Nüfusu 7 milyar olan dünyamız bu sınavı hakkıyla geçecek mi?

Son haftalarda Afrika özellikle de Somali ile ilgili haberleri sıklıkla okur, fotoğraflarına baktıkça kötü hisseder olduk. Hep biliyorduk da gözden ırak gönülden de ırak durumları...Bunu da unuttuk..

Bugün Afrika’da kuraklık ve kıtlık nedeniyle baş gösteren açlık krizinde alarm zilleri çalıyor. Kıtanın doğusunda Kenya ve Etiyopya'dan Somali'ye kadar son 60 yılın en kötü kıtlık felaketi yaşanıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres, 12 milyon kişinin acil yardım beklediğini ve durumun şu anda "dünyadaki en büyük insani felaket" olduğunu söylüyor.



Kuraklıktan kaçanlar Kenya'daki Daadab kampını 440 bin kişiyle dünyanın en büyük mülteci kampına dönüştürdü. Dayanıklılığı ile bilinen develerin bile ölmeye başladığı haberleri geliyor. 28 Temmuz 2011 tarihinde Yeryüzü Doktorları Genel Sekreter Yardımcısı Cüneyt Sezer Somali'deki son durumla ilgili olarak özetle şunları söylüyor.

Günde yaklaşık 1.300 kişi, ayda 40.000 kişi açlıktan ölüyor. Susuzluktan yüzlerinde açılan yaralar ölümle sonuçlanan kan kaybına sebep oluyor.

BM Afrika'daki bu durumun 100 yıldır yaşanan en büyük afet olduğunu açıkladı. Yardım kampına gitmek için yola çıkan her 2.000 kişiden 500'ü yolda can veriyor.

Haftalarca yürüyerek yardım kampına ulaşmayı başaran insanları akli ve zihni olarak tükenmiş oluyor. Bu coğrafyada 3 senedir yağmur yağmıyor.


1 haftada açılabilecek bir su kuyusunun maliyeti 10.000 dolar. İnsanların yemek yiyebilir hale gelmeleri için bile 10 günlük tıbbi tedavi görmeleri gerekli.

Ülkelerini terk etmek için yola çıkan 12 milyon aç insanın dışında, henüz irtibata geçilmemiş 8 milyon kişi Kenya-Somali sınırında mahsur durumda.

Ameliyat için yeterli narkoz bulunamadığından uyuşturulmadan ameliyat yapılıyor.

Acilen ameliyat edilmezse hayatını kaybedecek kişi sayısı 5.000 !



Ülkemizde ve dünyanın diğer ülkelerinde Afrika için yardım kampanyaları düzenleniyor. Nüfusu 7 milyar olan dünyamız bakalım bu sınavı hakkıyla geçecek mi?

Hülya Meral

http://twitter.com/hulyameral

ÇINARLAR ALTINDA BURSA


İstanbul- İzmir arasında seyahat ederken sık sık mola verdiğim şehirdir Bursa. Karlı günlerine de, sonbahar yapraklarına da, cemrenin düştüğü anlara da şahitlik etmişliğim vardır. Bu sefer 700 yıllık geçmişe sahip şehrin içine, tarihine, mimarisine, mutfağına yolculuk yapmaya karar verip çıktım yola. Ortalama 250 km’lik yolu Eskihisar- Topçular feribotunun da katkısıyla 2- 2,5 saatte kat ettim.




Hanları, külliyeleri, hamamı, arkeoloji müzesi, kaplıcaları, türbeleri, kaleleri, kış turizmi, termal turizmi ile pek çok seçenek sunan ve her noktası tarih kokan Bursa’yı gezerken asırlık bir çınara rastlamamanız, serininde dinlenmemeniz imkansız. Yemyeşil dokusu ile oksijen sarhoşluğu yaşatan şehirde görülecek çok yer, tadılacak çok şey var.





Osmanlı Devleti’nin kuruluş yeri olan Bursa o kadar düzenli ki hiç trafiğe takılmadan kendimi Tophane Parkı’ndaki Saat Kulesi’nde buluyorum. Şehrin panoramik olarak en iyi izleneceği yerlerden olan parkta çınarların altında demli bir çay içip manzarayı izliyorum.


Yan masada oturan yaşlı bir amcadan 6 katlı saat kulesinin en üst katının yangın gözetleme kulesi olarak kullanıldığını öğreniyorum. Saatin önündeki sıra sıra top arabaları Osmanlı’dan kalma Ramazan’da iftar topu atılması geleneğini devam ettiriyor.




Parkın içinde Osman Gazi ve Orhan Gazi’ye ait pirinç parmaklıkla çevrili görkemli sandukaların yer aldığı 2 türbe bulunuyor. Türbeler sekizgen kubbe şeklinde kesme köfeki taşından yapılmış. Parktan çıkıp sağa döndüğümde devasa surlarla çevrili Bursa Kalesi’ne giriyorum.


Zamanında İbn-i Batuta, Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Piyer Loti gibi gezginlerin yazılarına konu olmuş Kale’nin 5 kapısı var. Bazı duvarları yıkılmış, çevresine biçimsiz evler yapılmış olmasına rağmen kale ihtişamından birşey kaybetmemiş.


Balibey Han ikinci baharını yaşıyor


Kalenin içini gezdikten sonra sola kavis yapıp Balibey Han’dan içeriye giriyorum. Öğrendiğime göre Tophane Parkı’nın yamacındaki 500 yıllık bu tarihi han 3 sene önce vasat durumdaymış ancak restore edilerek ikinci baharını yaşamaya başlamış. Üç katlı çarşısı olan Han’da 36 dükkan bulunuyor, manzaralı en üst kat cafe hizmeti veriyor.


Balibey Han’dan çıkıp dümdüz ilerlediğimde Bursa’nın simgelerinden Ulu Camii’nin avlusuna geliyorum. Yıldırım Beyazıt tarafından 1402’de yaptırılmış olan caminin ortasında bir şadırvan bulunuyor. Kubbelerin şekli dolayısıyla günışığını olduğu gibi içine alan caminin 602 yıllık minberi kainatı sembolize ediyor. Güneş ve galaksi sisteminin kabartma formlarla işlendiği cami duvarlarında sarı yaldız ve siyah renkte uygulanmış Allah’ın isimlerini ve hat örneklerini görebiliyorsunuz.


Ulu Camii’de Kabe kapısının örtüsü


Kapalı namaz kılma anlamında Türk tarihinin en büyük camisi olma özelliğini taşıyan Ulu Camii’nin hutbe kısmındaki siyah örtü, Kabe kapısının örtüsü olarak biliniyor. Tarihi kaynaklara göre Yavuz Sultan Selim, Mısır seferini kazanıp hilafeti ve kutsal emanetleri aldığında Mekke'nin onarımını da yaptırmaya koyuluyor. Bugünkü Orta ve Doğu Anadolu'yu kapsayan Dersim’in tüm vergi gelirlerini Mekke’ye vakfediyor ancak Dersim’i diğer vergilerden muaf tutuyor.

Bu gelirlerle yeniden imar edilen Kabe’nin örtüleri değiştiriliyor. Eski örtü İstanbul'a yollanırken Kabe'nin kapısının örtüsü Bursa Ulu Camii'ye hediye ediliyor. Örtü bizzat Sultan Selim tarafından taşınarak Cami’ye asılıyor.


Camii’den çıkıp hemen yanında bulunan, asırlarca yabancı tüccarları ağırlamış Koza Han’a geliyorum. 1491’de II. Beyazıd tarafından yaptırılan Koza Han, geniş diktörtgen avlunun çevresinde sıralanmış 2 katlı 95 odadan oluşuyor. Han’ın ortasında bir mescit ve altında şadırvan bulunuyor.

İpek kozasından ipek şal, fular ve yastıklar


Koza Han eskiden ipek kozalarının satıldığı bir yapı olduğu için bu ismi almış. Her odada ayrı renk ve desende kaşmir ipek kumaşlar, şallar, fularlar, bluzlar, ipek üzerine gravür yastıklar satılıyor. Kaftanlar, oda takımları, nakış işlemeli modernize edilmiş yatak örtüleri de yine handa satılan diğer ürünlerden.



Kozalardan elde edilen ipek kumaşların yüzyıllara dayanan köklü geçmişi Bursa’nın tekstilde bir adım önde olmasını sağlamış. Ünlü pekçok tekstil, özellikle havlu firmasının bu şehirde fabrikalarının olması tesadüf olmasa gerek. Yakın zamanda özelleştirilen pekçoğumuz için nostaljik öneme sahip bir zamanların Sümerbank’ı da 365 bin metrekarelik alanıyla yıllarca Bursa’nın tekstildeki lokomotifi olmuştu.
Han’daki dükkanları dolaştıktan sonra avluda çayımı içip biraz zamana yolculuk yapıyorum. Çağlar, insanlar birbiriyle harmanlanıyor. Bir zamanlar İpek Yolu üzerinde bulunduğu için ticaretle uğraşanların develeriyle konaklayıp soluklandığı, Hindistan’dan yola çıkmış tarçın, zencefil, karanfil, safran, nane yüklü çuvallardan yayılan kokuların burnuma geldiği atmosferi hayal etmeye çalışıyorum.


Her parçası 50 metre kumaştan yapılmış görkemli defile


Çayımı getiren garsonun ‘çaylar’ sesiyle rüyadan uyanıyorum. Genç garson elimdeki fotoğraf makinasından olsa gerek, anlatmaya başlıyor. Geçtiğimiz yıl ünlü modacı Faruk Saraç ve Uğurkan Erez’in Koza Han’da bir defile düzenlediğini aktarıyor.


Defileye Burak Hakkı, Atilla Saral, Merve Büyüksaraç gibi ünlü mankenler katılmış ve 700 parçalık Osmanlı ve Selçuklu koleksiyonu sergilenmiş. Her kıyafet için 50 metre kumaş harcandığını söylersem Muhteşem Sultan olarak bildiğimiz Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan tasarımlarının ihtişamını varın zihninizde canlandırın.


Çayımı yudumlarken gözüme her biri tek fincan ve tabaktan oluşan onlarca kahve fincanının sıralandığı bir dükkan ilişiyor.
Babasından kalan Koza Han Çay Ocağı’nın sahibi Halil Bey’den öğreniyorum ki çayocağının camında sergilenen fincanların her biri asırlık, benim üç- dört katı yaşımda. 2008’deki ziyaretinde Koza Han’da yemek yiyen İngiltere kraliçesi Elizabeth’e de bu fincanlardan bir çift hediye edilmiş.


Bu kadar dolaştıktan sonra sıra Bursa’nın yemeklerinin güzelliğini öve öve bitiremeyen ünlü seyyah Evliya Çelebi’nin 400 yıl öncesinden gelen çağrısına kulak veriyorum. Şehrin meşhur tadlarını denemek için kendimi kebabın büyülü dünyasına, tescilli Kebapçı İskender’in Botanik Park içersindeki şubesine atıyorum.


Tarık Akan, Bülent İnal, Ertuğrul Günay gibi isimlerin de ziyaret ettiği Kebapçı İskender’in Botanik şubesi’nin iç kısmı 1867’de ilk kuşak tarafından açılan Köy Tesisleri şubesinin aslına uygun olarak açık mavi ve beyaza boyanmış. 2 katlı tarihi İskender Efendi Konağı’nda hizmet veren restoranın mutfağını geziyor, maharetli ellerin döneri usulüne göre çevirerek kıvrakça tabağa dizişini izliyorum.


Üzüm yaprakları ve leylakların sarktığı çardağın altına gizlenmiş geniş bahçesinde sabırsızlıkla beklediğim kebabın yanına ‘şıra’ söylüyorum. Ardından Bursa’ya özgü kaymaklı Kemalpaşa tatlısının kaymakla buluşmasıyla muhteşem tadın damağımda oluşturduğu bayramın üstüne çayımı yudumluyorum. Bursa’ya yolunuz düşerse ve canınız kebap çekerse mutlaka Kebapçı İskender’in bir şubesine uğrayın derim.


Üst katının müze restoran olarak kullanıldığı şubenin mihmandarından konağın süslemeleri, adetleri, gelenekleri, geçmişte misafir ağırlama usulleri ve halkın yaşam tarzına ilişkin bilgiler ediniyorum. Botanik Park içinde yaptığım kısa bir yürüyüş sonrasında Bursa’nın diğer tadlarına yapacağım yolculuk için dolaşmaya devam ediyorum.

Bursa’nın kestanesi okka çeker beş tanesi

Yıllarca mesafeli durduğum, denedikten sonra da müptelası olduğum kestane şekeri aramaya geliyor sıra. Kestane şekeri deyince akla Kafkas Kestaneleri gelir elbette. ‘Bursa’nın kestanesi okka çeker beş tanesi’ diye boşa dememişler. Bursa’nın kestaneleri oldukça iri ve lezzetli. Günümüzde üçüncü kuşak tarafından yönetilen Kafkas, 500 çalışanıyla yılda 3 bin ton kestane işleme kapatisine sahip. Yurtdışına ihraç ettikleri kestane ve yan ürünleri Fransa’dan Birleşik Arap Emirlikleri’ne kadar pek çok ülkede tüketiliyor. Kestane reçeli, kestane unu ve çikolata kaplı kestanelerimi alıp Irgandi Köprüsü’ne doğru yola koyuluyorum.


Türkiye’nin Venedik’i: Irgandi


Türkiye’nin en güzel köprülerinden biri olma sıfatını fazlasıyla hak eden Irgandi, kemerli bir yapının üzerinde yükselen sıra sıra dükkanlarıyla Venedik’teki ünlü Rialto Köprüsü’nü andırıyor. 1442’de inşa edilen, otuza yakın dükkan, bir mescit ve iki ahırıyla zamanının el sanatları merkezi olan köprü,
aynı zamanda çarşı olarak da yıllarca hizmet vermiş. Lonca sistemine uygun olarak yapılmış çarşı, asırlar önce seyyahların ve tüccarların uğrak noktasıymış.



Özgün mimarisiyle dünyadaki dört çarşılı köprüden biri olan Irgandi’nin diğer benzerleri Bulgaristan'ın Lofça kentindeki Osma Köprüsü, İtalya’nın Floransa kentindeki Ponte Vecchio Köprüsü ve Venedik kentindeki Rialto Köprüsü.


Irgandi şimdilerde sarıya boyalı duvarlarının içine saklanmış, çeşitli mumlar, ebru ve yağlıboya tablolar, dekoratif kandiller ve minyatür eserlerin satıldığı dükkanlarıyla hizmet veriyor. Köprünün altından akan suyun dinlendirici sesi eşliğinde çay, kahve içilebilecek nargile kahvehaneleriyle gençlerin buluşma mekanı olan köprü, şehrin kültür merkezi konumunda.


Bursa’nın bir diğer simgesi de Uludağ yolundaki 600 yıllık İnkaya Çınarı. Osmanlı’nın ilk köylerinden İnkaya Köyü’nde bulunan Türkiye’nin en yaşlı çınarının boyu 35, çevresi 9.2 metre (yaklaşık 12 apartman boyunda). Tamamını görebilmek için uzaklaşmam gerekiyor. Altında kendimi güvende, huzur içinde hissediyorum. Baktıkça çınar gibi özgürüm, çınar gibi sonsuz.


Kızık köyü Cumalıkızık


İnkaya’dan sonra son durağım bir diğer Osmanlı Köyü Cumalıkızık. Bursa’ya 10 dakika (9 km) mesafedeki Cumalıkızık Orhan Gazi’nin 7 oğlu için kurduğu 7 ‘kızık’ köyünden biri. Osmanlı Beyliği 1326 yılında Bursa’yı aldıktan sonra bu topraklara yerleşmeye, köyler kurmaya başlamış.
Bir vakıf köyü olarak Uludağ’ın eteklerinde kurulan köylerin birbirlerinden ayrılması için de dereye yakın olana Derekızık, fidye verene Fidyekızık, Cuma namazı kılınan köye de Cumalıkızık ismi verilmiş.


Köyün girişinde halkın açtığı bir köy pazarı var. Adım başı reçel, peynir, tarhana, erişte, bal satan tezgahlara rastlıyorum. Arnavut kaldırımlı, çoğu metruk yapıdan oluşan dar sokaklarından yürüdüğümde pek çok evin oturulamaz durumda olduğunu, yaşam belirtisi olan evlerin de turistik ve ticari hareketliliğe bağlı olarak nispeten bakımlı olduğunu gözlemliyorum.


Genellikle üç katlı, taş, ağaç veya kerpiçten yapılmış 200’den fazla tarihi eve sahip köydeki pekçok evin üst katlarındaki pencereler kafesli veya cumbalı. Evlerin çoğunda ‘hayat’ denilen avlular var, dolaşırken bu avlularda sac üzerinde gözleme pişiren kadınlara da denk geliyorum.


Kapı tokmaklarını, çeşmelerini ve söylentiye göre dünyanın en dar sokağı olan Cin Aralığı Sokağı’nı fotoğraflıyorum. Osmanlı Tarihi Fırını’ndan ekmek almayı ihmal etmiyorum. Birkaç yıl önce Kınalı Kar dizisinin çekildiği ev günübirlik ziyaretçilere açık, canınız gözleme isterse bir çay molası verip dizinin çekildiği alanları gezebiliyorsunuz.


Köy meydanından sola doğru kıvrıldığımda Mavi Boncuk Konukevi’ni görüyorum. Köyde konaklanabilecek tek seçenek olan, hem restoran hem konaklama hizmeti veren Mavi Boncuk, 2 katlı müstakil evin butik otele çevrilmesi ve sahibi Güner Hanım’ın gözlemeleriyle ünlenmiş.


Bahçesindeki karafırında ekmekler, kekler, erişteler yapan konukevinin ağaçlar altındaki şirin kuytusunda bir çay veya kahve molası verdikten sonra gün batımına yakın İstanbul yoluna koyuluyorum.

Dönüş yolunda feribota binmeden Gemlik’te bir zeytin molası veriyorum. Kaselerde sunulan zeytin ve zeytinyağı çeşitlerini tadarak nerdeyse yıllık tüketeceğim kadarını alıyorum. Yolunuz düşerse Gemlik’ten geçerken leziz zeytinini ıskalamayın derim..


BURSA İLE İLGİLİ ANEKTODLAR

• 70 yıllık ömrünün 50 yılını yolllarda, at sırtında geçiren Evliya Çelebi’nin 400. Yılı sebebiyle UNESCO 2011’i Evliya Çelebi yılı ilan etmiş. Bu sebeple Evliye Çelebi Yolu Keşif Projesi başlatılmış.

• Otomotiv devleri Tofaş-Fiat, Oyak- Renault ve Karsan otomobil fabrikaları Bursa’da.

• Mart ayında 9.su düzenlenen Bursa Kitap Fuarı da şehre ayrı bir hareketlilik katıyor. Can Dündar, Yekta Kopan, Ahmet Ümit, Oya Baydar, Ataol Behramoğlu gibi yazarların katılımıyla renklenen fuara İstanbul’dan giden okuyucular da oluyor.

• Kaplıcaları ünlü Bursa’da İnegöl Oylat Kaplıcaları, Gemlik- Terme, Armutlu Kaplıcaları ziyaret edilebilir.

• Uludağ, İznik, Mudanya, İnegöl Bursa’nın diğer turistik ilçelerinden.

• Futbol takımı Bursaspor’un 2009-2010 sezonunda Turkcell Süper Lig şampiyonu olması sebebiyle sokaklarında takımın bayraklarını sıkça görebilirsiniz.

• Pideli köfte, cantık pidesi, talaş kebabı, bağdat hurması, inegöl köfte şehre özgü diğer tatlardan.


Nasıl gidilir?

İstanbul'dan TEM veya E5 karayolunu takip ederek Darıca, Bayramoğlu sapağından dönülür. Eskihisar'dan Topçular'a yapılacak 40 dakikalık feribot yolculuğu sonrasında Topçular- Bursa arası 70 km.






















İÇİNDEN AVRUPA GEÇEN ŞEHİR ESKİŞEHİR


Eskişehir’i Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in son 5 yılda getirdiği yenilikler dolayısıyla sık sık duyardım. Büyükerşen’in Atatürk’ün doğumunun 100. yılı kutlamalarında Eskişehir’in 100 köyüne hediye ettiği Atatürk heykelleri, Anıtkabir Müzesi’nde sergilenen Atatürk balmumu heykeli,
Şehr-i Aşk adası, Japon Bahçeleri, çamur gibi akan Porsuk Çayı’nın temizlenmesiyle şehrin Hollanda tarzı tekneler ve Venedik tarzı gondollarla avrupai görünüme kavuşması ve sokaklara yayılmış çeşitli heykeller tesadüf değil. Hepsi planlanmış bir emeğin Eskişehirlilere ve Eskişehir’de yaşayanlara hediyesi.

İçinden Avrupa geçen Eskişehir, sizi tarihe gezintiye çıkarırken bir yandan da modern ve çağdaş görünümüyle görsel bir şölen yaşamanızı sağlıyor.

Önceki görüntülerine nazaran griliğini üzerinden atmış, daha yeşil, daha modern, daha kalabalık hale gelmiş bu kent, gezdikçe gördükçe içimi açtı, genç nüfusu ve 24 saat dinamizminden birşey kaybetmeyen enerjisiyle beni oldukça etkiledi.

Eskişehir’e gelerek, Büyükerşen’i ve çalışmalarını 3 gün boyunca takip eden BBC World News Televizyonu da kendine özgü yapısını koruyarak Avrupa kentleri seviyesine taşınmış olan şehre 3 kez yer vermiş.

Şehrin ekonomisini üniversite öğrencileri canlandırıyor

Toplam 3 üniversite ve 30.000 öğrenci nüfusu ile ekonomisi hareketlenen şehirde, restoranlar, lokantalar, barlar, marketler nerdeyse sabaha kadar açık. Dolayısıyla halk sokaklarda istediği saatte rahatça dolaşabiliyor. Mevsim yaz olunca Porsuk çayı kenarındaki cafeler, yeşil alanlar, alışveriş merkezleri gece geç saatlere kadar Eskişehirlilerle dolup taşıyor. Fiyatlar her yerde makul.


Nüfus ilk anda sadece öğrencilerden ve sanayiden oluşuyor gibi görünse de dolaştıkça, konuştukça şehrin asıl yerlisinin Manavlar, Rus Çarlığı’nın yıkılışından sonra Kırım ve Orta Asya’dan göç eden Tatarlar, Çerkezler ve Yörükler olduğunu öğreniyorsunuz.

Leylek Yuvası ile Hayal Mahsülleri Ofisi tipik Odunpazarı evlerinden


İlk durağım tarihi evleriyle ünlenmiş Odunpazarı. Belirli bir dönemin sosyal ve kültürel hayatını yansıtan, Osmanlı Dönemi’nden kalma ahşap, cumbalı evler sokaklara renk katmış. Bu evlerin içini merak ediyorum ve cafe hizmeti de veren “Leylek Yuvası” ile “Hayal Mahsülleri Ofisi”ne geliyorum.

Cam kenarlarını boylu boyunca kaplayan sedirler, gümüş tabak, bardak ve sürahilerle süslenmiş sofralar, şamdan, bakraç, şekerlik gibi dekoratif eşyalarla, tavanı ve duvarları ahşap motiflerle süslenmiş bir mimari ile karşılaşıyorum.

Kıvrımlı yollarında, çıkmaz sokaklarında belli bir nizamda konumlanmış evlerin solundan yukarı doğru yürüdüğümde Lületaşı Müzesi’nin bahçesindeki lületaşı atölyesinin bir dersine denk geliyorum. Ben de denemeye çalışıyorum ama onlar kadar başarılı olamıyorum. 

Lületaşı şehrin en önemli özelliklerinden. İşin ustalarının nesli tükense de kışın lületaşı çıkarmaya devam ediyorlar. Müzenin bahçesindeki Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1525’te yaptırılan Kurşunlu Cami ve Külliyesi’ni gezdikten sonra külliyeye ait kütüphanenin serin bahçesinde çay keyfi yapıyorum.


