Roma'ya Sevgilerle ve Woody Allen'dan İtalya Esintisi


Beklentilerimi yüksek tutarak gittiğim Woddy Allen’ın Roma’da geçen son filmi Roma'ya Sevgilerle..
 
Roma’da geçen dediğime bakmayın, ortada bir senaryo yok. Bir filmde,  birkaç parodi veya hikaye(cik) desek daha doğru. Hakkını yemeyelim (haddime de değil zaten) yönetmen kendi oynadığı Jerry rolünde gayet başarılı. Espriler, beden dili, tipik Amerikan üslubu şahane ama diğer kareleri sadece ‘Şöyle bir Roma’yı göreyim’ ya da daha önce gittiyseniz ‘Biraz Roma’yı anımsayayım’ niyetiyle izlemek  daha mantıklı.  
 
 
Film Roma’nın merkezi kabul edilen Venedik Meydanı’nda İtalyan trafik polisinin İtalyanca girizgahıyla başlıyor. Domenico Modugno’nun 1958’deki Eurovision’da üçüncü olan ‘Nel blu di pinto di blu’ yani ‘Volare’ şarkısı ile kamera İtalya sokaklarında dolaşmaya başlıyor.
 
 
Filmdeki hikaye(cik)ler biri bitip diğeri başlar şekilde değil, birbiriyle ilgisi olmayan ama parça parça birbirini tamamlayan şekilde kurgulanmış.

 
Amerika’dan turist olarak Roma’ya gelen Hayley (The Newsroom dizisinden hatırlayacaksınız- Kanadalı oyuncu Alison Pill) ile komünist genç avukat Michelangelo (Benim Adım Aşk filminden hatırlayacaksınız- Flavio Parenti) yol tarif ederken tanışıyor.
 
 
Michelangelo yol tarif etmeyi bırakıp genç kıza Roma’nın ünlü mekanlarını dolaştırmaya başlıyor ve birbirlerine aşık oluveriyorlar.
 
 
Bir süre sonra kızın Amerikalı annesi ve obsesif-nevrotik babası (Jerry- Woody Allen) kendilerini çocuğun ailesiyle tanışmak için geldikleri Roma’da buluyorlar. (Allen’ın uçak sahnesindeki türbülans esprisi iyiydi.)
 
 
Aile mütevazı, tipik, gelenekçi İtalyan ailelerinden. Michelangelo’ın cenaze levazımatçısı babasının sesine takan eski opera çalışanı Jerry, adamın operada sahne almasını sağlıyor (daha doğrusu adamı ve aileyi buna zorluyor.)
 
Sesi aslında o kadar da iyi olmayan dünür, kendini bir anda sahne üzerindeki duşta arya söylerken, opera dinleyicilerinin karşısında buluyor. Elbette komünist avukat adayı oğlu ve muhafazakar eşi bu durumu hiç tasvip etmiyor.
 
Ooo sole miiiooo?
Diğer hikayede mimarlık öğrencisi Jack’in rutin hayatı, sevgilisi Sally’nin Los Angeles’ta tiyatro sanatçısı olan arkadaşı Monica’nın gelişiyle şöyle bir dalgalanıyor.



Monica, entelektüel görünmeye çabalayarak karşısına çıkan erkekleri kolaylıkla tavlayan, şeytan tüyü yutmuş, daldan dala atlayan, hınzır hatun karakterini canlandırıyor. Jack’i aurasına alması da uzun sürmüyor. Bazı sahnelerde Jack’in akıl hocası eski mimar John (Alec Baldwin) rolünü çok gereksiz buldum, hatta sırıtmış diyebilirim.
 
 
Bir diğer karede ise, İtalya’nın küçük bir kasabasından Roma’ya yeni bir hayat kurmak için gelen çiçeği burnunda evli çift Antonio ve Milly’nin akrabaları dolayısıyla iyi bir işe sahip olacakken ‘tatlı’ aksilikler üstüste gelince kendilerini farklı ortamlarda bulmaları konu ediliyor.
 
 
 
Bu karelerde beni en çok güldüren  fahişe Anna rolündeki Penelope Cruz oluyor. Her zamanki İspanyol edası, kırmızı elbisesi ve kırmızı ayakkabısıyla göz dolduruyor. Bir ara Milly kaybolup kendini bir film setinde buluyor, aktrist Ornella Muti’yi görüp ne alaka diyorsunuz..
 
 
Son hikaye ise İtalyan memur Leopoldo’nun bir sabah evinde traş olup kahvaltısını ettikten sonra arabasına binmek üzereyken üzerine adeta çullanan gazeteci ordusuyla güne başlayıp birdenbire etrafındaki basın ordusunun, “Bugün kahvaltıda ne yediniz?, Kahvenizi sütlü mü sütsüz mü içersiniz, uzun don mu slip mi giyersiniz” türünden absürd sorularıyla boğuşurken sebepsiz şöhreti anlamaya çalışması, önce isyan etmesi sonra da keyfini çıkarmasıyla devam ediyor. Ünlülere ‘gönderme’ var diyebiliriz.
 
 
Filme kaç puan verdiğimi sormayın J ama Aşk Çeşmesi’ni, İspanyol Merdivenleri’ni, şehrin meydanlarını görmek, tarihi ve sıcak Roma sokaklarını koklamak istiyorsanız Woody Allen’in son filmi Roma’ya Sevgilerle (To Rome With Love) izlemeye değer ve renkli bir film.
 
 
Hülya Meral
Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
Facebook: Hülya'nın Valizi




Coelho ile Yolculuk

 
Beş futbol sahası büyüklüğünde yılda 2 milyon kişinin ziyaret ettiği bir Kitap Fuarı düşünün.

İnanılmaz değil mi?
Yer Buenos Aires..Türkiye ile karşılaştırmayın bile, ben de o gaflete düştüm. Çeşitli şehirlerde saatler süren kitap fuarı kuyrukları bekledim ama hiçbiri hafsalamın alamayacağı kadar büyük değildi. Pavyon pavyon gezip gün sonunda tabanlarıma çöken ağrıya aldırmadan sanki bir daha o kitabı bulamayacakmışım gibi dayanamayıp onlarca kiloluk kitapla çıkmam da cabası. Tabii yüzümdeki gülümseme tarif edilemez..:) Gelecek yıl Buenos Aires Kitap Fuarı'ndan da aynı surat ifadesiyle çıkarken bir fotoğrafımı görebilirsiniz her an :)


Kitap ve Arjantin demişken Buenos Aires’ten bahsetmişken aklıma haliyle dünyada ve ülkemizde çok sevilen Güney Amerikalı yazarlar geldi ve içlerinde en sevdiklerim..
Gelin görün ki tam da bu yazıyı yazdığım sırada, masamda henüz bitmemiş olan Paulo Coelho’nun Hac kitabının durması da tesadüf olmasa gerek.
 
 Coelho’yu ilk 1997’de lise yıllarında okuduğum Simyacı kitabıyla tanımıştım. Kitap üniversite sınavına girmeme az kala bir zamanda karşıma çıkmış bana Eğer birşey istiyorsan, gerçekten istiyorsan, gerçekleşmemesi mümkün değildir çünkü bütün dünya bu amaç uğruna çalışacaktır!diyordu. İşe yaramadı da değil hani..
Arkasından diğer kitapları Piedra Irmağının Kıyısında, Portobello Cadısı, Veronika Ölmek İstiyor, Brida, Kazanan Yalnızdır, Elif, Zahir ve en sonunda (neden sona bıraktığımı bilmiyorum) ilk romanı Hac kitabı geldi.
Hepsiburada.com sitesinden alınmış görseldir.
 
Brezilyalı yazarın eserlerinin nerdeyse hepsi arayışa odaklı. Hayatın gerçek anlamda ne olduğuyla ilişkilendirilen kahramanlar ve olay örgüleri mevcut. Kader, yazgı, aşk vazgeçilmez konuları..Özetle; hiç bir zaman pes etme, vazgeçme ve arayışın sürsün diyor.
Hac ile 1986’da İspanya’nın Galiçya bölgesindeki Santiago Katedrali’ne yaptığı 700 km’lik hac yolculuğunu, Yol'u anlatıyor. Kitapta Yol'un kendisi amaç değil, kahramanın iç sesiyle buluşmasını sağlayan araç.
 
 
Üç hac yolu var. Biri Aziz Petrus’un Roma’daki mezarına giden yol, diğeri Hz. İsa’nın Kudüs’teki mezarına giden yol, üçüncüsü de kendi izlediği kitapta geçen yol.


Hac, aslen yazarın kişisel hayatında dönüşümler yaratan üçüncü yolun romanı. Çünkü bu yolculuk Coelho edebiyatının başlangıcı oluyor, bu kitaptan sonra diğer kitapları yayınlanmaya başlıyor.
 
 
Meditasyon veya yogaya ilgi duyanların severek okuyacağı bir kitap. Keza kitapta pek çok egzersiz var. (Mavi Küre Egzersizi, Diri Diri Gömülme Egzersizi, Nefes Alma Egzersizi, Su Egzersizi, Haberci Ritüeli..vs)
 
 
Yol’un metafor olarak kullanıldığı Coelho seçkisi kitaplardan Hac, yazarın iç sesinin kendi iç sesinize karışmasını sağlayabilir. Şimdiye kadar yazarın hiçbir kitabını okumadıysanız Hac, 'Coelho ile Yolculuk' için iyi bir fikir.
İyi okumalar
Hülya Meral

Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi
 
 
 

Yekta Kopan: Söylediklerimin teğellerine bakılmasını isterim

 
Dergilere şiir yollayarak başlayan bir yazın hayatı..
Önce Yarın Dergisi’nde 1982’de şiiri yayınlanıyor. Ardından dergiye öyküler, denemeler de gönderiyor. O zamanlar Ankara’da edebi muhitlerde bira ve Birinci sigarası pek tutuluyor. Hiçbir zaman bir aidiyet duygusuyla düşünce cemaatinin içinde olmak istemedim diye herhangi bir gruba dahil olmak istemediğini de açıkça belirtiyor. NTV Gece ve Gündüz Programı  sunucusu, yazar, seslendirme sanatçısı Yekta Kopan’dan söz ediyorum.
 
 
Kopan’ın ilgiyle takip ettiğim, kültür sanatla ilgili yorum ve eleştirilerini, fikirlerini paylaştığı http://filucusu.blogspot.com isimli bir bloğu da var. İyi ki var. İş güç koşuşturmacasında bir nebze olsun nefes almamızı sağlıyor.
İlk kitabı 30 yaşında yayınlanan Yekta Kopan’ın ilk zamanları soyutlamayı kurmaca bir metne nasıl entegre edebilirim diye düşünerek geçmiş. Olay örgüsü içinde yazmaya başlamasının Hayalet Gemi kitabıyla ortaya çıktığını belirten yazar, II. Yeni şiiri ve Güney Amerika edebiyatını sevdiğini özellikle vurguluyor. (sahi Güney Amerika edebiyatını sevmeyen var mıJ )
Askerden sonra Can Yayınları yazarlarından Murat Gülsoy ile tanışıyor. Eserlerinde yolunda gitmeyen insan ilişkilerini işliyor. Öykünün belli bir sınırla yazıldığı 90’lı yıllar en zor zamanlar..
Hangi yazarları izlediniz sorusuna, ‘Karbon Kopya’ya kadar etkilendiğim hepsine, alın işte bunlardan etkilendim dedim, bir çeşit saygı duruşu’ diye cevap veriyor.
Okumanın da geleneğe dayanan bir noktası var
Asıl hedefim iyi bir okur olmak diyen ve yazılan bir satırın peşinde olduğunun altını çizen Kopan, sevdiği, okuduğu, etkilendiği yazarları ise şöyle sıralıyor. Borges, Kafka, Nabokov, Calvino, Çehov, Tanpınar, Oğuz Atay, 50 kuşağının tamamı (modernistler). Feyyaz Kayacan, Özcan Ergüder (Maskeli Balo), Selçuk Baran gibi yazarlar da yine severek okuduğu isimler.
 
 
Ana akımdan çıkmak tu kakadır
Ana akımdan çıkmak okuyucu, yazar ve yayınevi için hoş karşılanmaz, tu kakadır. Biz okuyanlar ana akımın dışına çıkıyorsak erdemli insanlar değiliz. Hayat diye bir şey var. Bunu anlamlandırabilmek, korkularımızla yüzleşebilmek ve hayatı zenginleştirmek için yapıyoruz bunu.
Söylediklerimin teğellerine bakılmasını isterim
Hangi türde yazmayı seviyorsunuz sorusuna 'Türler arası ayrıma katılmıyorum. Nasıl yazmaya başlıyorsam öyle devam ediyorum (roman, öykü..v.s) Tanımlanmış, belirlenmiş anlatım tarzını sevmiyorum. Çerçeveyi sevmiyorum. Söylediklerimin teğellerine bakılmasını isterim. Meselesi olmayan sanata ve edebiyata inanmam.'cevabını veriyor.
Ankara iki şeyi sağladı bana
Ankara’dan İstanbul’a geldiği yılları çölden denize ulaşmak olarak tanımlayan Yekta Kopan ‘Ankara uzun yürüyüşlerin ve sohbetlerin şehridir. Garip yalnızlık duygusu çocukluğunuzu etkiler, sonra yazarsınız. Ankara iki şeyi sağladı bana. Çok okumamı, düşünmemi, araştırmamı ve çok geveze olmamı sağladı. ‘ diyerek Ankara'ya, çocukluğuna, gençliğine bir selam çakıyor. J
İyi ki Ankara’da yaşamış, iyi ki var, iyi ki yazıyor ve iyi ki gevezeJ
İyi okumalar


Hülya Meral

Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi

 

DÖRT MEVSİM ÇITIR ÇITIR BALIK: DİCLE FIRAT



Siz de balık yemeye çıkıp cüzdanı boşalarak mekandan ayrılanlardan mısınız?
Dört bir tarafı deniz İstanbul’da şüphesiz deniz ürünü yiyecek binlerce nokta, manzara izleyecek sınırsız alan var. Koca şehirde taze ve güvenilir deniz ürünü tatmak, balığın piştiği yağa, tavasına, sosuna güvenerek yiyebilmek  için hep alıştığımız ve bildiğimiz mekanlara gittiğimiz aşikar.
 

 Ben bu sefer bir değişiklik yapıp Kartal sahilde  günde ortalama 400 kişi ağırlayan  (bencilce gelecek ama çok da bilinmesini istemediğimJ) Dicle- Fırat’a gittim. Sahilde sıra sıra dizilmiş balıkçıların arasından girip deniz tarafına yürüdüğünüzde aradan bir vahaya açılıyor Dicle Fırat.
Ne salaş ne çok lüks. Deniz hemen yanıbaşınızda. Biraz ilerde tekneler ve balık tutmaya gelenler. Bir amca oltayı bir türlü denk getirip atamıyor. Yarım saat süren sabrını ilgiyle izliyorum.
 
 
Servis hızlı. Çalışanlar tertemiz. Mutfakta çalışanların ellerinde mutlaka eldiven var. Yediğiniz her şey el değmeden hazırlanıyor. (Kadın müşteri olunca böyle ayrıntılara dikkat ediyoruz..:) )
 
Önce açgözlülük edip birer porsiyon midye tava istiyoruz. Genelde şişe geçirilmiş kuş kadar midye yemeye alışkın gözlerimiz top top büyük midyeleri görünce zaten doyuyor. Midye bu kadarsa ana yemek hangi büyüklükte gelir acaba diye düşünürken nerdeyse menüdeki her balıktan söylüyoruz. Gidecekseniz tavsiyem çok çeşit ama yarımşar porsiyon olsun. Porsiyonları hem gözlerinizi hem midenizi şenlendiriyor çünkü.
 
Ortaya kocaman bir kayıkla roka salatası istiyoruz. İsterseniz çoban salatası ile harmanlayabiliyorlar. 
Midyelerden sonra ortaya tereyağlı karides güveç geliyor.

Tereyağını abartmışlar evet haklısınız:)

Dikkat, hemen ekmek banmamak gerekiyor, diliniz yanabilir..Karides havada uçarken deniz levreği ve sezonu açan hamsi tava geliyor. Levrek o kadar büyük ki bitirirsem diğerlerine yer kalmayacak, çözümü yarım bırakmakta buluyorum. Yanımdaki Su Ürünleri Mühendisi arkadaşım yediğim levreğin 2 senede büyüdüğünü söyleyerek özellikle balığın yanaklarını yemem gerektiğini salık veriyor.



En son istavrit tava ile finali yapıp balığa doymuş ve mutlu suratlarla, üstüne tatlı olarak ne yesek diye düşünürken irmik helvası ve sıcak helva seçenekleri arasından ikincisini tercih ediyoruz.
Sıcak Helva

Helvanın üzeri mekanın yoğunluğundan olsa gerek hafif yanmış. Üstteki tabakayı kaldırıp alttaki lezzete odaklanıyoruz, yanına hemen çaylarımız geliyor.
 
Mekandan ayrılırken o kadar küçük bir rakam ödüyoruz ki rakam doğru mu diye ikinci kez bakıyorum. Bu restoranın tek dezavantajı alkol servisi olmaması ama manzaraya ve yediğiniz gözü de gönlü de doyuran tabaklara değer. Avucumun içi kadar hamsi yiyip kalkan yemişim gibi hesap ödediğim, cüzdanımı boşaltan (!) restoranlardan sonra burası benim için bulunmaz bir vaha..
Canınız sıcacık ve taptaze balık mı çekti. Hadi atlayın arabaya, kırın direksiyonu Kartal’a.
Afiyet olsun..





Hülya Meral

Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..

hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi

 
 

CENTRAL PARK’TA MASTER’LI TÜRK FAYTONCULAR


Central Park..

Dünyanın en büyük parkı.  Sonbaharda altın sarısı kurumuş yapraklarla ayrı, baharda yeşilin her tonunu üzerine giyinerek ayrı bir havaya bürününen, Amerikan filmlerinden fazlasıyla aşina olduğumuz dünyaca ünlü gezinti noktası.
 
 

 
5. Bulvardan 8. Bulvara kadar uzanan 3400 dönümlük bu alanda her gün sporunu yapan, köpeğini gezdiren, kitabını okuyan, dergisini karıştıran, güneşlenen, frisby oynayan ve faytonla parkın çevresinde gezinen yüzlerce insan görebilirsiniz. Hatta yıllık yerli ziyaretçi sayısının 20 milyon olduğu söyleniyor..
 


700 gr altına Kızılderililer’den alınan Manhattan Adası

Parkın bu halini görünce 1850’li yıllarda belediye tarafından satın alınıp halkın kullanımına açılan bu alanda koyunların otladığına inanamıyorsunuz.  Ve hatta doğudan batıya 12 bulvarı , güneyden kuzeye 200 sokağı olan New York şehri’ne  nefes aldıran Central Park’ın yanı sıra Manhattan Adası’nın 1626’da Hollandalı işgalciler tarafından o zamanki sahipleri Kızılderili Vapinger konfederasyonundan bu bölgeyi  700 gr altın karşılığında aldığını öğrenince şaşkınlığınız daha da artıyor. Önce Hollandalıların sonra Anglosaksonların eline geçen şehir şimdi Amerikan filmlerinin ulaştığı her evin hayali..
 
 
 
Bırakalım New York’u Manhattan’ın tarihini uzmanlarına, benim size asıl bahsetmek istediğim Central Park çevresi’nde dolanan, İstanbulluların görüntü anlamında Büyükada’dan aşina olduğu faytonlar. En son bu faytonlardan biri Cadde üzerindeki kornalardan etkilenen atın, heyheylenip (Türk) sürücüsünü yere atmasıyla haberlere konu olmuştu. 
 
 
Sektörün sahipleri %80 İrlandalı, geri kalanı İtalyan, Sürücüleri Türk

 
Çevresini faytonla 1,5 saatte kat edebildiğiniz Central Park’ta fayton sektörünün sahipleri %80 İrlandalı, geri kalanı İtalyan. Sürücüleri çoğunlukla Türk olan ve sadece parkın çevresinde tur atmakla görevli faytonların plaka fiyatı bugün 600 bin dolar. 200 at var, 68 de fayton plakası. Atlar mutlaka dinlendirilerek çalıştırılıyor ve atların sağlık kontrolü ahırlara New York belediyesinin sağlık departmanından gelen ekip tarafından yapılıyor.
 
 
Master’lı Türk faytoncular

 
Fayton kullanmak zevkli ve kolay gibi görünse de işin aslı öyle değil. Öğrenimlerini devam ettiren çoğunluğu master yapan Türk gençler partime olarak yürüttükleri iş için ‘Yeterli İngilizceniz yoksa sertifika alamıyorsunuz. 3 farklı sınavdan geçmek zorundasınız. Yazılı, sözlü sınav ve veteriner tarafından yapılan ayrı bir sınav var.’  diyor. Bu yeterliliklerin yanı sıra resmi kurallara da uymak zorundasınız. 

 
Al Pacino ikizleriyle fayton turunda
 

Al Pacino parka gelip bankta oturabiliyor. İkizleri küçükken sık sık fayton turuna da gelirmiş. Robert De Nero keza yine öyle. Faytonla turlarken parkın çevresinde oturan ünlülerden bahseden fayton sürücüleri, Beatles topluluğunun üyesi John Lennon’un cinayete kurban gittiği Dakota Apartmanı’nı, Hayalet Avcıları’nın çekildiği çift kuleli binayı ve daha pek çoğunu kısa hikayelerini anlatarak dolaştırıyor.
 

 Yolunuz New York’a düşerse ayağınızı çimene basmadan, faytonla bir tur atmadan, Türk faytoncularla sohbet etmeden dönmeyin derim..:)
 
Hülya Meral


Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi

KALAMIŞ'TA BİR 'TATLI HUZUR'


 
Bir arkadaşımın anlata anlata bitiremediği lezzetleri denemek ve mekanı test etmek için soluğu Tatlı Huzur’da aldım. Kendisiyle gidemedim ama bundan sonra nasılsa sık sık bu mekandayım, her daim uğrak noktam olacak.


 
Tatlı Huzur'un lokasyonu oldukça kolay. Bağdat Caddesi Kadıköy yönünden gelirken Fenerbahçe Marina’ya sapmadan biraz daha düz ilerlediğinizde sağda Yelken Sokak’ın başında çıkıyor karşınıza. Yol Kalamış Marina’ya iniyor. İsterseniz arabayı sahile park edip 50 metre yürüyerek de ulaşabilirsiniz.
 
 
 
 
Adı kadar huzurlu, minimalist zevkle dekore edilmiş, oturdukça daha çok zaman geçirmek isteyeceğiniz, gülenyüzlü bir mekan.
 
 
 
Bir kere her yer bembeyaz ve gözü yormayan pastel pembe, mavi, yeşil tonlarında ve bazı noktalarda ahşap masa, koltuk ve aksesuarlar kullanılmış. Hani o kadar ki masaya bal döktüğünüzde ya da lavabosunda elinizi kurularken yere su sıçrattığınızda silme ihtiyacı hissedeceğiniz bir havası var.
 
 
 
Yeni servis açarken masanızı sildiklerinde bile içinize bahar havası çekiyor gibi hissediyorsunuz, mis gibi kokuyor. Ben bu koltuğu, fincanı, tabağı çok beğendim derseniz aynısından satın almanız da mümkün.

Benim için haftasonları ve kahvaltı çok önemli. İşyerinde hızlı tükettiğimiz, alışılageldik lezzetlerden uzak, zamana yayılan ve keyfe dönüşmüş kahvaltıları seviyorum. Bu sebeple Tatlı Huzur’un pastalarından ve çokça dillendirilen hamurişlerinden önce kahvaltısını denemek istedim. Daha doğrusu brunch’ını demeliyim çünkü bu mekanda kahvaltı 10.30-11.00 gibi başlıyor. İsterseniz erken gidip gazeteleri karıştırırken veya kitabınızı okurken  Amy Winehouse, Adele, Yasmin Levy’nin soft şarkıları da size eşlik edebiliyor.
 
 
 
Kahvaltıda yenebilecek her şey burada da mevcut. Farklı olan, size kendinizi evinizdeymiş gibi hissettirmeleri ve her noktanın tatlı ve sevimli detaylarla, belli bir estetikle donatılmış olması. Unutmadan çay sınırsız. Çaylar çok şık olduğunu düşündüğüm victorian tarz fincanlarda geliyor.
 
 

İtiraf ediyorum en çok fırından yeni çıkmış dereotlu poğaçasına bayıldım. Şimdiye kadar yediğim en güzel dereotlu hamurişiydi. Kimi pastane dengeyi tutturamaz, bu tam istediğim gibiydi.
 
 

Brunch’ı biraz abarttık. Baya baya öğleden sonra oldu. Tatlı Huzur’u taaa Ankaralardan görmeye gelen 2 ayrı aile de vardı. Arka masamızdaki Yağız’ın ‘ah arı, ben tatlıyım ya sokabilir şimdi beni’ cümleleriyle tanıdık kendisiniJ Annesi (sanıyorum twitterdan duymuş Tatlı Huzur’u) ve babasıyla gelmişti.
 
 

Türk kahvesi olmadan şurdan şuraya gitmem diyenlerdenseniz buyrun buradan..Fincanların ve sunumun narinliğine bakın.
 


Ve arkasından ‘Tatlı Huzur’a gelip de tatlı bir şey yemeden gitmek olmaz’ diyerek ikram edilen çilekli tartoletlerimiz..
 
 

Tatlı Huzur’dan bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan şarkısını mırıldanarak çıkıyoruz.
 
Hatırlatmakta fayda var. Mekan 2012 Haziran’ında açılmış. Dil, felsefe, tiyatro ve tarih ile ilgili sohbet tadında pek çok eğitim olacakmış. Zaman zaman da kitap okuma günleri düzenliyorlar. Doğumgünü kutlamak için veya anneler-babalar günü için de ideal bir mekan. Ayrıntılar için tatlihuzur.com adresinden faydalanabilirsiniz.

Şimdiden bol keyifler…
 

Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral


Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..




hulya_meral@hotmail.com

twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi