blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

SEYAHAT SOHBETLERİ- UGANDA- SEDA MEŞELİ

 
ODTÜ'de Psikoloji okuyordun, 22 yaşındaydın. Fransızca dersleri vererek biriktirdiğin parayla Uganda'ya gitmeye karar verdin. Nasıl gelişti, bahseder misin?
 
Afrika’ya karşı hep bir merakım vardı, dolayısıyla Afrika’ya gitmek hep aklımdaydı. Üzerine okuyor, yazılmış blogları takip ediyor, hayal kuruyordum. Sonra bir gün “Neden gerçekleştirmeyeyim ki bu isteğimi?” diye düşündüm, ama bu sefer sadece seyahat etmek yerine gönüllü olarak da çalışmayı kafama koymuştum.
 
En başlarda aklımda hangi ülkeye gideceğime dair bir fikir yoktu, gönüllük sitelerini incelediğimde Uganda çıktı karşıma. Hem güvenli bir ülkeye benziyordu hem de benim gideceğim vakit kuru mevsime denk geliyordu, yani hava şartları olumluydu. İnternette Uganda’yı araştırdığımda üzerine pek bir şey bulamamam beni daha da çok heyecanlandırdı ve gitmeye karar verdim. Çevremin tepkisiyse çok olumlu oldu, ailem ve arkadaşlarım beni çok desteklediler ve bloğuma yaptıkları yorumlarla motivasyonumu hep en yukarıda tuttular.
'Ne yapacaksin Afrika'da, orada yamyamlar var!' yorumlarına aldırmadın. Ne kadar süre kaldın?
Afrika’da 2 ay kaldım, gönüllü olarak çalıştığım köyde ise (Kisiita’da) 1 buçuk ay kaldım. Diğer 15 gün boyunca ise Kenya’yı gezdim.


"AFRİKA HAKKINDA O KADAR GÜÇLÜ ÖNYARGILARIMIZ VAR Kİ ORANIN GÜVENLİ OLABİLECEĞİNE İNANAMIYORUZ"
Senin yaşında biri genelde daha güvenli, daha konforlu bir ülkeye gidip modern hayatın, eğlencenin içinde olmak ister. Giderken güvenlik, sağlık, yiyecek gibi konularda sıkıntı yaşayan bir ülkeye gidiyor olmak seni ürkütmedi mi? Hep böyle cesur muydun?
Benim yapımda var sanırım, öyle çok konfor, çok lüks olunca rahatsız oluyorum. Beş yıldızlı otellerde gerçekleştirilen tatiller bana pek cazip gelmiyor. Güvenli olması önemli tabi ama Afrika hakkında o kadar güçlü önyargılarımız var ki oranın güvenli olabileceğine bir türlü inanamıyoruz. Ben gideceğim yerde herhangi bir güvenlik sorunu olmadığını önceden biliyordum. Onun dışında aşılarımı yaptırdım, sivrisineklere karşı da her akşam sivrisinek kovucu sprey sıktım. Yiyecekse hiç sorun değildi, sonuçta oradaki insanlar ne yiyorsa onu yemeye hazırdım.
Aslında bana cesur diyorlar da bu seyahati gerçekleştirdiğim ben, hala cesur olduğumu düşünmüyorum. Orası da dünyanın bir köşesi, orada da bizim gibi insanlar var, neden oraya gitmek ayrıca bir cesaret gerektirsin ki? Oraya gittiğimde bir sürü Avrupa ülkelerinden gençle tanıştım, benim gibi gönüllü çalışmaya gelmiş, tamamen kendi isteğiyle.. Onlara “Türkiye’de neredeyse bir kahraman olarak anıldığımı” söylediğimde onlara çok garip geliyordu bu durum.
"SARI HUMMA VE HEPATİT A AŞISI YAPTIRMAK GEREKİYOR"
Gitmeden önce sıtma, sarı humma aşısı yaptırmak gerekiyor mu? Nasıl bir süreç işliyor? Bazı ülkelerde 6 ay öncesinden başlayıp her ay 1 kez aşı olmak gerekiyor, Uganda için durum nasıl?







Sıtma aşısı yok. Sarı humma ve Hepatit A aşısı yaptırmak gerekiyor. Ben de sarı humma aşısı oldum (Hepatit A geçirmişim küçükken). Sıtmadan korunmak için bana antibiyotik verip her gün içmemi söylemişlerdi. Ama her gün antibiyotik almak sakıncalı bir durum olduğundan ben sadece sivrisineğe karşı sprey sıkmakla yetindim. Zaten kuru mevsimde olduğumuzdan çok büyük bir risk de yoktu. Sonuçta da ciddi bir sağlık sorun yaşamadım.


URUGUAY DEĞİL UGANDA
 
Uganda'ya Brüksel aktarmalı gittin? Yolculukta herhangi bir sıkıntı yaşadın mı? Pasaport geçiş noktasını anlatabilir misin?
Brüksel aktarmalı gittim, Brüksel’de havaalanında transit bölgede kalarak Uganda uçağına bindim sonrasında. Belçika vizesi almak istemediğim için -hem bir gün vardı iki uçuş arasında hem vize alma süreci çok yorucu bir süreç hem de çok pahalı- Yalnız Türkiye’den Brüksel uçağına binerken Brüksel’den “Uruguay” a uçuş yokmuş diyerek geçirmek istemediler beni. Yok diyorum Uruguay değil, Uganda. Bayağı vakit aldı araştırıp soruşturup beni kontrol noktasından geçirmeleri. Daha sonra Brüksel’de havaalanında takıldım, ev yapımı sandviçlerimi yedim, kitap okudum ve bir gün beklediğim Uganda uçağımı kaçırayazdım. Ama sonrasında sağ salim uçağıma ulaştım işte.

Gittiğin andan bahsedebilir misin? Nerede konakladın? Kimlerle tanıştın? Sana nasıl davrandılar?
Uçakta şimdi eşim o zamanlar erkek arkadaşım olan Xavier ile buluştum, o Belçika’dan binmişti uçağa. İnternetten http://pigmelerledans.blogspot.com/ adresinde yazan ve Uganda’da yaşayan Meltem Yaşar’la irtibata geçtim. Hatta gitmeden önce irtibata geçtiğim sivil toplum örgütünün yerine bir bakıp bakamayacağını sormuştum. Şans eseri yerleri Meltem’in evinin hemen yakınında çıktı. Gitti, konuştu, fotoğrafını gönderdi. Sonrasında birkaç gün nerede çalışacağım belli olana kadar onun evinde kaldık. Sağolsun bizi tanımadan evini açtı. Bence Türk olmanın avantajlarından biri bu. Uganda’da bile olsa bir Türk bulursan emin ol sokakta kalmazsın. Yurt dışına pek çıkmadığımız için Türkler arasında hemen bir arkadaşlık bağı, yardımlaşma oluyor yurtdışında bir ülkede.
 
Çalışacağın yeri nasıl organize ettin?
Bir sivil toplum örgütü yönlendirdi beni, şehirde yer yokmuş seni köye göndereceğiz dediler. Ben de hayhay dedim, zaten ben de kırsal bir bölgede çalışmak istiyordum.
"ORTADA OLAN TEK ŞEY SINIFTI. DEFTER, SIRA, TAHTA HİÇBİR ŞEY YOKTU"
Derslerde neler yapıyordunuz, hangi şartlarda eğitim verdin?
Genelde drama dersleri veriyordum. Drama dersleri ile onlarla iletişim kurmaya, onları anlamaya çalıştım. Ortak bir dil yaratmaktı amacım. Kendilerini ifade etmeleri, yaratıcı olmaları için teşvik etmeye çalışıyordum genel olarak. Türlü türlü oyunlar oynadık. Hayal kurduk, konuştuk, anlattık, paylaştık. Çok eğlendik birlikteJ Bir süper kahramanlar oluyorduk, bir doğaç yapıyorduk, sonra müzik yapıyorduk, resim çiziyorduk.. Doğada yapıyorduk çalışmaları, hava mis gibi, geniş, yemyeşil alan var, saatlerce oyunlar oynuyorduk dışarıda. Benim verdiğim dersler beden eğitimi diye geçiyordu, çocuklar sabahın köründe odamın kapısında belirip “Madam Seda beden eğitimi var mı bugün?” diye soruyorlardı...
Yine benim okuldakiler şanslıydı, oturacak sıraları, yazacak tahtaları vardı, her ne kadar kimi zaman sınıfların kapı ve pencereleri olmasa da. Ama bir kez bir okula gittik ziyarete, orada yaşanan tam bir sefaletti. Ortada olan tek şey sınıftı. Defter, sıra, tahta vs. hiçbir şey yok. Sadece öğretmen ve öğrenciler.. Onlar da yerde yapıyorlar dersi. Sonra birden çalıştığım okul Esukanesi gözüme iyi görünmeye başladı, dedim meğer biz ne zenginmişiz J
 