Bahçeden çıkıp sağdan aşağıya doğru yürüyünce Atlıhan El Sanatları Çarşısı’na geliyorum. Lületaşından pipolar, sigara ağızlıkları, tesbihler, taraklar, kolyeler, yüzükler ve onlarca çeşit el yapımı cam işçiliği ürünler küçük küçük dükkanlarda satışa sunulmuş. Bir köşede lületaşından pipo yapmaya çalışan dükkan sahibini izliyorum.

Atlıhan’dan çıkıp sola doğru döndüğümde açılışı 2007’de yapılmış Türkiye’nin ilk cam sanatları müzesi olan Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ni geziyorum. Uzman rehber eşliğinde gezdiğim müzede Japon, Alman, Polonyalı ve Letonyalı sanatçıların eserlerini görme fırsatım oluyor.

3 galeriden oluşan müzenin bir bölümünde de 1950’lerin Eskişehir’inde yaşayan ünlü isimlerin kişisel eşyaları ve fotoğrafları sergileniyor. Eskişehirli tiyatrocu Göksel Kortay’ın annesinden kalan siyah nişan elbisesinin zarafeti gözlerimi kamaştırıyor. Diğer bölüm ise kütüphaneye dönüştürülmek üzere bakımda. 

Nüfusun çoğunluğu Tatarlardan gelince bir Tatar mutfağı’na uğramamak olmazdı. Müzeden çıkıp da sola doğru yürüdüğümde Odunpazarı’ndaki Çibörek Evi ilk durağım oluyor.
3 veya 5’li porsiyonlar halinde servis edilen çiğböreğin (halk çibörek veya şırbörek diyor) yanında yine Tatar mutfağına özgü “sorpa” içiyorum.

Şahin Tepesi'nden manzara izlenmeli

Odunpazarı’ndaki gezintim bittikten ve damağımı yöresel tatlarla şenlendirdikten sonra manzarasıyla ünlü, merkeze 1,5 mesafe uzaklıktaki Şahin Tepesi’ne doğru yöneliyorum.
Eskişehir’i panoramik olarak izlemeye olanak veren tepede yaz sıcağında serin serin esip köpüklerini etrafa saçan kocaman bir süs havuzu var. Buradaki belediye tesislerinde oturup manzaranın tadına varıyorum.

Tekrar şehrin merkezine dönüp heykellerle süslenmiş meydanından Porsuk Çayı’na iniyorum. Burada şehiriçi otobüs bileti fiyatına 20 kişilik teknelerle tur yapabilirsiniz veya aynı güzegahı 4 kişilik Venedik tarzı gondollarla 10 TL’ye gezebilirsiniz. Ben tekne turunu tercih ediyorum. 


Tekne turundan sonra gençlerin ve halkın uğrak yeri olan Haller Gençlik Merkezi’ne gidiyorum. Eskişehir halkının iş veya okul çıkışı bir şeyler içip sohbet edip sonra evine döndüğü ünlü buluşma noktası Shakespeare Restaurant ve 1927’den beri hizmet veren Mazlumlar’da meşhur “su muhallebisi” yemeden ayrılmıyorum.

muhallebi şekersiz yapılıyor, üzerine 1 yemek kaşığı pudra şekeri ile gelincik şerbeti gezdirilerek servis ediliyor. Dilinizde şerbet ve tarçın tadı bırakıyor, bayıldım, mutlaka deneyin derim.

Japon bahçesi

Temmuz ayında "2010 Türkiye’de Japon Yılı” etkinlikleri kapsamında Eskişehir Büyükşehir Belediyesi ve Japon Türk Kültürel Değişim Derneği işbirliğiyle açılmış Japon Bahçesi'ne geçiyorum. Ortasında ada bulunan göletin olduğu “Chisen Kaiyushiki” olarak adlandırılan stilde inşa edilmiş Japon Bahçesi’nde, doğa motiflerini oluşturan tepeler, şelale, seyir terasları, köprüler ve fishing pavillon (göl kenarı verandaları) bulunuyor. Bahçeye ayrıca su yerine taş ve kumların kullanıldığı Karesansui, meditasyon alanı ve Japon Çay evleri de eklenmek üzere.


Türkiye’nin ilk yerli otomobili “Devrim”

Son durağım Lokomotif Müzesi. Eskişehir’de Türkiye Lokomotif ve Motor San. AŞ.’de sergilenen Devrim’i yönetmen Tolga Örnek’in “Devrim Arabaları” filminin gündeme gelmesinden ve yakın zamanda Eskişehir- Ankara arasında hızlı tren seferlerinin başlamasından sonra 10.000 kişi ziyaret etmiş. İzlerken gözyaşlarıma hakim olamadığım film, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in 1961’de verdiği talimatla 23 mühendisin imkansızlıklar ve kısıtlı zaman içersinde hayatlarını ve kariyerlerini riske atıp geceli gündüzlü çalışarak ortaya çıkardığı otomobilin hikayesini anlatıyor.

Frig Vadisi ve Midas Anıtı

İlk günün yorgunluğunu atmak için otele dönüyorum, sabah kahvaltısı sonrasında şehir merkezine 41 km mesafedeki Seyitgazi kasabasına geliyorum. Burası Eskişehir turunun en can alıcı noktası çünkü Bizans- Selçuklu- Osmanlı dönemine ait en etkileyici eserlerden olan ve üç uygarlığa şahitlik etmiş xııı. yy. yapımı Seyitbattalgazi Külliyesi burada bulunuyor. Türbe ve camiden oluşan ilk yapılardan sonra medrese, imarethane, Bektaşi tekkesi, dergah, soğuk hava deposu da eklenmiş külliyenin avlusunda farklı dönemlere ait arkeolojik buluntular mevcut.

Seyitgazi’yi geçip oradan 29 km Afyon yönüne ilerlediğinizde şimdiki Han Köyü’ne, M.Ö. 200’de Hitit egemenliğine son vermiş Frig topraklarına giriyorsunuz.

Köy muhtarı, aynı zamanda rehberim olan Veysel Gündoğdu’nun anlattığına göre M.Ö. 600'lerde Akropol'ün kuzeydoğu cephesine, püskürük bir kaya üzerinde yapılmış ünlü Midas Anıtı'nın bulunduğu antik kent, Frig Vadisi olarak adlandırılıyor.



Yüksekliği 17 metre olan ve ahşap işlenircesine, kusursuz bir işçilikle işlenmiş kaya anıtın nişinde Tanrıça Kybele’nin heykeli bulunuyor. Bölge aynı zamanda Friglerin ana tanrıça Kybele'ye tapındıkları en önemli kült merkezi. Anıt önünde toplanan insanlar dualarını ve ibadetlerini bu anıt önünde ederlermiş. Sonraki yıllarda Lidya, Pers, Büyük İskender, Galatlar ve Romalıların eline geçen pek çok kültürü barındırmış bu zengin coğrafya uzun yıllar dini merkez olmayı sürdürmüş.


Midas Anıtı’nın hemen yan tarafında din büyüklerinin çilehanesi olarak kullanılan göz göz küçük odalardan oluşan Kırkgöz kaya mezarları bulunuyor. Anıtın arka tarafına doğru ilerlediğinizde basamakları tamamlanmadığı için Bitmemiş Anıt adını alan basamaklı anıtlarla yerleşim yerleri, nişler, sarnıçlar, Akropol'ü çevreleyen sur duvarları, mezarlar, 100 basamakla inilen sunaklar ve çeşme ilgi çekici bir görkeme sahip.

Karşımda peribacalarını andıran görüntüyü bir süre izleyip fotoğrafladıktan sonra sol taraftan yakınlaşmakta olduğunu belli eden sağanağa yakalanmadan köyün meydanına ilerliyorum.



Han Köyü’nden Midas’ın Kulakları oyununu oynadığım günleri tebessümle anarak ayrılıyor, büyük keyif alarak dolaştığım bu zengin coğrafyayı görmenizi öneriyorum.

Not: İstanbul’dan Eskişehir’e otobüs ve trenle 4-5 sattte ulaşabileceğiniz gibi kendi aracınızla Kocaeli- Bilecik- Eskişehir güzergahını takip ederek de ulaşabilirsiniz.

MİDAS'IN KULAKLARI

Çocukluğumuzda hep duyduğumuz ünlü Midas’ın Kulakları oyunu da aslında bir Frig efsanesine dayanıyor. Tanrı Apollon ve Tanrı Pan arasındaki müzik yarışını duyan Midas, Tanrı Apollon’un çaldığı lir’i değil de Tanrı Pan’ın çaldığı flütü beğenince kulakları Tanrı Apollon tarafından eşek kulaklarına çevrilir. Tanrı Apollon tarafından cezalandırılıp, eşek kulaklarını hayatı boyunca frig külahıyla saklamak zorunda kalan kral Midas ise bu durumu kabullenemez, Batılı kaynaklara göre boğa kanı içip intihar eder.











YAPMADAN DÖNMEYİN



-Methelvası almadan dönmeyin.
-Şehri arabayla değil yürüyerek keşfedin.
-Japon Bahçesi’ni görmeden dönmeyin.
-Barlar sokağı’na bir akşam mutlaka uğrayın.
-Ünlü gece kulübü, Eskişehir’in Laila’sı 222’de canlı müzik dinlemeyi ihmal etmeyin.
-Şahin Tepesi’nden panoramik manzarayı izleyin.
- Frig Vadisi, Yazılıkaya ve Midas Anıtı’nı es geçmeyin.
- Lületaşı hediyeliklerden edinin.

Göcek'te MAVİ YOLCULUK

Bahar ayları ne kadar gönülçelen ise yaz ayları da bir o kadar ‘bırak dağınık kalsın’ havasına girmemizi sağlıyor. Bunaltıcı sıcaklardan bir süre uzaklaşmak isteyenler tatilini yapıp döndü, tatilden kalan fotoğraflarına bakıp moral depoluyor. Henüz tatile gitmemiş olanlar ise kızgın kumlardan serin sulara atlamak için gün sayıyor.



Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Ramazan

yaz aylarına denk geldi. Hala tatil yapamadım, plan yapmak için vakit yok diyenler varsa Dalaman Havalimanı’ndan sadece 22 dakikada ulaşabileceğiniz ve birkaç saat içinde kendinizi denizde yüzerken bulabileceğiniz ‘Göcek’te Mavi Yolculuk’u es geçmeyin.



Bir yat cenneti olan Göcek Limanı’ndan veya Dalaman’dan bireysel olarak kiralayabileceğiniz yat ve teknelerin yanı sıra günübirlik düzenlenen ‘12 Adalar’ tekne turları beklentinizi fazlasıyla karşılayacaktır. İsmi 12 Adalar turu olmasına rağmen cennet gibi 6 koyu dolaşan tekne turunda öğlen yemeği dahil günlük 40 TL’ye koydan koya yolculuk edebiliyorsunuz. Gezerken ünlü isimlerin tekneleriyle karşılaşmanız olası. Mehmet Ali Birand, Uğur Dündar, Güneri Cıvaoğlu gibi isimler yazları Göcek koylarında tekneleriyle tatil yapmayı tercih ederken Sarah Jessica Parker, Demi Moore gibi Hollywood yıldızları ve Shakira, Arda Turan, Monako Prensesi Caroline, Yılmaz Erdoğan, Şahan gibi isimler de tatil için seçimlerini Göcek’ten yana kullanan isimlerden.



Dinlenirken, doğayla içiçe olmayı, denize doymayı, kitap okumayı, doğan güneşe karşı bir fincan kahve içmeyi ya da batan güneşe karşı bir kadeh içki yudumlamayı arzulayıp, hayal ediyorsanız mutlaka bu mavi yolculuğa çıkmalısınız.




Tersane Adası

On iki adalar tekne turu diye adlandırılan turda göreceğiniz ilk ada Tersane Adası. Burada suyun göl gibi karaya doğru sokulduğu sığ bir koy var. Karada, Osmanlı İmparatorluğu döneminde burada barış içerisinde yaşamış mübadelenin ardından terk edilen eski Rum yerleşiminin kalıntıları görülebilir. Bu koyda yaşayan Yunanlılar ve Türkler koyu gemi inşa etmek için kullanmış, sığ suların bunun için oldukça elverişli olması geçmişte Ada’nın denizciler tarafından sıklıkla ziyaret edilmesini sağlamış.

Cleopatra Hamamı

Mitolojide Cleopatra’nın yüzmediği deniz, kulaç atmadığı koy yoktur. Özellikle güney Ege’deki Cleopatra hikayelerini çokça duymuşsunuzdur. İşte bunlardan biri de tur sırasında gideceğiniz Cleopatra Koyu. Diğer bir adıyla Batıkhamamı. Cleopatra Hamamı’nın bulunduğu koya bu isim verilmiş. Çam ağaçlarının bol olduğu koyda ağaçlar üzerine asılmış dilekler Tanrım daha güzel olayım, kırışıklıklarım azalsın diye midir bilemem ama koya bayılacağınızı söylemeliyim. Teknelerden uzakta yüzmek istiyorum derseniz biraz açılmak zorundasınız çünkü asıl hamam olarak belirtilen ve altında tarihi kalıntıların olduğu alan koruma altında. Buradan giremiyorsunuz.

Güneyde, koyun batı kısmında, Fethiye'deki depremler yüzünden yıkılan tarihi eserleri görebiliyorsunuz. Anlatılan mite göre, Cleopatra'nın Anadolu kıyılarını ziyaretlerinden birinde, yakın arkadaşları ona hediye olarak bir hamam inşa etmeye karar verirler. Çünkü koyun bu kısmında bir sıcak su kaynağı bulurlar. İçerdiği kalsiyum, magnezyum gibi mineral ve elementlerle buradaki su cilt için çok iyidir. Bazıları Cleopatra'nın güzelliğinin ardındaki sırrın bu su olduğunu söylerler. Buradaki su koyun kuzeyinde görülen dağın ardında şu anda kurumuş olan bir krater gölünden gelir. Eğer siz de Cleopatra kadar güzel ve on yaş daha genç görünmek için şansınızı denemek istiyorsanız, bu harabelerin içinde yüzebilirsiniz.

Yassıcalar

Yassıcalar, Göcek kasabasının tam karşısında yer alan birbirine çok yakın bir grup ada. Buranın özelliği bu adalar grubunun en büyüğünün kumlu bölümünde, adanın tam ortasında yer alan tuzlu göl. Temiz, koyu mavi ve derin sularıyla son derece büyüleyici bir alan olan Yassıca’daki en büyük adadan en küçük adaya üzerinde rahatlıkla yürüyebileceğiniz (1.5 metre derinliğinde) bir geçiş var.

En büyük adada, kuzeyde daha uzakta, göle uzanan uzun kumlu bir kumsal bulunuyor. Kıyıda, gözleme ve kurabiyeler satan, her sabah Göcek'ten gelip akşam giden iki aile gelen günübirlik ziyaretçilere hizmet veriyor. Bu adada muz ve ringaya binebiliyorsunuz. Adada tesadüfen yaban tavşanıyla karşılaşmanız olası. Gezilecek tüm adalar içinde tek kum plaja sahip ada olduğu için daha fazla kalınabiliyor.

Bedri Rahmi Koyu

Bu koyun asıl ismi Taşyaka koyu. Tersane Adası’nın kuzeybatısındaki koy, ressam- şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir kaya üzerine yaptığı balık resmi nedeniyle Bedri Rahmi Koyu diye anılıyor. Koyun dibine doğru gittiğinizde tekne ve yatların yanaşması için yapılan tahta iskeleyi görüyorsunuz, yaklaştığınızda ağaçlar arasında kayaya yapılmış bu balık resmi dikkati çeker.

Kaya üzerindeki bu resmi 1974 yılında Azra Erhat ile gerçekleştirdiği mavi yolculuk esnasında yapan Bedri Rahmi’nin bu koyların tanıtımına ve bilinirliğine olan katkılarını yadsıyamayız Tatlı su ihtiyacınız olursa balık resminin bulunduğu kayanın önündeki şirin çeşmeden buz gibi akan su alabiliyorsunuz. Likya dönemine ait kral mezarlarını da görebileceğinizi söyleyebilirim. Koyda yemek yiyip bir şeyler içebileceğiniz salaş lokantalar mevcut.

Akvaryum Koyu

Koy adından da anlaşılacağı gibi dupduru bir denize sahip. Deniz gözlüklerinizi takıp 10-15 metre derinlikte dipte dolaşan rengarenk balıkları izleyebilirsiniz.

Samanlık Koyu

Dönüş yolunda demirlenen koylardan biri Samanlık Koyu. Pırıl pırıl denizin cazibesine kapılıp uzun kalmak isteyebilirsiniz ama bu koyun son durak olduğunu belirtmeliyim. Tekneden atlayabilir, akvaryum duruluğundaki suyun içinde keyifle vakit geçirebilirsiniz.


***************************************************************************
GÜNÜBİRLİK TEKNE TURU

Ada Marin Yachting : 0.252.6452040

Biliz Yachting: 0252 612 63 08



Blues Yachting: 0252 645 20 66



E.G.G. Yatchting: 0252 645 27 41



YAT KİRALAMA

Yacht in Göcek: 0 533 772 6742

Ece Yachting: 0 252 614 74 34

Budget Sailing: 0 252 645 13 23

YAT VEYA TEKNE TURU İÇİN ROTALAR

KOYLAR

Boynuzbükü
Tersane adası
Taşyaka koyu
Göbün
Sarsala
Büyükağa
Baba adası
Dişibilmez koyu
Ekincik
Marmaris
Kadırga
Bozukkale
Bozburun
Datça

Göcek Adası
Yassıca adaları
Fethiye
Karacaören
Gemiler adası
Beştaş Limanı
Yeşilköy Limanı
Kalkan
Kaş
Bayındır Limanı
Wood House Bay
Kekova
Üçağız Limanı
Karaloz
Gökkaya Limanı

HUZURUN KIYISINDA: AĞVA

Geçtiğimiz hafta şehrin bunaltıcı sıcağından sıkılıp kendimi nereye atsam diye düşünürken hem güzel bir kahvaltı yapıp hem de orman yürüyüşüyle serinleyebileceğim Ağva geldi aklıma. İstanbul’un yanıbaşındaki Karadeniz’e komşu kıyı kasabasına yaklaşık 110 km yaparak 1,5 saatte ulaştım.


Tem üzerinden gidecekseniz Sarıgazi- Şile yönüne sapıyorsunuz, Şile’den sonra doğuya Ağva yönüne devam edince Çayırbaşı’na gelip ikiye ayrılan yoldaki sahil yolunu tercih edip Kabakoz, Akçakese, İmrenli, Karacaköy, Bozgoca, Şuayipli, Kurfallı üzerinden varabiliyorsunuz. Çayırbaşı’ndan Teke Köyü’ne giden yolu takip ettiğinizde Teke, Gökmaslı ve İsaköy tabelalarının devamında Ağva’ya geliyorsunuz. Her iki güzergahta da mola verilip oksijenden sarhoş olunabilir.




Ağva latincede ‘su’ (aqua) veya ‘iki dere arasındaki köy’ anlamına geliyor. İzmit’in Çal Tepesi’nden doğup gelen Yeşilçay ve Göksu derelerinin buluşma noktası olan zümrüt yeşili nehre sahip kasaba gerek kahvaltı edip hamakta sallanmak gerekse mangal yapıp nehre karşı armut yastıklarda tembellik yapmak isteyenler için biçilmiş kaftan.


İlk durağım bu sezon misafirlerine merhaba diyen Wineport Lodge oluyor. 350 m2 iskeleye sahip tesiste bir yandan güneşin yavaş yavaş yükselişiyle ısınıyor bir yandan da leziz kahvaltı eşliğinde sabah çayımı yudumluyorum.

Özellikle otelin kendi odun fırınında pişen ekmeklerine ve böreklerine bayıldığımı belirtmeliyim.


Otelin bahçesindeki Şile Feneri’nin minyatürü hoş bir hava vermiş, fenere çıkıp açık seyir terasından alabildiğine zümrüte çalmış nehri doyasıya izleyebiliyorsunuz. Fenerin terasından panoramik bir fotoğraf aldıktan sonra nehir kenarındaki yastıklarda kedi gibi gerinip biraz gazete karıştırıyorum.


Güneş yavaş yavaş yükselip kendini gösterirken nehir bisikletine atlayıp sabah kahvaltısında kaçırdığım kalorileri yakmaya koyuluyorum.

Haftasonu Ağva’ya gelen ziyaretçilere düzenlenen tur teknelerinin dalgasıyla hafif sallanıyorum ama sakin ve emin hamlelerle pedal çevirmeye devam ediyorum. Sazlıklara yaklaşınca ağaçların üzerindeki birkaç kocaman mantarı elçabukluğuyla koparıyorum. Biraz ileride kırılmış ve suya düşmüş ağaç dalının üzerinde güneşlenen su kaplumbağalarına rastlıyorum.


Ağva’da nehrin iki kanadında yıllardır hizmet veren pek çok otel ve tesis bulunuyor. Dingin ve huzurlu bir ortam sunan otellerin önünden ilerlerken

haşlanmış mısır satan bir amcaya denk geliyorum. Nehir bisikletinden inmeden haşlanmış sütlü mısırı alıp parasını ödeyip otel yönüne ilerliyorum.


Wineport Lodge’un otel misafirlerine hazırladığı bir sürprizle kendimi fındık ağaçları ve yoncalıkların arasından Cuma Ovası’na doğru ilerlerken buluyorum. İsmi cuma namazından gelen Cuma Ovası’nda 1- 5 Ağustos arası fındık hasat zamanıymış.


Yaklaşık 15 dk.lık yolculuk sonrasında İzmit üzerinden ilerleyerek çınar ağaçlarının serininde Kalemköy’den geçiyoruz. Biraz ilerisindeki şarkılara konu olmuş karlı kayın ormanındaki kayın ağaçları arasından süzülerek ve elbette şarkıyı mırıldanarak Gökbiat Şelalesi’ne varıyoruz.


Ağaçlar arasından sessiz sessiz akan şelalede mola verdikten sonra dönüş yoluna geçip ilgisizlikten harap halde bulunan 5.yy.’dan bugüne kalabilmiş kaleye geliyoruz.


Ağva’ya bağlı civar köylerde Ceneviz, Venedik ve Bizans dönemine ait birçok kalıntı bulunuyor. Örneğin Kalemköy’de Romalılara ait kilise kalıntıları ve mezar taşları, Hacıllı köyünde 3.yy.sonu -4.yy. başlarında bulunan Gürlek Mağarası, Hisar Tepe’deki kale kalıntısı, Sungurlu mahallesindeki dağ değirmeni bölgenin önemli kalıntılardan.


Mihmandarımız Haşim Bey’den öğrendiğime göre Ağva’nın hayvan nüfusu ve çeşitliliği de oldukça fazla. Ormanda sincap, köpeğin yavrusu çakal, ceylan (maral) çok ancak zararlı değiller. Yazları nadir de olsa yılan görülebiliyor, kışın kış uykusundalar.



Ormanın içinde çeşit çeşit ağaçlar arasında yürürken bitki çeşitliliğinden de söz ediyor Haşim Bey.


İstanbul’un mangal kömürü ihtiyacının çoğunu sağlayan meşe ağacından tutun da kestane, gürgen, palamut ve kayına kadar pek çok ağaç olduğunu öğreniyoruz civarda. Doğa sevgisini küçük yaşlarda aşılamak için ilkokulda nerdeyse her öğrenciye öğretilmiş ‘kestane, gürgen palamut altı yaprak üstü bulut’ şarkısı eşliğinde eğlenerek kolay bir parkurla ilerlediğimiz zirveye varıp yeşile doymuş vadiyi izliyoruz. Fotoğraflarımızı çektikten sonra aracımıza binip tekrar otele dönüyoruz.


Bu kadar oksijenden sonra acıkmış midelerimiz zil çalıyor, nehir kenarında aldığımız geç öğlen yemeğinden sonra teknemiz yanaşıyor ve 20 kişilik tekne ile akşamüstü güneşi eşliğinde Göksu nehri boyunca sazlıklardan ilerliyoruz.



Sazlıkları geçtikten sonra Göksu’nun Karadeniz’e dökülen ve kumsala açılan 3 km uzunluğa sahip geniş ağzına geliyoruz. Denizin mavisi ile kumsalın beyazının buluşması görülmeye değer.


Ağva küçük bir balıkçı kasabası olduğu için her daim çeşit çeşit taze balık bulmak mümkün. Balık o kadar bol ki İstanbul’un ihtiyacının çoğu bu şirin kasabadan sağlanıyor. Yeşilçay kıyısındaki balıkçı teknelerinden denizden yeni çıkmış balık satın alabilirsiniz. Nehirde sazan, kefal, ateşböcekleri ve su kaplumbağası en sık görülen su canlılarından. Lüfer, istavrit, palamut, kalkan da sık çıkan balık çeşitlerinden.


Dört mevsim boyunca ziyaret edilebilecek, şehrin rutininden ve trafiğinden kaçmak için nefes alabileceğiniz yemyeşil şanslı kasabalardan Ağva’da yakın zamanda Yeşilçay nehrinin yakınlarına Sungurlu Barajı yapılacak. Umarım doğayı ve tarihi kalıntıları tahrip etmeden, sağlıklı bir şekilde uygulanır.


Ağva’daki otellerin ortak noktası tek gece konaklamaya pek sıcak bakmamaları. Sezonda, bayramlarda veya özel günlerde değişen Cuma- Cumartesi 2 gece 3 gün konaklamalar için paket fiyatları var.


Birkaç otelin gece için havuz başında müzik dinletisi veya tekne gezisi gibi etkinlikleri mevcut. 2 kişi - 2 gece 3 gün (Cuma- Cumartesi) konaklama ortalama 450- 550 TL arası. Haftaiçi biraz daha uygun rakamlarda konaklanılabiliyor.

AĞVA'DAN NOTLAR

• Hacıllı Köyü’nün güneydoğusundaki tepede bulunan Gürlek Mağarası ilk hristiyan hapishanelerinden. Sarkıtları ve manzarayı görmek için tırmanılabilir. Hacıllı Köyü’nde ikinci bir seçenek Değirmen Deresi’ni takip edip

kolay ama kaygan bir parkurla kayaların üzerinde ilerleyerek de tırmanabilirsiniz. Yürüyüş sonrasında köyün meydanındaki köy kahvesinde soluklanıp çınar ağacına karşı çay içilebilir.


• Kilim Koyu, Gelin Kayası, Saklı Göl mutlaka keşfedilmesi gereken yerlerden. Rivayete göre Gelin Kayası denmesinin sebebi beyaz olması ve duvaklı bir geline benzemesi.





• Malzemelerinizi yanınızda bulundurun, oltayı nereye atsanız bir balık türüne rastlıyorsunuz.


• Kaplumbağa, karaca, bülbül, çakal, yaban domuzu, saka, sincap ve yalı çapkını gibi av hayvanlarını barındıran Ağva avcılıkla uğraşanlar için ideal.


• Cuma günleri kurulan pazarından alışveriş yapabilirsiniz.


KALABİLECEĞİNİZ OTELLER


Piccolo Mondo ( 0216 721 73 79 )
Greenline ( 0216 721 84 91 )
Gizemli Nehir ( 0216 721 71 37)
AcquaVerde ( 0216 721 71 43 )
Club Grand Becassier ( 0216 721 72 86 )
Riverside Club ( 0216 721 82 93 )
MotelTahir ( 0216 721 80 12 )
Wineport Lodge (0216 725 75 25)


Yazı ve Fotoğraflar: HÜLYA MERAL

http://twitter.com/hulyameral

TÜRKAN: EĞİTİME VE AYDINLANMAYA ADANAN BİR YAŞAM




18 Mayıs akşamı Koliba Film'in davetlisi olarak izledim yeni vizyona girecek TÜRKAN filmini. Ölümünün 2. yılında hem Türkan Saylan hocayı andık, hem de duygu yüklü sahnelerle hüzünlendik.

Cüzzamla mücadeleye ve Türk gençlerinin eğitimine adadığı o koskoca ömür elbette sığmamış 120 dakikalık bir sinema filmine. Vefatından önceki son 15 gün işlenmiş.

1986'da yakalandığı kanser hastalığına rağmen pes etmeyişi, Ergenekon'un 12. dalgasıyla Arnavutköy'de evine yapılan baskın, mücadelesine adadağı yılların oğlu Çınar ve Çağlayan'ın hayatına etkisi, yetiştirdiği veya destek olduğu, fikirlerini ve mücadelesini benimseyen insanlarla ilişkileri aktarılmış beyaz perdeye.

Son gününde tüm bilet gelirleri eğitime aktarılan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin düzenlediği konsere katılmak için umutla direnişi ve son Kardelen'i Zehra ile sahneye çıkışı, konuşması filmin final sahnesi.





Senaryosunu Ayşe Kulin'in Türkan& Tek ve Tek Başına kitabından esinlenerek Ayça Mutlugil, Cemal Şan ve Oya Yüce'nin kaleme aldığı filmin başrolünde Türkan karakterini deneyimli oyuncu Rüçhan Çalışkur canlandırıyor. Türkan Saylan'ın oğulları Çınar ve Çağlayan karakterlerini üstlenen Tardu Flordun ve Ragıp Savaş da filmdeki duygusal sahneleri izleyiciye geçirmeyi başarıyor.

Her biri alanında güzel işlere imza atmış Şevket Çoruh, Altan Erkekli, Selin Demiratar, İsmail Hacıoğlu, Şebnem Sönmez, Özge Özder, Haldun Boysan, Tanju Tunçel, Yurdaer Okur, Şemsi İnkaya gibi oyuncular da filmin kısa ama önemli sahnelerini destekleyen yan karakterleri oluşturmuş.

Yaşımız ne olursa olsun pekçoğumuzun göze alamayacağı zorluklara göğüs germiş cesur kadın Türkan'dan her birimizin öğreneceği yığınla şey var.

Varsın birileri anlamamakta, karanlığa gömülmekte ısrar etsin..

İyi seyirler:)

KADININ ADI VAR MI?


Türkiye’de kadın olmak zor. Gün geçmiyor ki kadınlarla ilgili tartışmalı bir konu gündeme gelmesin. En son sunucu- oyuncu Defne Jof Foster’ın vefatının ardından ‘Su testisi su yolunda kırılır’ gibi ağır bir ithamla çalkalandık. Ardından ‘Dekolte giyen tecavüze uğrar’ diyebilecek kadar ‘bayağı’ düşünen bir ilahiyat profesörünü bile duydu kulaklarımız. Daha dün 12 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden 28 adamın cezası ‘kızın rızası olduğu için’ mahkeme tarafından hafifletildi haberlerini okuduk. Böylesine vahim hallerdeyiz anlayacağınız..





Doğduğu andan itibaren kendisine görev gibi sunulmuş evişlerini halletmenin yanısıra çalışma hayatında yer alan, eve maddi gelir sağlayan, market, alışveriş, kuru temizleme gibi detayları koordine eden, ailenin sosyal hayatını düzenleyen, çocukların bakımı ve eğitimleriyle ilgili ayrıntıları planlayan kadın, varoluşunu yeniden sorgulamak, kendisine uygulanan şiddetle mücadele etmek, aynı zamanda bu tarz ithamlara ve haksız kararlara karşı dik durmak için yoğun bir çaba sarf etmek zorunda.
Tüm bu çaba daha adil ve yaşanabilir bir dünya yaratmak için..
Hepimiz dünyaya birtakım özellikler taşıyarak geliyoruz. Gözlerimizin, saçımızın rengi, cinsel organlarımız, hormon dengelerimiz, zihinsel, duygusal eğilimlerimiz, yeteneklerimiz farklı. Ama bu özelliklerin, eğilimlerin ve yeteneklerin biçimlendirilmesi ve onlara değer biçilmesi tamamen toplumsal ve tarihsel koşulların ürünü, asla genetik değil. Yani sanılanın aksine şiddet, genlerimizden gelmiyor, tamamen yaşanılan toplumda kazanılmış karakter ve öğretilerle oluşan eylemlerden kaynaklanıyor.



Dolayısıyla kadın veya erkek olarak doğmuş olmak, genel ahlak ve namus anlayışı, gelenek- görenekler, toplumsal ve ekonomik yapı, eğitimin düzeyi ve niteliği, ataerkil erkek egemen toplum anlayışı gibi faktörlerle birleşince kadının ‘öteki’ konumuna indirgendiği, nesne olarak değer biçildiği bir toplumla karşı karşıya kalıyoruz.

Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün yaptığı araştırmaya göre 36 milyon kadın nüfusun yaşadığı ülkemizde 18 milyon kadın şiddet görüyor. ‘İkinci’ ve ‘öteki’ konumuna indirgenen, ekonomik özgürlüğünü kazanma olanağı bulamayan, sürekli baskı altında tutulan ve ‘hayatının öznesi olma’ hakkı ve şansı elinden alınan kadın, bir süre sonra aile içindeki şiddetten dolayı sürekli kendini suçlayan bir davranış içine giriyor, pasif, pesimist davranışlar sergiliyor. Bir kısmında kişilik bozuklukları, depresyon veya şizofrenik eğilimler gözleniyor.
Bu durum toplumsal yapının sağlıklı işlememesiyle, yıkımlarla sonuçlanarak inşa etmeye çalıştığımız ideal toplum yapısından uzaklaşmamıza ve çöküşümüze sebep oluyor.





Tüm bunlara rağmen iyi haberler de var diyebiliriz. Uzun yıllardır kadın ile şiddet kelimesinin yanyana kullanılması bir tabu iken son 10 yılda kadına şiddetle mücadelede, kadının ekonomik anlamda güçlendirilmesinde, sosyal hayata ve eğitim hayatına katılımında muazzam bir değişim ve dönüşüm olduğunu görüyoruz.
Çözüme yönelik çalışmaların hız kazanmasında mücadele eden kadınların yanısıra yurtdışından fon sağlanması, özel sektörün ve finans sektörünün desteği, sivil toplum örgütlerinin bilinçli çalışmaları büyük önem taşıyor elbette. Buna rağmen şiddet bitmiyor ama azalma sağlanıyor veya çözüme yönelik reflekslerde ciddi bir ilerleme kaydediyoruz.
Kadınlara uygulanan şiddetin, kanunlarımızdaki haksızlıkların, tacizin, tecavüzün, zorla evlendirilmelerin, namus cinayetlerinin, ahlâk konusundaki çifte standartların, kız çocukların okutulmamasının, kocaya satılmasının, bekâret kontrollerinin, kumanın, berdelin, başlık parasının, çağı geçmiş geleneklerin, kadının zorla ev içine mahkûm edilmesinin, kendi bedenine sahip çıkamamasının, çok çocuk doğurtulmasının, evin reisinin erkek olmasının sorgulandığı bir dönemden geçiyoruz.




Üniversiteyi bitiren her iki erkeğe karşı üç kadın mezun
Hangi nedenle olursa olsun, baskı altına alınan, hırpalanan, canı acıtılan her tür canlı, bir an gelir uyanır, ayaklanır ve hakkını ister. Kadını erkeğin boyunduruğundan kurtaracak olan şeyse çalışma yoluyla gelen hak ve özgürlüktür. Kadınlar bu düşünceden hareketle gitgide bilinçleniyorlar, hızla uyanıyorlar ve bunun yolunun eğitimden geçtiğinin farkındalar.
Şu anda dünya genelinde inanılmaz ve daha önce karşılaşmadığımız bir süreç yaşanıyor. Bugün üniversiteyi bitiren her iki erkeğe karşı üç kadın mezun oluyor. Kadınlar ve erkekler arasındaki güç dinamikleri çok hızlı bir değişim evresinde. En önemli yerlerde kadınlar herşeyi kontrol altın alıyor, pekçok meslekte sayıca baskın hale geliyorlar. Yöneticilerin %50’den fazlası kadın.

Yapılan araştırmalar bundan sonraki 10 yıl içinde büyüyeceği tahmin edilen 15 sektörün ikisi hariç diğerlerinde kadınların baskın olacağını ve global ekonominin el değiştirip kadınların erkeklerden daha başarılı olabildiği bir yer haline geleceğinin sinyallerini veriyor.
Kadınlar dünyayı değiştiriyor

Bu ekonomik değişiklikler kültürümüzü, alışkanlıklarımızı, yaşam koşullarımızı, harcamalarımızı hızla etkiliyor. Elbette dizilerimizi, evliliğimizi, flört sürecimizi ve Kanuni, Behlül, Ezel, Hürrem, Bihter, Evşen’li yeni süper kahramanlarımızı da.

Yıllardır bilincimize işleyen ‘ilk doğan erkek çocuk’ fikri ise şimdilerde oldukça demode. Erkeğin her zaman egemen olduğu 200.000 yıllık bir süreç artık gerçekten de sona eriyor. Keza istatistikler ve nüfus sayımları Hindistan, Çin, Güney Kore gibi ataerkil toplumlarda bile ailelerin artık eskisi gibi erkek çocuk istemediğini, Amerikan üreme merkezlerinde çiftlerin %75’inin kız çocuk talep ettiğini gösteriyor.
İçinde bulunduğumuz ekonomik gelişmeler aile ve evlilik yapısında da son 10 yıldır değişimi zorunlu kılıyor. Kadınlar işgücünün büyük bölümünü oluşturuyorlar.
ABD’de yapılan kamuoyu araştırmaları genç kadınların genç erkeklerden daha çok kazandığını ortaya koyuyor. Bu kadınların ortak noktası kendilerini çevrelerindeki erkeklerden daha çok para kazanır şekilde düşünerek yetiştirilmeleri.

Omega erkek sayısı artıyor
Şimdiye kadar üretim ve tüketime dayalı bir ekonomimiz vardı, şimdiyse hizmet sektörüne, bilgi sektörüne ve yaratıcılığa dayalı bir ekonomimiz var. Kadınlar bu becerileri edinmede erkeklerden çok daha ilerideler. Çünkü günümüzdeki ekonomi artık bambaşka beceriler gerektiriyor. Akıllı olmanız, konsantre olmanız, insanları dinlemeniz, açık olarak iletişim kurmanız ve eskisinden farklı çok daha değişken olan bir işyerinde çalışmanız lazım. Bunlar kadınların çok iyi yaptığı şeyler. Dolayısıyla genellikle iş bulamayan, ebedi ergen, sevimsiz yabani, mutlu bir koltuk müptelası olarak karşımıza çıkan ‘omega erkek’ sayısı gittikçe artıyor.

Hindistan’da fakir kadınlar erkeklerden daha hızlı İngilizce öğreniyor ve Hindistan’da büyük endüstri olan çağrı merkezlerinin ihtiyacını karşılıyor. Çin’de özel girişimlerin sayısı artıyor, kadınlar yatırıma daha çok önem veriyor. Güney Kore gibi 1970’ler ve 80’lerde kadının sosyal yerinin yasalarla ikinci sınıf olarak düzenlendiği ataerkil toplumda, kadınlar erkek çocuk doğuramazlarsa cariye/kuma muamelesi görüyorlardı. Aileler kızlarının canını alması için Tanrı’ya yalvarıyorlardı ki yerine bir erkek çocuk gelebilsin. Şimdiyse tüm dünyada tersine bir dönüşüm yaşanıyor. Kadınlar nesne olmayı reddedip, onları nesne olarak görenleri özne olarak görmeye zorlayacaklarının sinyallerini veriyor.

Tüm bunların ışığında söylemek gerekir ki bilgi ve bilim çağının gelecek günlerinde kimse kimseye istemediği bir şeyi zorla yaptıramayacak. Dolayısıyla erkekler artık ‘nerede yanlış yapıyorum, ne yaparsam daha adil, daha sürdürülebilir, daha barış dolu bir yaşam varolabilir önümde’ diye şapkayı önüne koyup düşünmek, gerekiyorsa destek almak zorunda.


Artık kadın veya erkek herkes için değişim zamanı..



Türkiye’de bu değişimin öncülerinden aile içi şiddeti, özellikle kadına yönelik şiddeti önemseyen, kendilerini kadın sorunlarına vakfeden, kadının elinin güçlenmesi ve bilinçlendirilmesi için yollar, şehirler kat eden, yüzlerce kadına yardım eli uzatan, kadınların sesini kamuoyunda duyurmak için yıllardır emek sarf eden bir ekip ve proje var ki son 7 yıldır kadınların hayatına dokunmayı başarıyor.
'Aile İçi Şiddete Son' Proje Kooordinatörü Neşe Hacısalihoğlu ile gerçekleştirdiğim söyleşi her bireyin ve kurumun yapacak birşeyi olduğu fikrini yeşertiyor içimde.
Türkiye’de 36 milyon kadın yaşıyor. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün araştırmasına göre ülkemizde her 10 kadından dördü şiddet görüyor. Kırsal kesimde bu oran beşe yükseliyor. Bu sonuç Türkiye’de 18 milyon kadının şiddet gördüğü anlamına geliyor.
Aile içinde şiddet uygulayanlara da şiddet mağdurlarına da toplumun her kesiminde rastlanabiliyor. Birçok kadın birlikte yaşadığı erkek veya kocası tarafından şiddete maruz kalıyor ve bu şiddet sınıf, etnik köken ve sosyo-ekonomik düzey gözetilmeksizin uygulanmaya devam ediyor.
Kadının nitelikli bir yaşam sürmesinin önünde engel oluşturan ve çözüme kavuşması gereken pekçok konu da önemli bir sosyal sorun olarak karşımıza çıkıyor. ‘Kadının adı yok’ söylemlerinin üzerinden henüz çok geçmemişken sessiz kalmayı reddedip kadınların yaşadığı bu kısır döngüyü değiştirmeye gönüllü bir proje ise son yıllarda sık sık gündeme geliyor.





Hürriyet Gazetesi’nin sosyal sorumluluk projesi olarak 7 yıldır başarıyla yürüttüğü Aile İçi Şiddete Son Kampanyası’nı, kampanyadan hareketle 2007’den bu yana kadınlara destek olmayı amaçlayan Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı’nı ve gelişmeleri proje Koordinatörü Neşe Hacısalihoğlu konuştuk.
Kadın neden şiddet görür?

Kadın birçok nedenle şiddet görür. Temelde 10 kadından 4’ü şiddet görüyor, dünyada da durum çok farklı değil, ortalama 3-4 kadından biri şiddet görüyor. Projeye başlarken şiddetin normal aile yapısı içinde görülen bir davranış olduğu bilgisinden yola çıktık. En çok üzerinde durduğumuz ‘öğretilerimiz’.


Toplumun da şiddeti beslediği, şiddeti çocuk yetiştirme biçimi olarak kullandığı ve bu nedenle şiddet gören ya da gözleyen çocukların yetişkin olduğunda %30’unun ailesine şiddet gösterdiğini söyleyebiliriz. Bu çok büyük bir oran. Şiddet, ailenin içinde öğrenilen bir sorun çözme davranışı olarak öğretiliyor. Çocukken ailede, yetişkin olduğunda kendi ailesinde ve kendi çevresinde yaygın bir şekilde şiddet uygulayan erkeklerin çoğu başka bir yol öğrenemiyor. Değer yargılarımızı gözden geçirmemiz, yeni değer yargıları oluşturmamız lazım, burada topluma çok büyük görev düşüyor.



SESSİZ KALMAKLA ŞİDDETİ BESLİYORUZ



Şiddet aile içi bir mesele midir?


Hala aile içi meseledir diyen oran çok yüksek, komşumuzda ses duyduğumuzda müdahele etmiyoruz, belki ölümle sonuçlanıyor. O nedenle şiddeti besliyoruz, onaylıyoruz. Sokakta anne çocuğuna ‘edepsizlik ‘gibi ifade edilen tavırlar gösterdiğinde haksız değil, çocuk hak etti diye onaylıyoruz. Bu daha ilerde ergen çocukları da durdurma biçimi olarak uygulanıyor, ona da ses çıkarmıyoruz, eti senin kemiği benim deyip öğretmene veriyoruz. Kızını dövmeyen dizini döver deyip kendi evladımızı döverek terbiye etmeye çalışıyoruz. Değişmekte olan ülkelerde şiddet daha beslenen bir şey, adına töre diyoruz, namus diyoruz, bir şekilde bunları haklı çıkaracak, normalleştirecek yollar bulmaya çalışıyoruz.



HER 2 KADINDAN BİRİ FİZİKSEL ŞİDDET GÖRÜYOR



Kadınlar size en çok hangi şikayetle geliyor? Daha çok hangi şekilde şiddet görüyorlar? Fiziksel şiddet mi ruhsal şiddet mi, ihmal mi?


Kadın farkındaysa paylaşıyor. Bizi her 2 kadından biri fiziksel şiddet nedeniyle arıyor ama fiziksel şiddet hiçbir zaman tek başına değil. Duygusal şiddet ya da cinsel şiddet, ekonomik, sosyal şiddet de buna eşlik ediyor mutlaka. Sadece duygusal şiddet nedeniyle arayan da var, arayan 4 kadından biri duygusal şiddet gördüğünü iletiyor.



Cinsel şiddet zaten en zor ifade edilen şiddet türü ancak kadın fiziksel şiddet nedeniyle aradığında konuşmalarından çıkarabiliyoruz. Sosyal şiddet hiç ifade edilmiyor. Kadın, ailesiyle görüştürülmemesini kıskançlığa bağlıyor ama aslında bu sosyal şiddet. Zorla evlendirilme, arkadaşlarıyla, komşularıyla görüşmesini yasaklama biçiminde karşımıza çıkıyor sosyal şiddet. Şiddet gösteren bir şekilde mağdurun çevresini daraltıyor. Çünkü ne kadar az insan bilirse o şiddet o kadar devam edecek ve rahat uygulayacaktır. Kadın genelde ihmal edildiğinin çok farkında olmuyor.



KADINLARIN BANKAMATİK KARTI ERKEKLERİN CEBİNDE



Ekonomik şiddet hiçbir zaman tek başına olmuyor, hakaret, aşağılama ya da fiziksel şiddetle destekleniyor. Ülkemizde birçok kadın ekonomik şiddeti gönüllü olarak kabul ediyor. Birçok kadının bankamatik kartı kocasındadır. Bütçe ortak yapılıyorsa bankamatik kimde olursa olsun fark etmez ama bizim ülkemizde genelde bütçeyi erkek kendi istediği biçimde yapar, kadın ne kadar maaş aldığının bile farkında değildir. Kadın çalışıyor olmasına rağmen, gönüllü olarak kartı kocasına verir, bazı kadınlar istemediği halde vermek zorunda kalırlar.


Üniversite mezunu pekçok kadın var, evlendikten sonra çalıştırılmıyor. Çalışmaya gücü, yetisi var ama bir insanın baskısıyla çalışamıyorsa bu da ekonomik şiddettir. Sadece para değildir konu, kadının varoluşu var, erkek onu yok ediyor.



ŞİDDET KONTROL EDİLEBİLİR

Şiddetin bir nedeni de biyolojiktir diyebilir miyiz?

Doğuştan gelen bir şey yok. Bizim doğuştan getirdiğimiz şey ‘kızgınlık duygusu’dur. Bu duygu aslında bizi iki şekilde korur. Biri bizim haklarımıza tecavüz ettiğinde, sınırımıza girdiğinde kızarız ya da kendi hayat hedefimizden saptığımızda kızarız ama saldırganlık, şiddet bu kızgınlık kontrol edilemediğinde ortaya çıkan bir davranış biçimi. Şiddet kontrol edilebilir, doğuştan gelen bir şey değil. En çok da ‘öğretiler’le ilgili bir durum.

ŞİDDET GÖSTEREN DE MUTLU DEĞİL

Şiddet uyguladığını söyleyen/kabul eden ve sizden yardım isteyen erkekler var mı? Nasıl yardımcı oluyorsunuz?

Aile İçi Şiddet Yardım Hattı’nı %3 oranında erkekler de arıyor. Çok az bir kısmı ‘ben şiddet gösteriyorum ama göstermek istemiyorum, bana yol gösterin’ diye arıyor. Bizi aradıklarında hattı özel eğitim almış psikologlar açıyor, arayanın durumuna göre konuşuyor ve yönlendiriyorlar. Genellikle daha profosyonel desteğe ihtiyaçları oluyor. Psikolojik destek almaya yönlendiriyoruz, bazıları gitti ve başarılı da oldular. Erkeklerin ‘öfke kontrolü’nü öğrenmeleri gerekiyor.

Erkek bizi aradıysa birşeyleri paylaşma ihtiyacında oluyor ve tabii ki konuşuyorlar. Çünkü şiddet gösteren de mutlu değildir. Değişimin çok verimli olması isteniyorsa düzenli psikolojik destek alınması lazım.

GENÇLERE VE ÇOCUKLARA ŞİDDET DE ÇOK YAYGIN

Kadın kadar çocuklar da şiddete maruz kalıyor, hem anne hem baba dövüyor. O yüzden Aile İçi Şiddet diyoruz. Çevreden çocuğunu döven anne babayı da şikayet eden tanıdıkları, komşuları olabiliyor. Onlara da müdahele ediyoruz. Çocuk polisiyle veya sosyal hizmetlerle işbirliği içinde hareket ediyoruz. Gerçekten şiddet varsa belki koruma altına alınıyorlar veya aile sosyal hizmetler tarafından psikolojik destek almak üzere aile danışma merkezlerine yönlendiriliyor. Yine çocucuğunu döven ve pişman olan annelere de yol gösteriyoruz.

Genç dediğimiz grup var. Ailenin şiddetinden dolayı bizi arayan, psikolojik şiddet gören, babanın, ağabeyin, amcanın yakın akrabaların şiddetinden şikayet ederek arayan var. 18 yaşını geçen genç kızları sığınma evine gönderebiliyoruz. Bu yaşın altındaki küçükleri de yetiştirme yurtlarına gönderiyoruz ama 18 yaşından büyük erkekler için hiçbir şey yapamıyoruz, onları sokağa bırakıyoruz, bu çok acı. Ülkemizde 18 yaşında olan çok küçük bir azınlık ekmeğini kazanabiliyor dolayısıyla ona güvenli bir yer sağlayamamak da büyük bir problem.

Kadınlar için durum nasıl? Varolan sığınma evleri ihtiyacı karşılıyor mu?

Türkiye genelinde 60 sığınma evi var. 50.000’i aşan belediyelerde sığınma evi açma zorunluluğu var ama 50.000’in altındaki yerlerde zaten yok, üstündekilerin çoğunda yok. Şu an koskoca İstanbul’da 10 tane sığınma evi var, kapasiteleri 300’ü bulmuyor. 15 milyonun yarısının kadın ve çocuk olduğu bir nüfusta bu sayı çok yetersiz, acil durumda olanlar alınıyor ama bu sefer ötekiler acil duruma gelmiş oluyor. Acil duruma geldiklerinde zaten bir travma yaşadıkları için üzerlerinde daha fazla çalışmak gerekiyor, daha fazla kalması gerekiyor ama 3-6 ayda ortalama barınma süresi var.

Mor Çatı’da genellikle ayakları üzerinde duruncaya kadar kalıyorlar. Bu şiddet yaşamış ve evini terk edecek duruma gelmiş kadın için hiç yeterli değil. Çalışmamışsa, hiçbir vasfı yoksa durum daha zorlaşıyor.

EĞİTİMLİ KESİM DAHA ZOR PAYLAŞIYOR

Şiddet öyle bir şey ki kadın çok pasifize, kendini güvensiz hale getiriyor. O yüzden üniversite mezunu olup parasını kazananların da şiddet gördüğü halde evden uzaklaşamadığını görüyorsunuz.

Eğitimli kesim daha zor paylaşıyor, eğitimsiz olan daha rahat ifade ediyor. Eğitimli olan bunun bir suç olduğunu, buna katlanmaması gerektiğini biliyor ama çeşitli nedenlerle anlatamıyor. Eğitimsiz olan diyor ki benim eğitimim yok, param yok, nereye gideyim, mecburen anlatıyor. Eğitimli olanlar kendi açılarından böyle bir mecburiyetleri olmadığı için saklıyorlar. Öyle bir kısır döngü ki duygusal olarak o çemberin içinden çıkamıyorlar.

Boğaziçi Üniversitesi ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet’ alan araştırması yaptı. Araştırmanın bir sonucunda gelir seviyesi erkekten yüksek olan kadının %42 oranında daha çok şiddete maruz kaldığı sonucu çıktı. Katılır mısınız?

Eğitim ve gelir düzeyi arasındaki orantısızlıklar şiddetin nedeni değil arttırıcı etkenidir. Normalde o insan şiddet göstermeye eğilimli değilse böyle bir bahaneye sığınmaz ama zaten şiddet göstermeye eğilimliyse, öfkesini kontrolde kullandığı bir yöntemse o zaman bu onun için bir bahane, arttırabilir. Hattı arayıp da kocam ilkokul mezunu ben üniversite mezunuyum onu için bana fiziksel şiddet uyguluyor ya da ben kocamdan daha çok kazanıyorum, mümkün olduğu kadar bunu hissettirmemeye çalışıyorum ama hiçbir şey değişmiyor, şiddet görüyorum diyen oluyor.

Evin gelirini erkek sağlar, evde otorite erkektir düşüncesi var temelde. Erkekler otoriteyi parayla da birleştiriyorlar. Evin geçimini sağlayamadığında karısı ondan daha fazla kazandığında bu bir eziklik duygusuna o da kızgınlığa, kızgınlık da şiddete yönlendiriyor. Kararları kadının vereceği endişesi oluyor.

Peki kişinin karakteri şiddeti etkiler mi?

Karakter doğuştan gelen bazı şeyler. Karakterin oluşumunda ailenin çocuğu yetiştirme dönemindeki öğretileriyse evet o zaman karakterler arasında farklılık oluyor ya da işte genç kızlarımıza nasıl birini istersin diye sorduğumuzda güçlü, kuvvetli, vurdumu ses getiren..vs. diyorlar. Maço tipi yüceltip ona yöneldiklerinde yarın hakkaten o vuruş onlara yöneliyor. Biz bazı şeyleri kendimiz destekleyip idealmiş gibi sunuyoruz. Kadın olarak bunları besliyoruz. Oğlumuza güçlü ol, ağlama diye öğretirken kızmıza da adam gibi birini seç, karı gibi gülüyor, kılıbık diye öğretiyoruz..

KILIBIK ÇOK İDEAL BİR ERKEK MODELİ

‘Kılıbık’ çok ideal bir erkek modelidir, kılıbık diye yaftalanır bizim ülkemizde. Karısına işinde, herşeyinde yardım eder, oturur konuşur, paylaşır. Bu aslında idealde istediğimizdir ama toplum tarafından yadırganır. İnsan olarak kadından birşey görmek istiyorsa biraz yükünü paylaşmalı erkek. Bazen eğitimlerde rastlıyoruz erkek karımı seviyorum, evimiz yüksek, cama çıkmaya korkuyor, silebilirim ama 1-2 sildim, çevreden bir sürü şey söylendi, şimdi geceyarısı siliyorum diyor. Mahalle baskısıyla olacak olan da engelleniyor.

Mesela çok yaygındır. Erkek annesi babası geldiğinde çok başka davranır. Onlar geldiğinde oturur, onlar yokken kadına çok yardımcı olur. Çünkü onların öyle bir oğul beklentisi var, o da ona uymaya çalışıyor.

2008 ve 2009’da Hürriyet Gazetesi işbirliğiyle ‘Hürriyet Hakkımızdır Treni’ projesi kapsamında tüm Anadolu’yu gezip toplumu bilinçlendirmek için çalışmalar yaptınız, oradaki durumu gözlemleme şansınız oldu. Nasıldı geridönüşümler, toplumun ilgisi? Büyükşehirle orayı karşılaştırdığınızda kırsal kesim daha mı fazla şiddet görüyor, Paylaşabildiler mi sizinle?

İlk sene ‘farkındalık yaratmak’ için halka eğitim verdik. Orada da gittiğimiz her ilde ya da ilçede gönüllü katılan halka farkındalık eğitimi sunduk. Güneydoğu’ya doğru gidildikçe eğitime katılan kadınların sayısı çoksa ve kadın kadınaysak daha çok paylaştıklarını gördük. Erkeklerin olduğu ortamda seslerini çıkarmıyorlar. Ege’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de öyle değil. Daha rahat ifade ediyorlardı.

EN VAHİM DURUMDA OLAN YERLER BÜYÜK ŞEHİRLER

Her yerde şiddet var. Batı’nın doğudan hiçbir farkı yok. En vahim durumda olan yerler büyük şehirler. İstanbul mesela. Varoş dediğimiz bölgelerde kendi köy ortamındaki özgür alanından kopup buradaki dört duvar arasına sıkıştırılmış birçok kadın var. Köydeki güvenli alanından da sıyrıldığı için erkek tarafından da baskı artıyor, daha çok geçimsizlik var. Şiddeti arttırıcı etken büyük şehirde daha çok.
Öte yandan kırsal alanda kadınlar henüz şehirdeki kadar haklarının farkında değiller. Yaşamı olduğu gibi görüyorlar, erkek sever de döver de mantığı var.





İÇ ANADOLU ŞİDDETİ KABULLENİYOR, DOĞU’DA TAM TERSİ
İç Anadolu’da şiddeti kabullenme var. Şiddet görüyorlar ama hak ettiklerini düşünüyorlar. Güneydoğu’daki kadınlar kabul etmiyorlar, haklı bulmuyor, karşı çıkıyorlar. Birçoğu yasal haklarını bilmiyordu, şiddetin bir suç olduğunu bile farkında değillerdi. Sosyal, cinsel, ekonomik şiddetin şiddet olduğunun farkında bile değillerdi.

2. yıl şunu fark ettik. Henüz Türkiye’de bir sistemleşme yok. Görünürde var gibi. Yasalar, polis, sığınma evleri var ama kadın polise gittiğinde yasaların gerektirdiği gibi işlem görüp sığınma evine hemen geçemiyor, o süreç çok kolay değil. Kurumlar arasında bir kopukluk var, yeni bir eğitim programı hazırladık.
2. yılda mağdurla ve suçluyla çalışan bütün kurumlar polis, sosyal hizmetler, sağlık, jandarma, nüfus gibi kurumları biraraya toplayıp mağdur olana nasıl etkin bir biçimde uzun süreli yardım edilebiliri araştırdık, bunun eğitimini verdik. 3 yıldır hattaki gelişmeyi görebiliyoruz. Aldığımız duyumlara göre emniyet içersinde aile içi şiddete yönelik birimler oluşturmak üzere çalışmalar var. Bu çok önemli bir gelişme.
AYIP KAVRAMINI VURGULAMALIYIZ
Ayıp kavramını vurgulamalıyız. Şiddet göstermek ayıp, utanç verici bir durum. Birey olarak bunu yapanın ayıplanması gerek, sırtının sıvazlanmaması, desteklenmemesi gerek. Temelde konunun ilköğretim müfredatına girmesi lazım. Kişinin öfkesini nasıl yöneteceği, çatışmaları nasıl çözümleyeceği öğretilse şiddet belki yarıya düşer, tamamen ortadan yok olması mümkün değil. Çünkü kızgınlık güçlü bir duygu, şiddetle sonuçlanıyor.

Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü bütün devlet kurumlarına eğitim veriyor. Biz de erkek zihniyetini değiştirmeye yönelik bir eğitim programı hazırlıyoruz bu yıl. 11 Mart’ta nöropsikolog Michael Koffman’ı ağırlayacağız.

Fiziksel istismara maruz kalmış kadınlar genellikle ciddi bir sorun olmadığı sürece acil servis veya doktora başvurmuyor, başvurduklarında ise korkudan ve çekingenlikten geliş sebeplerini saklayıp konunun aile içinde kalmasına özen gösteriyorlar. Sizin şiddet gören ve bunu kendi içinde çözmeye çalışan kadınlara önerileriniz ne olur?

Sığınmak istiyorum diye arayanların büyük çoğunluğu ekonomik yönden kocasına bağımlı yaşayan, kalifiye bir eğitimi, işi olmayan, çaresiz kadınlar. Genel tablo bu.

Bizden illa bir şey istemeleri gerekmiyor sadece paylaşmak iyi gelecekse arasınlar. Bazen paylaşmak ve rahatlamak da etkili oluyor. Arayan hiçkimseyi ne ayıplıyoruz ne yargılıyoruz ne de suçluyoruz. İstemediği birşeye zorlamıyoruz sadece ona destek olmaya çalışıyoruz. Anlatmak, haklarını öğrenmek ya da nereye başvurmak istediğini öğrenmek istiyorsa mutlaka destek oluyoruz. Yeter ki arasınlar.

ŞİDDET GÖREN KADIN UTANIYOR

Ters işleyen bir çark var. Şiddet gören kadın fark edildiğinde ‘seni sıkıntılı görüyorum, paylaşmak istersen buradayım’ mesajı verilmeli. Kadın utanıyor ama birgün yardım istemeye karar verirse onu görmezden gelenlerden istemesi çok daha zor. Görüp ihbar etmemek bir suç. Ona hiçbirşey söylemeden arayabilirsiniz. İhbarda bulunabilirsiniz. Kadın çaresiz değil, kabullenmek zorunda değil.

Kadınlar ‘yardım hattı’ haricinde nerelere başvurabilirler?

İlk etapta acil durumsa 155 Polis, 156 Jandarma. Bir de sosyal problemi olan çocuk, kadın ve yaşlılar için 183 Sosyal Hizmetler Hattı aranabilir. Bize ulaşmak isterlerse 7 gün 24 saat 0 (212) 656 96 96 ve 0 (549) 656 96 96 numaralı Acil Yardım Hattı’nı arayabilirler.
7 SENE ÖNCE AİLE İÇİ ŞİDDET DİYE BİR KAVRAM YOKTU
Son 10 yılda oldukça önemli bir yol kat edildi..
Bizim kampanyanın çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Basının bu işin içinde olması kurumları da daha harekete geçirdi. Polis ve sosyal hizmetlerin birer hattı vardı ama ikisinin arasında bir boşluk vardı. Aile İçi Şiddet Hattı bu boşluğu doldurup, kopuklukları engelleyip kurumlararası entegrasyonu sağlıyor ve hızla hareket edilmesine destek oluyor. Kurumların arasındaki kopuklukları tespit edip sunduğumuz raporu, emniyet çok iyi kullanıyor. Valilik kanalıyla bütün vak’alardaki hatalı tutumları günüyle, saatiyle, karakolun adıyla gönderiyoruz ve derhal onları işleme sokuyorlar, muazzam bir değişim var. %62 polisten geliyor vak’alar bize.

Mor Çatı’nın Türkiye için rol model olarak alınabilir diye önerdiği İspanya’da uygulanmaya başlanan şiddet mahkemeleri, elektronik pranga, siyatte kota uygulaması, kadına özel daire gibi önlemlerden bahsediliyor. Türkiye’de çok mu zor bunları uygulamak? Çok farklı toplumlar değiliz.

Bir filmden yola çıkarak söylemek istersem ‘Gözlerimi de Al’ diye bir İspanyol filmi vardı. Galasını Aile İçi Şiddet Kampanyası yaptık. Orada en çarpıcı şeylerden biri hiç fiziksel şiddet gösterilmeden şiddetin çok iyi hissettirilmesiydi. Bazı tedbirler uygulanıyordu filmde. Öfke kontrolü için kurslara gidilmesi, tedavi süreci vs. Tablo aynen Türk erkekleri gibi, inanılmazdı. Aynı şekilde direnç ve tepki gösteriyorlar, aşağılıyorlar..
Biz daha polise bile gidemezken pranga kullanılabilir mi bilmiyorum, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun var ama o kanun uygulandığında bunu polisin takip etmesi lazım ama edilmiyor, yeterince takip edilmeyince ölüyor kadınlar.
Teknolojinin yaygınlaşmasıyla daha çok kadın dış dünyayla tanışma olanağı buldu. Aynı sorun etrafında toplanan kadınlar, internet yoluyla sanal ortamda kurulan e-gruplarla biraraya gelip birbirleriyle etkileşim ve iletişim kurabilir hale geldiler/ geliyorlar. Çalışmalarınızda teknolojinin kadınlar üzerindeki etkisini görebiliyor musunuz?


Kadınlar öğrenmeye isteklidir, bilgisayar keşke yaygınlaşsa. Bize web sitesinden ulaşanlar var, yazılı gönderiyorlar, biz de yazılı olarak cevap iletiyoruz. En başta şiddet gören kadınların şunu hissetmeye ihtiyaçları var. Bu şiddet karşısında gösterdikleri davranışlar çok normal.

DURUM ANORMAL ŞİDDETE KARŞI GÖSTERİLEN HERŞEY ÇOK NORMAL
Durum anormal, şiddete karşı gösterilen herşey çok normal. Yalnız değiller, yüzlerce, binlerce kadın var. Bunu anlamak çok iyi geliyor. Evinde telefonu olmayan da var ama bizi cep telefonuyla arayan daha çok, bu yüzden teknoloji çok önemli, doğru yere ulaşımı kolaylaştıran birşey. Evinden arayamadığı için sokağa ya da balkona çıkıp arayabiliyor kadın. Biz ulaşabiliyoruz, evinden kaçıyor, sokakta yakalıyoruz, polisle işbirliği yapıp telefonun sinyalinden buluyoruz.
Özel sektörden de şimdiye kadar hiç görülmedik bir destek var değil mi? Kadının ekonomik yönden güçlendirilmesi için proje üretiyor, mikro kredi kullandırıp yeni iş sahaları oluşturulmasını ve istihdam sağlanmasını çok önemsiyorlar..
Evet, güzel bir destek var. Kadın girişimci dernekleri, iş alanında söz sahibi olan insanların bu konuya bir kota ayırması lazım. Bu kadınların çoğu ayaklarının üzerinde duramadıkları için şiddet görüyor. İşveren işyerinde şiddet gören 1 kadın mağdura kota ayırsa eve geri dönme olayı daha da düşecek. İşverenler farkındalık yaratmak için işyerlerinden başlayabilirler.

‘Şiddete Son’ demek için Güldünya Şarkıları adlı bir albüm çıktı. Bu albüme Sezen Aksu’dan Ajda Pekkan’a Şebnem Ferah’tan Şevval Sam’a kadar 13 kadın destek oldu. Tüm geliri aile içi şiddet hattına aktarılan bir konser gerçekleşti. 2. yılda erkek sanatçılarla bu çalışmayı genişlettiniz. Şimdiyse Nilüfer ‘12 Duet’ albümüyle projeye katkıda bulunuyor..




Sanatçıların çoğu bu soruna katkıda bulunmak istiyor. Çok güzel geridönüşler alıyoruz. Bilet satış gelirinin tamamı Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı’na aktarılacak konser, 9 Mart 2011 saat 21.00’de İstanbul Kongre Merkezi Harbiye Salonu’nda gerçekleşecek.. Biletler Biletix’te satışa sunuldu.





ŞİDDETİN ÇEŞİTLERİ
Fiziksel şiddet: Dövme, tokatlama, tekmeleme, yakma gibi eylemlerin yer aldığı şiddet türüdür. Kadının eşi ya da partneri tarafından fiziksel saldırıya maruz kalması şeklinde gerçekleşir. Bazı olgularda psikolojik istismar, cinsel şiddet ya da evlilik içi ırza geçme (Tüm dünyada yaygın olarak kabul edilen ama henüz Türk Ceza Kanunu’nda yer almayan bir terim) ve/veya öldürme tehditleri ile birlikte de görülebilmektedir.

Fiziksel şiddetin en ağır biçimlerinden biri töre/namus cinayetleri bahanesiyle uygulanan şiddettir. Kadının giydiği kıyafet, gittiği yer, yabancı kişilerle konuşması, evlilik dışı ilişkisinin olması, evlilik dışı hamile kalması, bakire olmaması, aile ya da akrabaların uygun gördüğü kişi ile evlenmek istememesi, boşanması gibi bahanelerle kadına eşi ya da akrabaları tarafından şiddet uygulanması ya da öldürülmesi töre/namus bahanesiyle kadına uygulanan şiddettir. Bu suçun işlenmesine eş ya da akrabalar karar verebilmektedir. Töre/namus bahanesiyle uygulanan şiddet yasalarımıza göre suçtur ve cezalandırılmaktadır.
Duygusal/psikolojik şiddet: Çoğunlukla aşağılama, bağırma, sürekli eleştirme, yetersiz olduğunu söyleme, hiçbirşeyi beceremediğini, çocuklara bakamadığını söyleme, sevgi göstermeme, patolojik düzeyde kıskançlık, korkutma, reddetme, paranoya düzeyinde inanmama ve ne yaptığını araştırma şeklinde görülebilir. Eşle doğrudan iletişimi reddetmek, onunla konuşmamak, surat asmak, eşin, kendisini ifade etmesini, görüş ve düşüncelerini açıklamasını engellemek, zaaflarıyla alay etmek, duygusal sömürüde bulunmak, imalı konuşarak yanlış anlamalara meydan vermek, eşin kendisine olan güvenini ve saygısını yitirmesini sağlamak, eşin karar verme sürecinde şüphe etmesini sağlamak, eşin mantık sürecinden şüphe etmesini sağlamak, katı kurallar ve sınırlar koyarak baskı kurmak, eşin çevresiyle bağlarını koparmak ve eşinin hareket özgürlüğünü kısıtlamak şeklinde de tezahür edebilir.

Ekonomik şiddet: Evin masraflarını karşılamamak, hep sorun çıkarmak, gerekli olan harçlığı vermemek, çalışmasına izin vermemek, çalışanın elinden parasını veya banka kartını alıp geri vermemek, işten atılmasına yol açacak olaylar yaratmak, paranın ve mal/mülkün kontrolünü elinde bulundurmak, kadının para istemesini beklemek, paranın nereye harcandığını kontrol etmek, para yönetimi konusunda kadını eleştirmek ve etiketlemek. (Müsrif, aptal, doğru dürüst parayı harcamayı bile bilmezsin v.s gibi ithamlarda bulunmak)

Cinsel şiddet: Bu tip olaylar genellikle kadının rızası olmadan istemediği yer ve zamanda cinsel ilişkiye zorlamak, başka insanlarla cinsel ilişkiye zorlamak, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya zorlamak, kürtaja zorlamak, namus gerekçesiyle öldürmek veya öldürmeye zorlamak şeklinde gerçekleşir. Fiziksel istismarla birlikte görülür.


Kadınların %27’sinin çocukluğunda cinsel istismara uğradığı tahmin edilmektedir. Cinsel istismara uğrayan kişilerde depresyon, suçluluk, azalmış özbenlik kaygısı, başkalarına güvenememe, intihar düşünceleri, öfke nöbetleri, kendinden utanma, anksiyete, kendi bedenini reddetme gibi semptomlar görülebilir.

Sosyal şiddet: Eşi başkaları önünde sürekli küçük düşürmek, başkaları önünde kadının zaaflarıyla alay etmek, başkalarının önünde, kıskançlık gösterilerinde bulunmak suretiyle eşin davranışlarını kontrol etmek, eşin evden çıkmasına izin vermemek, sosyal ilişkilerini kısıtlayarak yalnız/ desteksiz bırakmak, aşırı kontrol etmek, katı kurallar ve sınırlar koyarak baskı kurmak vs. şeklide özetlenebilir.

Sözel şiddet: Söz ve hareketlerin düzenli bir şekilde korkutma, sindirme, cezalandırma ve kontrol aracı olarak kullanılmasıdır. Sözel şiddete ilişkin davranışlardan en belirgini, kişinin değer verdiği konulara yönelik güven sarsmak ve kadını yaralamak amacıyla belirli aralıklarla çok ağır hakaret ve sözler söylemektir. Kadını küçük düşürücü adlar takmak ve sık sık olumsuzbir şekilde eleştirmek ve alay etmek de sözel şiddet kapsamında değerlendirilmektedir.

İhmal: Kadın ihmalinin önemli göstergelerinden biri onun adeta eve hapsedilmiş olması gerçeğidir. Zamanın hemen hemen tümünü evde geçiren çoğu kadın açık havanın, ışığın ve aydınlığın nimetlerinden büyük ölçüde yararlanamamakta, kocası daralan bu yaşam alanını biraz daha yaşanılır hale getirme adına eşine yardımcı olmamaktadır. Kadının erkek tarafından ihmali işte de aşamada ortaya çıkmaktadır .