günübirlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günübirlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

TRAKYA'NIN PARLAYAN YILDIZI KIYIKÖY


İstanbul’un arka bahçesi, kuzeybatı Karadeniz sahili Kıyıköy’deydim bu defa.  Burası  adeta inci gibi, siz onu keşfettikçe açılıp güzelliklerini gözler önüne seriyor.


Esenler Otogar’dan binip 2,5 saatlik yolculuk sonrasında ulaştığım Kıyıköy’de 6. yy. Bizans yapımı kapının önünde indiğimde başlıyor gezim.




Kapı şimdiye kadar eşine rastlamadığım bir manzaraya açılıyor, nehir ve denizin buluştuğu yere.  Deniz  alabildiğine ufka uzanıyor. Yemyeşil iki düzlüğün ortasından zümrüt rengi Istranca kaynakları Karadeniz ile birleşiyor.



 Sol taraftaki restoranlardan birinde yerimi buluyorum. Köy kahvaltısı eşliğinde manzarayı izleyerek ve yeni tanıştığım arkadaşım Rexx ile oynayarak keyifle oksijenimi depoluyorum.

Rexx

Yeşil alana kurulmuş onlarca çadır, kimi de arabalarıyla günübirlik pikniğe gelmiş. Deniz kıyısında kumlar üzerinde kıpır kıpır bir hareketlilik var, insanlar yavaş yavaş denizin ve güneşin tadını çıkarmaya geliyorlar.


Kahvaltıdan sonraki durağım 1 kilometre stabilize yoldan yürüyerek ulaştığım 6.yy Jüstinyen döneminde keşişlerin mola verdiği Aya Nikola Manastırı oluyor. Arabalarıyla gelen de çok fazla.

Kayalara oyularak yapılan ve yakın zamanda su yüzüne çıkmış Manastır’ın zemin katı kilise, bodrum katı ayazma olarak kullanılmış.


 


 
Kiliseden çıkıp  Çarşı’ya doğru ilerlerken hafif meyilli yolu çıkmakta zorlandığımızı gören gezgin bir çift bizi meydana kadar bırakıyor.


Çarşı’yı dolaşıp eski evleri fotoğraflayıp limanı kuşbakışı gören mütevazı restoranların görüş  alanından manzarayı izliyorum.




Yol üzerindeki erik ve dut ağaçlarından nasiplenerek Liman’a doğru iniyorum.  

 

Limanı, deniz fenerini, ağlarını boşaltan balıkçı teknelerini, dingin ve korunaklı limanın Fener tarafına vuran hırçın denizle oluşturduğu zıtlığı hayranlıkla izliyorum.


 
Öğlen sıcağını Liman’ın serin rüzgarında geçirip  Selves Koyu’na doğru geliyorum. Burası Kıyıköy’e ilk ayak bastığım anda gördüğüm manzaranın bir kısmı. Yaklaşık 50 basamak inerek altın kum sahiline ulaşıyorum.


 

 
Yukarıda hava ne kadar sıcaksa deniz kenarında da o kadar püfür püfür esiyor.

Hemen arkamda akan nehrin diğer tarafına Pabuçdere Köprüsü’nden geçiliyor. Evet yanlış okumadınız, önüm deniz, arkam nehir. Tatlı suyla tuzlu suyun buluştuğu ender noktalardan birindeyim.

 
Akşam 19.30’a kadar çekilmeyen güneşin altında günü değerlendirip akşam yemeği için Liman tarafına, Köşk restorana geçiyorum.


Bu mevsimde taze balık bulmak ne mümkün ama burada en taze haliyle levrek, tekir, çipura, kalkan gibi pek çok balık alternatifi var.
Siz de Kıyıköy’ü ziyaret etmek istiyorsanız TEM Karayolu’nun Çerkezköy Gişeler çıkışını takip edip Çerkezköy çevre yolundan Kapaklı beldesine, oradan Büyükoncalı’ya gelip Saray ilçesine ilerlemeniz gerekiyor. Buradan sonra Kıyıköy tabelaları sizi bu şirin kasabaya ulaştırıyor.


Bol keyifler J
Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral
Facebook:  Hülya’nın Valizi

Masal gibi Bozcaada


Bozcaada deyince şüphesiz pek çoğumuzun yüzüne bir gülümseme yerleşiveriyor. Şarap, balık, deniz, kum, gelincik şerbeti, domates reçeli derken şehir hayatında kolay bulamadığımız, gürültüden ve trafikten uzak, rüzgarı püfür püfür esen, peşinen güzel geçecek bir tatil canlandırıyoruz zihnimizde.


Ada bence kışın soğuk ayaz günleri haricinde her mevsim ziyaret edilebilir. (Daha önce yazdığım 'Rüzgarın Kanatlarında Bozcaada' yazısı size ilham verip valizi toparlamanızı sağlayabilir. :) http://narcekirdekleri.blogspot.com/#!/2010/11/ruzgarin-kanatlarinda-bozcaada.html )

Geçen yıl Bozcaada'ya Temmuz’da gidip ‘Nasıl geçti?’ soruma ‘Sokakta yürürken birinin koluna değmeden geçmen mümkün değil’ cevabını veren arkadaşımın uyarılarını dikkate alarak 15 Haziran’dan sonra iğne atsan yere düşmeyecek Ada’yı Haziran başında ziyaret ettim.



Dedim ya Bozcaada her mevsim güzel, her mevsim masal gibi ama gündüz bunaltmayan gece de hafif esintisiyle rahatlatan mevsimde gidilirse tadından yenmiyor.

Ada’ya iner inmez ilk işimiz yürüme mesafesindeki otelimize yerleşmek oluyor. Seçenek çok fazla ama ben bu sefer farklı bir otel denemek istediğimden gitmeme birkaç gün kala Panorama Otel’den yer ayırttım. Sezon başlayınca bu otelde yer bulmak pek mümkün olmuyor çünkü aylar öncesinden rezervasyonlu gelen, pek çoğu daha önce otelde konaklamış misafirleri ağırlıyor otel.


Sahibi Handan Hanım doğma büyüme Bozcaadalı, Selanik göçmeni ailesi ve akrabalarıyla kış aylarında Çanakkale’de sezon yaklaşınca da 23 Nisan'dan itibaren Ada’da yaşıyor. Eşi Ayhan Bey sizi Ada’ya ulaştıran feribotun kaptanı.  Kaptanlık dede mesleği, şimdi çocukları Batuhan da kaptan olmak için eğitim almaya hazırlanıyor.



Kendileri için yaptıkları evin odalarında birbirlerini bulamayınca 9 odanın kendilerine fazla geldiğini düşünüp butik otele dönüştürelim diyorlar. Çok da iyi yapıyorlar çünkü modern tasarım objelerle ve Handan Hanım’ın Kıbrıs Harekatı sırasında Ada’yı terk etmek zorunda kalan Rum komşularından kalan dekoratif eşyalarla süslenen otel, odalarında sahibinin zarif zevkini de barındırıyor.


Her odanın farklı bir rengi, ona göre de seçilmiş şahane tabloları var. (Bir dahaki sefere hangi odada kalmak istediğimi önceden söyleyebilmek için nerdeyse tüm odaları dolaştımJ ) Tablolar Çanakkale’li veya Ada’da yaşayan ressamlardan alınmış.

Koklaya koklaya kahvaltı
Yorgunluk kahvesinin yanında damla sakızlı kurabiye ikram ediliyor. Ardından gelen kahvaltı anı güne daha bir enerjik başlamamızı sağlıyor. Koklaya koklaya yediğimiz (ve çok sevdiğim) incir reçeli, gelincik reçeli, domates reçeli, üzüm reçeli Handan Hanım’ın elinden çıkma. Bozcaada Kalesi manzaralı serin terasında anın keyfini çıkarıyoruz.


Kahvaltıdan sonra planımız önce kısa bir Ada turu yapıp ardından Ayazma Koyu’na doğru yola çıkmak. Ayazma Koyu’na hemen meydandan 5-10 dakikada bir kalkan dolmuşlarla da ulaşabiliyorsunuz, arabanızla da. Dolmuşla gelirseniz benim gibi Trakyalı kızan (Trakya’da erkek çocuklarına kızan, kızancık deniyor) 2. Sınıf öğrencisi Sedat’ın sıcaktan ve sırtındaki çantadan bunalıp ‘Sıkıldım beahh’ diye trip atmasına şahit olabilirsinizJ

Ayazma Koyu Plajı

Yaklaşık 7 kilometre sonra ayaklar altına serilen mavi örtüyle içiniz açılıyor. Alabildiğine uzun ve geniş plaj ile plajın üstünde yemek yiyip bir şeyler içip serinleyebileceğiniz Koreli, Paşa, Ali Baba, Vahit’in Yeri, Thenes gibi restoranlar mevcut.


Çınaraltı’nda damlasakızlı kahve, şarapevlerinde şarap tadımı
Güneşi sonuna kadar değerlendirip Ada’nın merkezine geri dönüyoruz. Çınaraltı’nda damlasakızlı Türk kahvesi içip Çamlıbağ, Talay, Ataol ve Corvus şarapevlerini dolaşıyoruz.  Birkaç şarap denedikten sonra hediye aldığımız şişelerle otele dönüyoruz.


İstiklal Sokağı’nda kadeh tokuşturmalara eşlik
Akşam yemeği için her bütçeye uygun restoran bulmanız mümkün. Limanda daha çok balık mezeleriyle ve deniz ürünleriyle ünlü restoranlar bulunuyor.


Rum Mahallesi’ne doğru ilerlediğimizde İstiklal Sokağı’nda Sandal, Lodos, Güverte, Battı Balık, Simyon gibi şirin ve insana Ada’da olduğun hissini veren restoranlardan gelen kadeh tokuşturmalarına eşlik etmeye karar veriyoruz. Fiyatlar nerdeyse her restoranda aynı.


Tatlı olarak hafif bir şey yemekte fayda var deyip hemen Çiçek Pastanesi’nin dondurmasından alıyoruz.



Kaleye doğru kıvrılıp Eyvah Eyvah filminde Hüseyin’le (Ata Demirer)  Müjgan’ın (Özge Borak) birbirlerine aşklarını itiraf ettikleri sahnenin çekildiği sahil çay bahçesinde  oturup denizin dibinde keyif yapmayı düşünürken bir  düğüne denk geliyoruz. Çok bekledik ama Aman Melekem, Bu Fasulye gibi filme mal olmuş şarkılar çalmadıL J


Akşamı erken bitirmek olmaz, otelimize dönüp karşımızda Bozcaada Kalesi, gökte sayısız yıldız ve esen rüzgarla şaraplarımızı yudumladık.  


Sabah çiçeklerle süslü kahvaltı masamızda bu sefer tahinli-zencefilli kurabiye ikram ediliyor. Kurabiyeler de reçeller gibi ev yapımı.
İncir, ayva, domates ve üzüm reçeli

390 balayı çiftinin neden bu oteli seçtiğini otelin kahvaltısına bağlamak yanlış olmaz. Hatırlatmakta fayda var, Handan Hanım bahçesindeki dilek ağacına bekarken dilek dileyenlerin sonraki yıl evlenerek geldiğini söylüyor. J

Panorama Otel dilek ağacı

Otelden çıkıp Bozcaada Kalesi’ni görmeye gidiyoruz. Ada’ya buradan bakınca bir kez daha aşık oluyorsunuz.



Kalenin içini, surları, artık bakımsızlıktan tek tük kalmış amfora, top arabası ve topları,  fotoğraflayıp Ada Cafe’nin ünlü gelincik şerbetini içmeye gidiyoruz.



Ardından yine Ayazma Koyu’na gidiyoruz çünkü henüz Habbele ve Sulubahçe plajları sezonu açmamış.


Denizden döndüğümüzde Ada’nın ara sokaklarında girmedik nokta bırakmıyoruz. Bozcaada haritada Türk Mahallesi ve Rum Mahallesi diye ikiye ayrılıyor ama Ada halkı birbirine sıkı sıkı bağlanmış, yıllardır komşuluk ilişkilerini zenginleştirerek, birbirlerinden övgüyle söz ederek sürdürüyorlar.



Açık söylemek gerekirse balkonlarından çiçekleri sarkmış, taş evinin önünü ve cumbalarını saksılarla gökkuşağına çevirmiş sokaklarıyla Rum Mahallesi’ni daha çok seviyorum. Türk Mahallesi’ndeki evler de çok şirin ama yaşam belirtisi veren evler çok az..Sokakları fazlasıyla sakin.


Bozcaada Müzesi’ni ve kiliseyi görüp, Çiçek Pastanesi’nin ünlü damla sakızlı kurabiyesinden aldıktan sonra Polente’ye soğuk bir şeyler içmeye oturuyoruz.


Polente mavi-beyaz dış cephesi ve sandalyeleriyle insanın içini açıyor ve terasında mükemmel bir manzara sunuyor.


Güneşin batmasına 1 saat kaldığını fark edip elimizde kadehler ve şaraplarımızla günbatımını izlemek ve fotoğraflamak için Polente Feneri’ne yani Rüzgar Gülleri’ne  doğru yola çıkıyoruz. Mükemmel bir an, mükemmel bir kare..Bizim gibi pek çok araba ve 1-2 dolmuş da bu anı kaçırmamak için Polente’de buluşmuş.



Ve artık Ada’dan dönme vakti. Feribotun yanaşmasını beklerken yaz sonunda yeniden gelmeyi umud ederek, elimde mor gevenlerle veda ediyorum Bozcaada’ya.

Unutmadan; dönüşte Çanakkale'den Eceabat'a kalkan feribotu beklemeniz gerekirse iskelenin karşısındaki Truva Helvacısı'ndan kızarmış peynir helvası almayı, vaktiniz varsa dondurmayla tatmayı unutmayın:)
Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral












 

İZMİR'İN NAZAR BONCUĞU: NAZARKÖY



Nazara inanır mısınız bilmem ama özel günlerde, bebek doğduğunda, düğünlerde, yeni ev veya araba alındığında üzerinde nazar boncuğu taşımanın nazarı ve kötü enerjiyi çektiğine inanan bir gelenekten ve kültürden geliyoruz.
İzmir’in Kemalpaşa ilçesi’ne bağlı bahsetmeden geçemeyeceğim bir köy var ki yıllardır elimize ve gözümüze değen nerdeyse her nazar boncuğu burada üretilmiş.


Asıl ismi Boncukköy olan NAZARKÖY, yemyeşil bitki örtüsü üzerine açmış rengarenk çiçeklerin yarattığı muhteşem görüntünün yanı sıra binbir çeşit nazar boncuğunun eşsiz renkleriyle adeta bir seramoni sunuyor.


Nazarköy’e ulaşım oldukça kolay. Kemalpaşa’ya geldikten sonra 5 kilometre ilerleyip sağa döndüğünüzde köyün meydanında buluyorsunuz kendinizi.

Sıra sıra dizilmiş kütük ev şeklindeki dükkanları geçip Boncuk Kafe’deki boncuk atölyelerine doğru ilerlediğinizde, sabahın erken saatinde boncuk ocağı denen fırının başına oturmuş gün batımına kadar ateşi sönmeden yanacak ocağın etrafında el emeğini sanata dönüştüren, bizi o büyüleyici mavi, beyaz, sarı rengin karışımıyla buluşturan boncuk ustalarıyla karşılaşıyorsunuz.   


Boncukların hammaddesi hurda cam. Ocakta eritilen hurda camlar bir çeşit boya ve kobalt, bakır, kurşun, metel gibi maddelerle karıştırılarak istenen şekil ve tasarım uygulanıyor. Ocağın sürekli aynı ısıda kalması için reçine kullanılıyor. Soğuk kış günlerinde işe yarayan ocağın İzmir’in bunaltıcı sıcağında da durmadan yandığını öğrenince boncukların değeri daha da artıyor gözümde.


Nazarköy’deki boncuk ustalarının ve köy halkının sıkıntısı Çin işi, seri üretim, plastik nazar boncuklarının ucuz maliyeti dolayısıyla daha çok tercih edilir olması ve tek tek üretilen hakiki cam nazar boncuğu siparişinin gitgide azalarak yok olmaya yüz tutması. Şimdilerde iki ocakla ayakta kalmaya çalışan köy halkı hem bu el sanatının yok olmasını hem de küresel ekonomideki değişimin yereldeki etkilerini üzülerek izliyor..
Yazı: Hülya Meral

GURMEBÜS FENER VE BALAT İÇİN KALKTI


Gurmebüs bu sefer Fener- Balat için kalktı. Sirkeci’deki muazzam geziden sonra katıldığım 2. gurme turuydu bu.


Henüz duymayanlar için özetlemem gerekirse;  1957 model pastel pembe-maviye boyanmış, beyaz deri koltuklu Mercedes marka otobüs, yani Armada-Gurmebüs ile belirlenen bir semte gidiliyor. Seçilen semtteki 7 lezzet durağı saptanıp 7 esnaf lokantasının yolu tutuluyor. 28 kişilik Gurmebüs ile yıllardır damaklarda yer etmiş ama lokal kalmış lezzetler herkese tanıtılmış, bilinirliği arttırılmış  oluyor.


Bu hafta Gurmebüs ve Armada Otel ekibiyle birlikte Fener ve Balat’ın ara sokaklarını, saklı kalmış lezzet noktalarını keşfettik. Düşünün ki bardaktan boşanırcasına yağan yağmur bile bizi durduramadı..:)



Unutmadan; Gurmebüs turlarında her şey tadımlık yeniyor aksi halde her yediğinizden birer porsiyon alırsanız son birkaç noktaya yeriniz kalmayabilir.  



İlk durağımız Kariye Müzesi yanındaki 30 yıldır hizmet veren Asitane Restoran.


Burada hums lokması, lor mahlutu, fava ve dövme hıyar taratorunun tadına bakıyoruz.


Aralarda narçiçeği şerbeti ve tadına bayıldığım kanela (tarçın) şerbeti ile ferahlıyoruz. Aşçımızdan şerbetlerin sırrını öğrenmeye çalışıyoruz ama ser veriyor sır vermiyor. :)

Restorandan ayrılırken ‘diş kirası’ adı verilen ayva reçeli hediyemizi alıp Kariye Müzesi’nin önünde müze ile ilgili birkaç bilgi dinledikten sonra ara sokaklara dalıyoruz.  




Sokaklardan birinde İffet dizisinin bir çekim sahnesine rastlıyoruz. Bir evin camında bize poz veren çakır gözlü Roman kızını fotoğraflıyoruz. Mahalleye fotoğraf çekmeye gelenlerin çokluğundan olsa gerek pencerelerden bakan her genç kız fotoğraflarının çekilmesine alışmış, doğal olarak poz veriyor zaten..




Kürkçü Çeşmesi Sokağı’nda ilerleyip çıfıt çarşısı girişindeki Fetih İşkembe Salonu’na geliyoruz. Buradaki lezzetimiz 'işkembe çorbası.' Çocukluğumdan beri ‘işkence çorbası’ adını verdiğim çorbadan denemek istesem de yiyemiyorum, onun yerine kokoreç’in tadına bakıyorum. 



 
Menüde yoktu ama bazılarımız vitrindeki ‘zerde’nin görünümüne dayanamayıp çorba veya kokoreç yerine tatlı yemeyi tercih ediyor.

İkinci durağımız Balat Turşucusu. Pancarın lahana, salatalık ve eriğe verdiği kırmızı renge, serpiştirdiğim pul biber ayrı bir renk ve lezzet katıyor.

Üçüncü durak 1923’ten beri hizmet veren, taş fırında pişmiş galetalarıyla ve peksimetleriyle ünlü Evin Unlu Mamülleri.

Fırının ilk sahibi o zaman Fener’de de yoğun olarak yaşayan Rumlarmış. 1960’a kadar genellikle Rumlardan oluşan komşularına galeta pişirir, mutlu mesut yaşarlarmış.

Sonra Fener ve Balat'ta durulamaz hale gelmiş, semt sakinleri, ülke veya semt değiştirmek zorunda kalınca ev ve işyerlerini Anadolu'dan gelenlere devretmiş.

Karabüklü Mehmet Evin, Anadolu'dan gelenlerden biri.  Rumlardan devraldıkları taş fırını şimdi ikinci nesil işletiyor. Fırında o kadar çok galeta pişiyor ki İstanbul’un çeşitli semtlerine de gönderiyorlar. 


Bir sonraki durağımızsa Fırın Kabuğunda Köfte. Sahil yolunda hemen Bulgar Kilisesi’nin karşısındaki restoran 3 katlı ve muhteşem bir manzarası var.

Burada ‘tükrük köfte’ ve ‘kaşarlı köfte’ yiyoruz. Özellikle kaşarlı köfteye bayılıyorum. Köfteler fındık kabuğundan oluşturulan farklı bir kömür ile pişiriliyor, lezzetini buradan alıyor olsa gerek..


Yağmurun hız kesmesini bekliyoruz ancak boşa. Gittikçe şiddetini arttırıyor ama bizi kimse durduramıyor. Kendimizi Balat Kültür Evi’ndeki Cafe Vodina’da buluyoruz. Islak şemsiyelerle içeri girdiğimizi gören garsonlar hemen çay ikram ediyor. Biraz ısınıyoruz hem de evhanımlarının elinde hazırlanmış ‘mantı’ ve ‘karalahana dolması’nın gelmesini bekliyoruz.



 Vodina Caddesi üzerindeki ikinci dereceden tarihi eser olan üç katlı, cumbalı, klasik Balat mimarisinin örneklerini görebileceğiniz Kültür Evi’nin çok şirin bir bahçesi var.


İstanbul Valiliği İl Özel İdaresi ve Fatih Belediyesi ile yapılan bir protokolle restore edilerek 2010 yılı şubat ayında Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu’na teslim edilen Kültür Evi’ndeki Cafe Vodina’da evhanımları çalışıyor. Herşey günlük ve taptaze. Hanımlar kahvaltı konusunda iddialılar..




 Ve son durağımız Kültür Evi’nin 100 metre ilerisindeki Hotel Daphnis.


Haliç kıyısında, Fener Rum Patrikhanesi’nin hemen yanında açılan ilk butik otel olan Daphnis, mimar Defne Keskin’in 115 yıllık bir Rum evini aslına uygun olarak restore edip turizme açmasıyla ortaya çıkmış.



Burada taze demlenmiş çay eşliğinde ‘tulumba tatlısı’ yiyoruz. 






Daha görecek çok yer, tadacak pek çok lezzet vardı kuşkusuz ama bu seferlik bu kadardı.

Fener- Balat tarafına yolunuz düşerse siz de bu noktalara uğrayabilir, Tekfur Sarayı, Kariye Müzesi, Fener Rum Erkek Lisesi ve ünlü Kaşıkçı Elmasının tesadüfen bulunduğu Eğri Kapı’yı görebilirsiniz.



Keza ben yağan yağmura rağmen akşamı Cibali Balıkçısı'nda ediyorum.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral