Bıçakçı ile birlikte çalışıyorum ama burada tasarım yapmıyorum, yapılan tasarımlara, mücevher üzerine Mikro resimler yapıyorum.
Mikro eserlerinizin yanında büyük tablolarınız da var...
Büyük tablolarım ve mikro eserlerim..Tam bir çelişki, arası yok. Zor olanı yapmak içimde var demek ki.İkisi de farklı bir lezzet ikisi de doyumsuz.
ESERLERİMDE KIRMIZI MÜHÜR KULLANIYORUM
Tablolarınızın üzerinde kırmızı mühür var. Hatta Mühr-ü İstanbul serginizin ismi de buradan geliyor sanırım. Bu mührün anlamı nedir?
Evet eserlerimde kırmızımühür kullanıyorum. Eski dönemlerde iki kişi arasında yazışmalar özel olduğu için başkası tarafından okunmasın diye mühürlenirdi. Benim kullanma amacım sanatçıile izleyici arasındaki bu özelliği vurgulamaktı. Satın alanlar hiç mühürleri çıkartmadılar. Bu beni çok sevindirdi.
 
Kırmızı renk ve Nar eserlerinize sık sık konu oluyor. Özel bir anlamıvar mı sizin için?
Kırmızı, Aşk.. Nar, bolluk ve bereket. Çok eski dönemlerde de çok kullanılmış. Hem de farklı uygarlıklarda. Evrensel aslında ve hala günümüzde de devam ediyor. Anlamı da aynı, bence ilahi bir tarafı var.
 
Gördünüz mü bilmem Konya’daki Mevlana Müzesi’nde 5cmx 3 cm’lik el yazması bir Kuran-ı Kerim var. Rivayete göre eserin tamamı bittiğinde yazan kadın gözlerini kaybetmiş. Siz çalışmalarınızı çıplak gözle ortaya koyuyorsunuz? Gözlerinizle ilgili bir şikayetiniz var mı?
Arasıra oluyor tabii. Yakınla ilgili problemler yaşıyorum. Her 6 ayda bir kontrole gidiyorum. Doktorum bir çok kişiye göre çok iyi durumda olduğunu söylüyor. Bir de 18 yıl sadece mikro eserlerle uğraştığımı düşünürseniz, göz kaslarımı çok güçlendirmişim. Zoom yapma, odaklanma tarafım öyle bir gelişmiş ki. Bu benim için büyük avantaj.
 
SAÇ TELİ ÜZERİNE İSTANBUL PANORAMASI
Şimdilerde üzerinde çalıştığınız proje?

Müze ilgili çalışmalar devam ediyor ve sonra sırada bir saç teli üzerine yapacağım İstanbul panoraması girecek devreye. Uzun soluklu bir çalışma olacak. İncir çekirdeğini de doldurduktan sonra sıradaki proje heyecanlandırıyor beni.
Eserlerinizi görmek isteyenler size nasıl ulaşabilir?
 
Sık aralıklarla çeşitli şehirlerde sergiler düzenliyorum veya benim merak edenler müsait olduğum dönemlerde atölyeme gelebilirler. Bir de sosyal paylaşım siteleri en kolay ulaşma şekli oluyor ama benim tavsiyem yakından izlemeleri, bu anlatılamaz bir duygu.

 Röp: Hülya Meral

 

 

Bugün Birand'ı kaybettik...


Bugün Mehmet Ali Birand’ı kaybettik..Çok üzgünüm.
İlkokul yıllarımda gecenin biryarısına kadar oturup Yaser Arafat, Benazir Butto, Saddam Hüseyin, Gorbachov, Margaret Tahtcher, Turgut Özal, Abdullah Öcalan gibi isimlerle gerçekleşirdiği röportajları heyecanla izler, program bitene kadar uyumazdım.

Yıllar sonra İletişim Fakültesi’nde okurken öğrendim ki Birand, tek kanallı yıllarda, internet ve cep telefonu olmadan TRT’ye bu uluslararası röportajları yaparak çok önemli bir kapı aralamış, TRT tabusunu yıkmış, gazetecilikte çıtayı yükseltmiş..

Sorularındaki samimiyeti ve üslubumu, yoksa konuştuğu isimlerin önemli olduğunu tahmin etmem miydi beni ekranabağlayan (ilkokuldayken Yaser Arafat izleyen bir çocuk :) ) hatırlamıyorum ama ‘merak’ve ‘cesaret’ kelimelerini ve yıllar sonra, önemli isimlerle konuşabilme cesaretini bana izlediğim 32. Gün’lerin öğrettiğini biliyorum.
Öyle ya onun yaptığını yapabilmek için meraklı olmak, araştırma ve takibi sevmek ve en önemlisi herkeste olmayan ‘cesaret’e sahip olmak gerekirdi.

İyi analiz edebilme, atgözlüğüyle değil geniş bir vizyondan bakabilme, söylenmiş olanı değil yeni birşeyler söyleyebilme heyecanı, hoşgörüsü ve her düşünceye açık demokrat yönü O’nun ardından aklımda kalanlar..