"KURAKLIK ! BU SORUN ÇOCUKLARI ÇOK KORKUTUYORDU" 
 
Drama derslerinde örnekledikleri karakterlerden onların dünyalarına girme, onları daha yakından tanıma fırsatı yakaladın. En çok neyi önemsiyorlar ? 
Uganda’ya gitmeden önce drama aktiviteleri vardı kafamda, kitaplar taşımıştım yanımda ama Ugandalı çocuklara hitap eder mi kestiremiyordum. Sonuçta hiç beklemediğim bir performans yakaladım! Ne düşünüyorlar, dertleri tasaları ne, ne arzuluyorlar hemencecik dökülüverdi dersler sırasında. Benim hiçbir şey sormama gerek kalmadı. Örneğin bir sorun bulmaları ve bu sorun üzerinden bir doğaç oluşturmalarını istediğimde hemen her doğaçta “kuraklık” sorunu çıkıyordu. Bu sorun çocukları çok korkutuyordu, ya yağmurlar durursa da bir şey yetişmezse, aç kalırız diye. Orada doğa kurallarının çok farkındalar çocuklar, doğayla birebir ilişki halindeler.
"DENİZ VE KAR’IN NE DEMEK OLDUĞUNU İFADE ETMEM ÇOK ZOR OLDU"
Ülkelerinde hiç görmedikleri için 'deniz' ve 'kar'ın ne demek olduğunu tarif etmem çok zor oldu. Deniz veya kar resmetmelerini istediğimde çok farklı şeyler çizdiler.

Derslerde İngilizce konuşuyordunuz? Çocuklarla arandaki iletişim nasıldı? Örneğin onlar sana İngilizceden sonra kullanılan ikinci dil Svahili dilini, sen de onlara Türkçe öğretmeyi denediniz mi?
Evet ingilizce konuşuyorduk. Onların ingilizcesi biraz değişik yalnız, koloni oldukları zamandan kalma bir ingilizce. “I should go” diyeceklerine “I should vacate” diyorlar mesela, böyle kimi zaman artık günümüz İngilizcesinde kullanılmayan kelimeleri kullanıyorlar. Bir de her kelimenin sonuna “i” ekliyorlar. “rabit” değil de“rabiti”, “flower” değil de “floweri” gibi. Önceleri biraz birbirimizi anlamakta zorlandık ama sonra alıştık bir şekilde.
Anaokulu yaşındakilerle hiç anlaşamıyordum. Çünkü orada çocuklar ingilizceyi okulda öğreniyorlar, yoksa kendi aralarında, aileleriyle “lugandaca” konuşuyorlar. Benim köyümde svahili değil de lugandaca konuşuluyordu. Ben Türkçe öğretmedim. Onlar bana Lugandaca öğretmeye çalıştılar. Hatta kalem ve kitap kelimeleri hatırladığım kadarıyla onların dilinde de aynıydı, bayağı şaşırmıştım. J

"KİSİİTA'YA 1960'LARDAN SONRA GİREN İLK BEYAZ BENDİM"
Beyaz olduğun için sıkıntı yaşadın mı? Muzungu diyorlar değil mi beyazlara?
Beyaz olduğum için her yerde ilgi çekiyordum. Ama Kisiita’da çok daha fazla çünkü oraya 60’lardan sonra giren ilk beyaz bendim! Drama aktiviteleri sırasında bir şey anlatırken bir bakıyordum bazen bir çocuk çaktırmadan saçımı eline almış inceliyor. Birini dikkatle ayak parmaklarıma bakarken buluyordum mesela. Çok merak ediyorlardı benimle ilgili her şeyi. Çocuklar sürekli Türkiye’yle Avrupa’yla ilgili sorular soruyorlardı. Daha yaşı büyük olanlar “Nasıl Avrupa’ya gidebilirim?” eksenli sorular soruyorlardı. “Bana Avrupa’ya gitmek için maddi olarak destek ol” diyenlerin sayısı da az değildi. Veli toplantısında bir anneanne, torununu Türkiye’ye götürmemi istemişti şakayla karışık. “Muzungu”san, yani beyazsan, kesinlikle çok paran olduğunu düşünüyorlar orada. Eh bunu da anlamak çok güç değil aslında..
"PEYNİR ALMAK İÇİN İKİ SAATLİK YOL GİTMEK ZORUNDA KALDIM"
Bazı yerlerde elektriğin sık sık kesildiğini, peynir almak için iki saatlik yol gitmek zorunda kaldığını, çoğunlukla kuru fasulye yediğini biliyorum. Neler yedin içtin?
Hep fasulye hep fasulye. Bir de ‘matooke’ yani pişirilebilen bir muz türü. Bir de unla yapılan ekmeğe benzer bir şey daha. ‘Jake fruit’ vardı, kocaman bir meyve mayhoş bir tadı var. Ananas ve tutku meyvesi yiyordum arada bir de. Ama kuru mevsimde olduğumuz için pek meyve bulamıyordum. Hep aynı şeyi yiyorduk, kuru fasulye. Farklı birşey yemek için hafta sonunu beklemem gerekiyordu, o zaman en yakındaki kasaba olan Masaka’ya gidip bir öğün de olsa farklı bir şeyler yiyebiliyordum. Bir de ben peyniri çok severim ama orada peynir üretilmiyordu ve Masaka’da yalnızca bir bakkalda bulabiliyordum peyniri. Kaldığım köydeyse elektrik ve dolayısıyla buzdolabı olmadığından hiçbir şey saklayamıyordum. Bir gün peynir almak için iki saatlik yol gitmek zorunda kaldım. Dolayısıyla kurufasulyeye tabii kaldım bir buçuk ay boyunca.

"SITMADAN HAYATINI KAYBEDEN ÇOCUKLAR, BEBEKLER VARDI"
Kisiita'dan çok etkilendiğini okudum? Neler deneyimledin orada?
Sıtmadan hayatını kaybeden çocuklar, bebekler vardı. Yediklerinin zengin olmaması en büyük sorunlardan biriydi. Kimi çocukların kafalarında vücutlarına yeterince vitamin alamamaktan dolayı yaralar oluşmuştu. Aids olan çocuklardan bahsediliyordu ama ben benim okulumda şahit olmadım.
Bir kez de benim ayak parmaklarıma elma kurdunu andıran kurtçuklar girmişti. Parmaklarım şişmeye başladı. Neyse ki daha önce buna tanık olmuşlardı ve öğretmenler aletleriyle ayağımdaki parazitleri hemen çıkardılar. Tozdan oluyormuş meğer, pislikten. Daha sonradan tekrar girdi ama ben de artık daha büyümeden nasıl çıkarıldığını öğrenmiştim. Gerçi bu AIDS, sıtma gibi hastalıkların yanında hiç büyük bir sorun değil. Ama o zaman gerçekten korkmuştum.
"KİSİİTA’DA İNSANLAR DOĞA KURALLARINA BİRİNCİ DERECEDEN BAĞLILAR"
Kisiita’da insanlar doğa kurallarına birinci dereceden bağlı olarak yaşıyorlar. Yağmur yağmazsa, ekinler büyümez bu kadar basit. Doğanın dengesinin bozulması halinde ilk olarak etkileneceklerinin farkındalar. Bu röportajı okuyanlardan bir rica: Ne olur tükettiklerinize dikkat edin, attığınız adımların dünyaya olan etkisini aklınızdan çıkarmayın. Dünyanın bir yerinde doğanın dengesinin bozulmasıyla oluşabilecek olumsuzlukların sonuçlarıyla bizden önce yüzleşeceklerin olduğunu unutmamak gerek.
Uganda diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi AIDS dolayısıyla kayıp veren bir ülke..
Onlar AIDS hakkında çok fazla şey biliyorlardı, sonuçta günlük yaşamlarının merkezinde bir olay. Uganda AIDS oranını düşürme konusunda Afrika’ya örnek olacak bir ülke. 1990’lı yıllarda hem devletin hem de sivil toplum örgütlerinin çabalarıyla AIDS’e karşı bilgilendirme kampanyaları başlatılmış ve bu kampanyalar sonucunu vermiş. Örneğin 1991’de yetişkinlerin yüzde 15’i HIV virüsüne yakalanmışken şu anda yetişkin nüfusun yüzde 6.5, çocuk nüfusunun ise 0.7 oranında bu virüsü taşıdığı düşünülüyor. Bu da Afrika standartlarında oldukça iyi.
Tüm seyahatin boyunca ne kadar harcadın?
2 bin TL harcadım, bilet, vize her şeyi dahil.
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi

 
 

AŞIKLAR SOKAĞI


 
Kumbaracı Yokuşu’ndan aşağıya doğru inip sağa kıvrıldığınızda sessiz bir sokak karşılıyor sizi. Seher Yıldızı Sokak..

 
Önünde Ekvator bayrağının bulunduğu konsolosluk binası ve kulağınızda sizi aşağıya doğru çağıran güzel tınılar..

 
Müziğin geldiği yere doğru ilerlediğimde grafitilerle renklendirilmiş  duvarlar ve hiç kimsenin yaşamadığını düşündüğüm, terk edilmiş gibi duran iki katlı, cumbalı, gül kurusu boyalı bir ev ile karşılaşıyorum.
 
Evin önüne geldiğinizde müziğin buradan geldiğini anlıyorsunuz, kapının üzerinde ufak bir hoparlör. Gerçekten birilerinin yaşayıp yaşamadığından emin olamıyorum çünkü  içerde parti varmış gibi eğlenceli sesler de geliyor.

Kapıya yaklaştığımda Konsolosluk antetli kağıda üç ayrı dilde yazılmış sevimli nota şaşırıyorum.
 
‘GENÇLER BU MÜZİK SİZİN MÜZİĞİNİZ’…diye başlayan kısa yazı ‘SİZİ KORUDUĞU GİBİ SİZ DE ONU KORUYUN’ diye sonlanıyor.

Meğer bulunduğum yere aynı zamanda Aşıklar Sokağı diyorlarmış.
 


Bu bina bana nedense İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar isimli kitabındaki Rafael’in evini çağrıştırdı. Bu yıkık dökük, bakımsız, kapıları kilitli evin mülk sahibi kimdir bilmiyorum ama sokağı tıpkı Galata’daki gibi şirin cafelerle mecazi ismine yakışır şekle getirme fikri hiç de fena değil;)
 


Hülya Meral

Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi

KOLOMBİYALI MİSAFİRLERİM VE MİNİATÜRK


 
Geçtiğimiz günlerde Kolombiyalı misafirlerimi ağırladım.

Akşam Circ De Soleil’i izleyecekleri için gündüz onları Boğaz’da gezdirdim ardından pek çoğumuzun yaptığı gibi Taksim’e getirdim. Taksim Meydan’dan tramvayı göstererek başladığımız gezimiz Meydan’ın girişinde hemen sağ tarafta bulunan binanın ne olduğunu sormalarıyla heyecanlı bir hale büründü.

Heyecanlıydı, çünkü sordukları binanın önünden yüzlerce kez geçmeme rağmen o kalabalıkta kafamı çevirip de kendisine bakmaya bir kez bile yeltenmemişim. (İtfaiye binası olduğunu zihnimin derinliklerinden çıkarmaya çalıştım ama emin olmadığım için bir şey söylemedim) ‘Sanırım 19. Yy.a ait bir bina ama ismini bilmiyorum’ derken hemen önündeki ‘çeşme’ye benzer bir tarihi kalıntının ne olduğunu sordular. Daha da eğlenmeye başladık. Çünkü O da daha önce hiç fark etmediğim bir kalıntıydı.

Tam içimden yahu ben onlara Sn. Antoine Kilisesi’ni, Asmalımescit’i, Pera’yı, Çiçek Pasajı’nı, Galata Kulesi’ni gezdirecektim, neler neler soruyorlar, hazırlıksız yakalandım diye düşünürken misafirlerimden biri ortada duran ve herkesin yanından umarsızca geçtiği kalıntıyı kastederek ‘Ülkenizin her adımı tarihle iç içe, mesela Fransa’da olsa çevresini tel örgü ile çevreler, başına da güvenlik dikerler, kimsenin dokunmasına izin vermezlerdi, sizde pek kıymeti bilinmiyor sanırım’ dediği an yüzüm mor, kırmızı, yeşil renge büründü :( Fazlasıyla haklıydılar. ‘Aman canım bizde onlardan çok, devlet hayatta bunun için güvenlik istihdam etmez’ de diyemeyeceğime göre bir süre susmakla yetindim.

Kendi adıma, yaşadığım ülkeye ait pek çok yeri gezip görmenin iç rahatlığını yaşarken ve havasını soluduğum şehri, tarihini, mimarisini çok iyi biliyor olduğumu düşünürken Kolombiyalı misafirlerim beni afallattı. Neyse ki konuyu hemşehrileri Shakira'ya getirdim de biraz ortam değişti:) 

Kültür ve tarih mozaiği Miniatürk
 
Ertesi gün onları biraz tarihimizi ve kültürümüzü, nasıl bu günlere geldiğimizi anlatmak ve biraz da mimarimizi göstermek için geçmiş binyıllara ait yapıların sergilendiği Miniatürk’ü gezdirmeye koyuldum.
Sümela Manastırı
 
Artemis Tapınağı’ndan Zeus Sunağı’na, Efes Kütüphanesi’nden Aspendos’a, Kapadokya’dan Pamukkale’ye uzanan eserleri görünce şaşkınlıklarını gizleyemediler.  
St.Antoine Kilisesi

Miniatürk tam bir kültür ve tarih mozaiği..
Aspendos -Antalya


Efes Antik Kenti- Kütüphane

Masal içinde masal adeta. Mardin Taş Evleri’ni seyre dalmışken bir anda kendinizi   Mostar Köprüsü’nde ya da Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin önünde bulabiliyorsunuz.
 
Mardin
 
O kadar usta ellerden çıkmışlar ki her şey minimal, her türlü detay eserlerin üzerine özenle işlenmiş.
Mostar Köprüsü
İhtişamlı saraylar, yalılar, köşkler, gemiler, yollar, kervansaraylar, manastırlar, tren garları, tarihi okullar; İstanbul Lisesi, Galatasaray Lisesi, Kabataş Lisesi, Kuleli Askeri Lisesi.
 
Kuleli Askeri Lisesi
 
Urfa - Balıklı Göl
 
Yapay göletin üzerine yapılmış 43 metre uzunluğundaki Boğaziçi Köprüsü,
 
 
uçakların hereket ederek kendilerini sergilediği Atatürk Havalimanı, Nemrut Dağı Kalıntıları, Mevlana Türbesi, Süleymaniye Camii,

Atatürk Havalimanı

 İzmir Saat Kulesi, Malabadi Köprüsü, Amasya Evleri, Çanakkale Şehitlik derken adeta büyüleniyorsunuz. 
Amasya Evleri
 
Atatürk Olimpiyat Stadı’nın önüne geldiğinizde ‘We are the champions’ şarkısı ve alkışlar, ıslıklar, maç coşkusu…
 
Pek çok İstanbullu'nun her gün saatlerini geçirdiği TEM Otobanı’nın bir kesiti de unutulmamış.
 

TEM Otobanı

 
Atatürk’ün nostaljik vagonu Haydarpaşa Tren İstasyonu’nda.

 
Her biri 25’te bir oranında küçültülen maketlerin önünde Türkçe, İngilizce, Fransızca, Japonca, İspanyolca, Rusça, Arapça, Farsça ve Almanca bilgilendirme sistemi bulunuyor. Diğer müzelerdeki gibi kulaklıkla gezmenize gerek kalmıyor.
 
 
Miniatürk içinde çocuklar için bir lokomotif dolaşıyor. Temsili bir kömür vagonu bile var.
 
 
 
Çocuklar için ayrıca Truva Atı şeklinde bir park alanı, Osmanlı Kalesi, Masal Ağacı ve Trambolin gibi alanlar da dizayn edilmiş.
 
 
Ayrılırken Türkiye tarihi üzerine yeniden düşünmemek mümkün değil. Medeniyetin beşiği Anadolu, ihtişam dolu Osmanlı geçmişimiz ve ülkemizin temellerinin atıldığı Kurtuluş Savaşı sonrası Mustafa Kemal Atatürk  Türkiye’si..

Haa misafirlerim bu maketleri nasıl mı buldu?

Bayıldılar. Üstüne basa basa ‘Kıymetini bilin’ diye tekrarladılar..
 








Hülya Meral

Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
 
hulya_meral@hotmail.com Facebook: Hülya'nın Valizi