ted etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ted etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

HAYALLERINI AYAKLAR ALTINA SEREN COCUKLAR


 
Geçtiğimiz haftalarda bu yılki üniversite sınavına giren gençlerin gergin bekleyişi sona erdi. Tercih formlarında işaretledikleri küçücük bir kutu tüm hayatlarını belirleyeceği ve etkileyeceği için pek çoğu belirsizliğin verdiği stres ve ‘ya olmazsa’nın verdiği kuşku ile son dakikaya kadar sınav sonucunun açıklanmasını beklemişti. Yine kontenjan dahilinde ‘kazanabilen’ üniversiteye kapağı attı, ‘kazanamayan’ ise gelecek seneye şansını denemek için ‘yarışa devam’ diyecek.
 
 

Kendi eğitim hayatımı düşününce, durumumun şimdilerde eğitim gören gençlerden pek de farklı olmadığını düşündüm. İlk sınavıma, daha ne için sınava girdiğimin bile farkında olmayacak yaşta ilkokul 5. Sınıfta girmiştim. O yıl sınav soruları çalınmıştı (yanılmıyorsam 1991-1992 öğretim yılı).

Biz en iyilerinden, ‘seçilmişler’den biri olmalıydık.

Sonra iyi bir liseye girebilmek için yarıştık. O sıralar yine denek fareleri gibiydik, süper lise denen bir sistem peyda olmuş ama birkaç sene içinde bu sistem de tedavülden kalkmıştı. Lisede İngilizce dahil pek çok derste cümlelerin tahtaya yazılıp defterlere geçirildiği, öğretmenlerin ‘herkes yazdı mı’ sorusuyla bir sonraki konuya geçtiği dönemleri atlattık. Kimyayı veya coğrafyayı anlamak yerine ezber yaptığımız dönemlerden..
 
 
 
Ardından üniversiteye hazırlanma zamanı geldi çattı. Dershaneye gitmeden sınava hazırlanmak mümkün değildi, çünkü okulda pek çok şey doğru bir sistemle verilemediği veya eksik verildiği için bütünün parçalarını tamamlamak için hipnotize olmuş bir biçimde dershaneye gitmek zorundaydık. Kazanmak için başka seçenek yoktu. Önümüzde zorlu bir yarış vardı ve biz en iyilerinden, ‘seçilmişler’den biri olmalıydık.

Lanetli 1981’liler

1981 doğumluların lanetli olduğuna (!) inancım o yıl güçlenmişti. Çünkü bu sefer de bir gece öncesinde üniversite sınav soruları çalınmış ve sınav bir ay ertelenmişti. Ne şans! Sonuç olarak üniversiteye girdim, şanslıydım, iyi ve nitelikli eğitim veren, alanında iyi bir sıralamaya sahip bir üniversitede pek çok kişinin girmeyi hayal ettiği bir fakültede okudum.
 
 

Gerçekten bu işi yapmak istiyor muyum? Kocaman bir ‘hayır’ !

Üniversite hayatı bitti ve iş hayatı başladı. Bu sefer de başka bir yarış vardı. Pek çok işyerinde yaşanan deneyimleri ‘belki de çok doğal olarak’ ben de yaşayıp tecrübe ediyordum. Ve işe gittiğim her gün, her sabah kendime aynı soruyu soruyordum. ‘Gerçekten bu işi yapmak istiyor muyum?’ Sorunun cevabı kocaman bir ‘hayır’dı. Bedenim işyerinde ama zihnim ve ruhum başka bir aurada geziniyordu. Ve işin kötü yanı, iyi bir maaş alıyordum ve pozisyonum fena sayılmazdı. Pek çoğuna göre işi bırakıp gitmek çılgınlıktı. Peki ama tüm hayatım istemediğim bir işi yapmakla mı geçecekti?

İşten ayrılıp zihnimin işteyken dolaştığı yerlere gitmek üzere valiz hazırlarken  Aret Vartanyan’ın bir videosuna rastladım.  Kendi şirketi Yasam Atolyesi'nin 20.000 kişi üzerinde yaptığı anket sonucuna göre, çalışanların her biri çalıştıgı işte mutsuz, %80’i ise sevdiği işi yapabilecek imkanı olsa bugün yaptığı işi hemen bırakıp gitmeye hazırım cevabını vermişti. Demek ki doğru yoldaydım. Aynada kendime göz kırptım!

Zihnimin dolaştığı yerlere aklımdakileri yapmak üzere yola çıkıyordum. En azından hiç ‘keşke’ yazmadığım ‘yaşam hanem’e bir ‘keşke’ eklememiş oluyordum ve anlatacak bir hikayem olacaktı.

Tıpçılar gibi ömür billah oku, araştır, yeni bilgiye ulaş, izle, düşün, eleştir, değerlendir mantığından gelen bir fakültede okumanın getirdiği yaşam stilinin yansıması olarak onlarca video, makale, film, kitap, dergi, etkinlik okudum, izledim, takip ettim. Sonuç olarak tüm eğitim hayatımı, Türkiye’deki eğitim sistemini, her gün sokaklarını arşınladığım İngiltere’nin ve dünyanın dört bir yanında uygulanan eğitim sistemlerinin bütününü düşünme fırsatım oldu.

Herkes üniversiteye gitmek zorunda değil

Ayrı ayrı her birimiz büyük bir tutsağı olduğumuz fikirlerimizin bizi yönetmesiyle kollarımız kelepçeli yaşıyoruz ve bunun sınırı yok. Üniversiteye girmek pek çoğumuz için takıntı haline gelmiş. Pek çoğumuz aslında (Türkiye’de) ömür boyu hiç işe yaramayacağını bildiğimiz halde (akademisyenleri kastetmiyorum elbette) master, doktora, phd diplomalarına sahip olmak için deli gibi çalışıyor, tonla para harcıyoruz. Pek tabii bu ciddi bir ekonomi..


 
Aldığımız her bir diploma veya sertifika bizim ‘göreceli olarak’ bir işe alınma katsayımızı arttırıyor.  Bize daha iyi bir yaşamın kapılarını aralayacağını umut ederek kariyerimizi diplomalarla taçlandırıyoruz. Bu yazdıklarımın özeti, kesinlikle ‘üniversiteye boşuna gidiyorsunuz’ değil. Aksine üniversite okumuş olmanın yüzlerce artısını sayabilirim ama ‘herkes üniversiteye gitmek zorunda değil, herkes phd, doktora yapmak zorunda değil’. Bu bir ekonomi ve biz çoğu zaman amaçsız bir şekilde bu sisteme fokuslanmış olarak ayak uyduruyoruz. Şayet akademisyen olma gibi bir niyetimiz yoksa, yaptığımız veya yapacağımız isle herhangi bir bağlantı kuramıyorsak, kurmayacaksak bütün bu çaba niye?

Türkiye’de özel üniversitelerin de artışıyla işverenlerin verdiği iş ilanlarında ‘master tercih sebebidir’ yazıyor yazmasına ama çoğu zaman yapılan işin mantığında, işleyişinde ve pratiğinde masterın hiçbir kullanım etkisinin olmadığını ilanı okurken bile görebiliyorsunuz.
 
 
Diploma sayısının fazla olması yurtdışında da takıntı haline gelmiş durumda. Çok ciddi bir yarış var. Örneğin İngiltere’de bir üniversite masterı kendi vatandaşları için 3.000-4.000 Pound iken, AB dışındaki farklı ülke vatandaşlarına 13.000-14.000 Pounda çıkabiliyor. Sırf aradaki bu rakamsal uçurum bile aslında verilen eğitimin amacının akademik olmadığına ışık tutuyor.
 

Binlerce Eğitim Fakültesi mezunumuz var, binlerce ziraat mühendisi mezun ediyoruz her yıl ve daha pek çok mezun ettiğimiz ama bir türlü kendi alanlarında iş sahası sağlayamadığımız gençlerimiz var. İşletme bitirmiş kişi call centerda çalışıyor, mühendislik mezunu biri halk pazarında tshirt satıyor, kimya mezunu ise kuyumcuda altın tartıyor.

Bir işi yapanların niceliği değil niteliği işin özeti aslında. Ne kadar destekliyoruz yaratıcı zekayı. Ne kadar alan açıyoruz standardın dışında işler yapanlara ve ne kadar destekliyoruz onları? Bazı bilim adamları buna ‘akademik enflasyon süreci’ diyor.

İşte bu noktada TED Konferanslarının sıkı konuşmacılarından Prof. Ken Robinson’a kulak vermekte fayda var. Robinson, eğitim sistemimizi fast food yöntemine göre uyarladığımızı belirterek şöyle söylüyor. ‘İnsanların farklı yatkınlıkları vardır. İnsanlar genellikle çok umursamadıkları işleri daha iyi yaparlar. Sevdiğiniz ve zevk aldığınız bir iş yapıyorsanız zaman bile farklı işler. Bir saatlik iş beş dakika gibi gelebilir. Ruhunuzla uyuşmayan bir iş yaparken ise beş dakika saatler kadar uzun gelir. Bu kadar çok insanın eğitimden vazgeçme sebebi ruhlarını beslemiyor olması. Enerjilerini, tutkularını beslemiyor.

İnsanları kümelemeye dayalı eğitim sistemine göre gruplandırmaktan vazgeçmeliyiz. Ziraat prensiplerine dayalı bir modele kaymalıyız. İnsanın gelişiminin mekanik değil organik olduğu bir modele kaymalıyız.’

Bunun yanında eğitimi öğrenciye göre kişiselleştirmek gerektiğinin altını çizen Robinson, öğrencinin kendi çözümlerini üretmesini sağlayan, kişisel ders programına dayalı ama dışarıdan destekli bir model olması gerektiğini vurgulayarak ‘Sanayi modelinden çıkıp zirai modele geçmeliyiz ki okullar gelişebilsin. Her gün, her yerde çocuklarımız hayallerini ayaklarımızın altına seriyorlar, o hayalleri çiğnememeliyiz. Halbuki bütün çocuklar inanılmaz yeteneklidirler ve biz onları harcıyoruz’  diyor ve sisteme olan tepkisini dile getiriyor.  

Fena halde yanılmışız

Yıllarca hepimize öğretildiği üzere, en tepede iş sahası için gerekli olduğu düşünülen işletme, iktisat, ekonomi, politika gibi alanlara ilişkin okullar bitirmemiz önerildi, müzik, beden ve resim dersleri hep ‘nasılsa geçeriz’ diye düşünülerek es geçildi, küçümsendi. Şimdi görüyoruz ki fena halde yanılmışız. Şimdilerde bütün dünya bir değişim girdabının içinde. IQ’su yüksek olan ama EQ’sunu yönetemeyen pek çok insan var ve bunun için özel terapi alıyor.

Dünyanın toplamına baktığımızda büyük bir çoğunluk işinden memnun değil. Hatta çalışmak zorunda olmasak pek çoğumuz memnuniyetle işe gitmeyebiliriz.
 
O halde nereye koşuyoruz?
 
 
Hulya Meral
 
Londra

 

Bu kasabada alışveriş merkezi, fast food ve kahve zinciri yok


Hülya Meral

Geçtiğimiz günlerde TED Konuşmaları'ndan birini izlerken finalde bir tanıtım videosuna denk geldim. http://geographysupport.blogspot.co.uk/

National Geographic'in genç kaşiflerinden Daniel Raven-Ellison günümüz seyahat alışkanlıklarına atıfta bulunarak, farklı ve yeni yerler, kültürler, iklimler, insanlar keşfetmek için seyahat ettiğimizi belirtip her yerde denk geldiğimiz Coca Cola, Starbucks..gibi global firmalarla insanlar ve ülkeler arasında oluşan bağımlılıktan ve yerelin yok oluşundan bahsediyordu.

 "What is the future of local?" (Yerelin geleceği nedir?) sorusuna cevap arayan genç kaşifin bu videosunu tam da haftasonu yeni bir yer keşfetmek için yola çıkmadan birkaç saat önce izlemiştim. 

Şansa bakın ki muhteşem doğa olayı gel-git'i izlemek için Manchester'a trenle iki saat uzaklıktaki Grimsby'ye doğru yola çıkacaktım ki son anda elime bir broşür geçti ve rotayı önce İngiltere'nin doğusundaki slow city (yavaş şehir) Louth kasabasına çevirdim.

Zihnimde yereli gelecekte ne bekliyor, yerel, lokal dükkanlar yeryüzünden tamamen yok mu olacak, bunun için ne yapılabilir sorularına cevap arayarak yolu tamamladım. Siz de konuya ilgi duyuyorsanız Daniel Raven-Ellison’ın 13 Mart 2013’te TED Konuşmaları’nda yapacağı sunumu izlemenizi öneririm. Kaçırırsanız videoya buradan ulaşabilirsiniz. http://www.ted.com/conversations/16594/how_will_travel_change_local_p.html


 “Bu kasabada  alışveriş merkezi, fast food ve kahve zinciri yok.”

Size kasabayı anlatmaya şu soruyla başlayayım. En son ne zaman mahallenizdeki bir manavdan ya da kasaptan alışveriş yaptınız? Ya da en son ne zaman kokusu sokağa taşan odun fırınından yeni çıkmış çıtır çıtır sıcak ekmeğe dokundunuz? 

İngiltere’nin doğu kıyısındaki Louth kasabası, bildiğimiz şehir hayatından uzak sokaklarını, dükkanlarını ve en önemlisi doğal ve sağlıklı yaşam alanlarını korumaya devam eden, tam da yukarıda anlattığım gibi insanı kendine çeken yerel, küçük bir yerleşim merkezi.


Louth, İngiltere’nin kıyısında köşesinde kalmış, denize kıyısı olan, buna rağmen özenle korunan doğası ve çivi bile çakılmasına izin verilmeyen yüzlerce yıllık ahşap evleriyle ünlü. En yüksek yapı en fazla iki katlı. Bu görüntüyü  korumaya o kadar kararlılar ki kasabada  alışveriş merkezi, fast food ve kahve zinciri görme şansınız yok.


 Haftanın üç günü kurulan sokak marketlerinde aradığınız her şeyin en tazesini bulabiliyorsunuz. Çiftçi pazarında dalından yeni koparılmış sebze ve meyveler, ev yapımı peynirler, biralar, şaraplar..


Evlerin balkonlarını süsleyen bin bir çeşit çiçek ve tohum satıcıları ve mezatlar kasabanın meydanlarını renklendiriyor. Özellikle 'climbing rose' adı verilen ve baharda tohumları açtığında adeta köpürüp ekildiği yerde köprü şeklini alan pembe güller pek çok kişinin favorisi.


 St. James Katedrali 295 feet uzunluğunda

Meydandan ilerleyip kasabanın her yerinden görünen, Louth’un sembolü, Ortaçağ mimarisine ait St. James Katedrali’ne uğramak şart. Keza 15. yy. sonlarında gotik tarzda yapılan, 295 feet (90 m) uzunluğundaki yapı, -rivayete göre- İngiltere’nin en uzun katedrali. Devasa görüntüsüyle adeta tüm kasabayı koruma altına almış olan katedralin çevresi oldukça kalabalık. İçini gezip 197 basamaklı merdivenlerini tırmandıktan sonra şehri bir de kuşbakışı izlemek keyifli. 

Louth ve çevresinde çok fazla çiftlik ve yeşil alan var. Katedralin cafeteryasında Louth sakinleriyle sohbet ederken yeşil alanın sahiden fazla ve fakat oldukça değerli olduğunu öğreniyorum. Ünlü bir İngiliz oyuncak kralının buradaki 15 dönümlük çiftlikte yaşadığını öğrenince Louth’ta yaşayan kitle az çok gözümde canlanıyor.



O kadar ki kasabanın terzisi sadece houte couture kıyafet dikip, özel müşteriler için çalışıyor ve kasabada yaşayan hiç kimse seri üretim takım elbise giymiyormuş.


 Sıcak ve çok bildik mahalle havası
  
Katedralden çıkıp kendimi kasabanın sokaklarına atıyorum. Her yer özenli ve temiz. Sıra sıra antikacılar, çeşit çeşit peynir satan dükkanlar, kapısında uzun kuyruk oluşmuş kasap, sebzeleri müşterilerine kese kağıdıyla uzatan manav, müşterilerinin siparişlerini yetiştirmeye çalışan balıkçı bana o sıcak ve çok bildik mahalle havasını hatırlatıyor.


 Taze ekmek ve kek kokusu
  
Sokakları koklayarak yürümek beni hep güzel şeylere götürmüştür. Burnum yine yanılmıyor ve başka bir meydanda, dükkanlardan gelen kokuyu takip edip kapının arkasındaki çıngırak sesiyle birlikte birinden içeriye dalıyorum. Mis gibi taze ekmek ve kek kokusu. 


Pek çok ülkede cevizli, zeytinli, haşhaşlı, üzümlü ekmek tatmıştım ama burada ilk kez ‘erikli ekmek’ görüyorum. Ahşap ve küçük dükkanlarda dolaştıkça kendimi film dekorunda dolaşıyor gibi hissettim diyebilirim.


Dönüp dolaşıp kendimi katedralin karşısındaki İstanbul Restoran’da buldum. Restoran, tadını unutamayacağım susamlı, tereyağlı ekmeği, ara sıcakları ve saltanat kayığı şeklindeki seramik tabaklarda sıcak servis edilen Türk mutfağıyla İngilizlere yıllardır Türk mutfağını sevdirmeyi başarmış bile.


Günün sonunda Daniel Raven-Ellison’ın ‘yerelin geleceği ne olacak’ sorusu yeniden zihnimde belirdiğinde, cevabı çoktan bulmuştum.

Kasaba sakinleri Louth’a bir de baharda gelip çiçekler açtığında ziyaret etmemi öneriyor. Ne dersiniz? Yeniden gitmeye değmez mi?

Hülya Meral
twitter.com/hulyameral