Andıç Meselesi ve CNNTürk’le aralanan yeni kapı

Tüm bu nitelikler belki de O’nahayatının hem en zor hem de en keyifli anlarını yaşattı. Bir gazeteci olarak hayal edilmesi en güç ne varsa, O çoğunu hayata geçirdi. 1974 Kıbrıs Harekatı nasıl adının parlamasını sağladıysa 90’lı yılların sonu ve Andıç meselesi uzun yıllar canını sıktı. 1999’da CNNTürk'ün kuruluş aşamasında kendisi gibi meraklı ve gözüpek ne kadar genç isim varsa hepsiyle bir araya gelip bir marka yarattı. O yıllarda aynı yolda yürüdüğü isimlerin çoğu şu an televizyonların üst yönetiminde veya kendi kurdukları prodüksiyon şirketlerinde ‘üretmeye’ devam ediyor.

Birand Gazeteciliği
Birand gazeteciliği diye bir şey var sahiden. Türkiye’nin en çok izlenen haber bülteninin Birand’ın ismiyle anılması rastlantı değil. Bu coğrafyanın dinamiklerini iyi bilen, insanını ve sosyolojisini çok iyi analiz eden, lafla değil ürettikleriyle kendini ortaya koyan, olan bitene uluslararası çerçeveden bakabilen, gazetecilik deyimiyle ‘haber atlatan’ isimdi Birand.

Yaptığı belgeseller, yazdığı kitaplar Yakın Türkiye tarihine, gelecek kuşaklara ışık tutar nitelikte. Her biri yılların tecrübesinin süzgeçten geçirilmiş hali.

Malı (haberi) getirdin mi?

Yıllar önce teknoloji bu kadar yaygın değilken yurtdışından yeni getirdiği kamerayı özel haber yapması için ödünç olarak birlikte çalıştığı muhabire verip, muhabir kamerayı kaybettiğinde taşlayacağına ‘malı (haberi) getirdin mi?’ demesi hayata bakışıyla  ilgili de ipuçları veriyor..

Öcalan Parlementoya girebilir

EnverAysever’in Aykırı Sorular programında belli bir kitleyi karşısına alacağınıbile bile ‘Öcalan çok gecikilmezse, günün birinde Parlamentoya girebilir, partilideri olur, bu demokrasinin gereğidir, olmalıdır. Bunu yaparsa ancak Tayyip Erdoğan yapar, o güç Erdoğan’da var. Bu da 2014-2015'ten sonra olursa olabilir.”diyebilecek cesareti gösteren, en aykırı fikirlere bile sempatik üslubuyla yanıt veren Gazeteci’dir Birand. ‘Dünya değişir, değişen dünya içinderoller de değişir.’ cümlesiyle 71 yıllık hayatın özetini sunandır aynı zamanda.

Sağcısı solcusu, Kürdü Türkü, askeri, milliyetçisi ne yazarsa yazsın, ne konuşursa konuşsun, değişmeyecek bir gerçek var, bu kara parçasında yaşayan her kim varsa, bugün izlediği pek çok haberde O’nun kokusu var ve olmaya devam edecek..

Birand yok, haberleri sunmayacak bu akşam..Biz O’nu, sunduğu haberlerin  yanısıra, renkli saatleri, kalemleri, kravatları ve sevimli gülümsemesiyle hatırlayacağız..
Hülya Meral

ÇİN'İN TERRACOTA ASKERLERİ TOPKAPI SARAYI'NDA

 İstanbul'daysanız ve hala görmediyseniz Topkapı Sarayı Müzesi'nde Çin'den ödünç alınan eserlerin sergilendiği Çin Hazineleri Sergisi bir haftasonu etkinliği olarak ajandanızda yerini almalı.


Başta Yasak Şehir Müzesi, Shanghai Müzesi ve Qin Shihuang Müzesi olmak üzere Çin’in 11 Müzesinden seçilen 101 eserin sergilendiği "Çin Hazineleri" sergisi "2012 Türkiye’de Çin Kültür Yılı" etkinlikleri kapsamında düzenlenmiş.
 

Sergi'nin Çin’den ödünç alınan eserlerden oluşan ilk sergi olması, Dünyanın 8. harikası olarak değerlendirilen ve aynı zamanda Unesco’nun dünya kültür mirasları listesine alınan yeraltı ordusundan örnekleri sergilemesi sebebi ile özel bir yeri var. Dünyada eşi olmayan TerraCota askerlerini ve normalde Çin dışına çıkarılmayan TerraCota atını görmek için güzel bir fırsat.
 
20 Şubat 2013’e kadar Topkapı Sarayı Müzesi’nin 2. Avlusunda yer alan Has Ahırlar Sergi salonunda sanatseverleri ağırlayacak olan bu değerli sergiyi kaçırmamanızı öneririm.

Hülya Meral 
Facebook: Hülya'nın Valizi