Yekta Kopan: Söylediklerimin teğellerine bakılmasını isterim

 
Dergilere şiir yollayarak başlayan bir yazın hayatı..
Önce Yarın Dergisi’nde 1982’de şiiri yayınlanıyor. Ardından dergiye öyküler, denemeler de gönderiyor. O zamanlar Ankara’da edebi muhitlerde bira ve Birinci sigarası pek tutuluyor. Hiçbir zaman bir aidiyet duygusuyla düşünce cemaatinin içinde olmak istemedim diye herhangi bir gruba dahil olmak istemediğini de açıkça belirtiyor. NTV Gece ve Gündüz Programı  sunucusu, yazar, seslendirme sanatçısı Yekta Kopan’dan söz ediyorum.
 
 
Kopan’ın ilgiyle takip ettiğim, kültür sanatla ilgili yorum ve eleştirilerini, fikirlerini paylaştığı http://filucusu.blogspot.com isimli bir bloğu da var. İyi ki var. İş güç koşuşturmacasında bir nebze olsun nefes almamızı sağlıyor.
İlk kitabı 30 yaşında yayınlanan Yekta Kopan’ın ilk zamanları soyutlamayı kurmaca bir metne nasıl entegre edebilirim diye düşünerek geçmiş. Olay örgüsü içinde yazmaya başlamasının Hayalet Gemi kitabıyla ortaya çıktığını belirten yazar, II. Yeni şiiri ve Güney Amerika edebiyatını sevdiğini özellikle vurguluyor. (sahi Güney Amerika edebiyatını sevmeyen var mıJ )
Askerden sonra Can Yayınları yazarlarından Murat Gülsoy ile tanışıyor. Eserlerinde yolunda gitmeyen insan ilişkilerini işliyor. Öykünün belli bir sınırla yazıldığı 90’lı yıllar en zor zamanlar..
Hangi yazarları izlediniz sorusuna, ‘Karbon Kopya’ya kadar etkilendiğim hepsine, alın işte bunlardan etkilendim dedim, bir çeşit saygı duruşu’ diye cevap veriyor.
Okumanın da geleneğe dayanan bir noktası var
Asıl hedefim iyi bir okur olmak diyen ve yazılan bir satırın peşinde olduğunun altını çizen Kopan, sevdiği, okuduğu, etkilendiği yazarları ise şöyle sıralıyor. Borges, Kafka, Nabokov, Calvino, Çehov, Tanpınar, Oğuz Atay, 50 kuşağının tamamı (modernistler). Feyyaz Kayacan, Özcan Ergüder (Maskeli Balo), Selçuk Baran gibi yazarlar da yine severek okuduğu isimler.
 
 
Ana akımdan çıkmak tu kakadır
Ana akımdan çıkmak okuyucu, yazar ve yayınevi için hoş karşılanmaz, tu kakadır. Biz okuyanlar ana akımın dışına çıkıyorsak erdemli insanlar değiliz. Hayat diye bir şey var. Bunu anlamlandırabilmek, korkularımızla yüzleşebilmek ve hayatı zenginleştirmek için yapıyoruz bunu.
Söylediklerimin teğellerine bakılmasını isterim
Hangi türde yazmayı seviyorsunuz sorusuna 'Türler arası ayrıma katılmıyorum. Nasıl yazmaya başlıyorsam öyle devam ediyorum (roman, öykü..v.s) Tanımlanmış, belirlenmiş anlatım tarzını sevmiyorum. Çerçeveyi sevmiyorum. Söylediklerimin teğellerine bakılmasını isterim. Meselesi olmayan sanata ve edebiyata inanmam.'cevabını veriyor.
Ankara iki şeyi sağladı bana
Ankara’dan İstanbul’a geldiği yılları çölden denize ulaşmak olarak tanımlayan Yekta Kopan ‘Ankara uzun yürüyüşlerin ve sohbetlerin şehridir. Garip yalnızlık duygusu çocukluğunuzu etkiler, sonra yazarsınız. Ankara iki şeyi sağladı bana. Çok okumamı, düşünmemi, araştırmamı ve çok geveze olmamı sağladı. ‘ diyerek Ankara'ya, çocukluğuna, gençliğine bir selam çakıyor. J
İyi ki Ankara’da yaşamış, iyi ki var, iyi ki yazıyor ve iyi ki gevezeJ
İyi okumalar


Hülya Meral

Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi

 

DÖRT MEVSİM ÇITIR ÇITIR BALIK: DİCLE FIRAT



Siz de balık yemeye çıkıp cüzdanı boşalarak mekandan ayrılanlardan mısınız?
Dört bir tarafı deniz İstanbul’da şüphesiz deniz ürünü yiyecek binlerce nokta, manzara izleyecek sınırsız alan var. Koca şehirde taze ve güvenilir deniz ürünü tatmak, balığın piştiği yağa, tavasına, sosuna güvenerek yiyebilmek  için hep alıştığımız ve bildiğimiz mekanlara gittiğimiz aşikar.
 

 Ben bu sefer bir değişiklik yapıp Kartal sahilde  günde ortalama 400 kişi ağırlayan  (bencilce gelecek ama çok da bilinmesini istemediğimJ) Dicle- Fırat’a gittim. Sahilde sıra sıra dizilmiş balıkçıların arasından girip deniz tarafına yürüdüğünüzde aradan bir vahaya açılıyor Dicle Fırat.
Ne salaş ne çok lüks. Deniz hemen yanıbaşınızda. Biraz ilerde tekneler ve balık tutmaya gelenler. Bir amca oltayı bir türlü denk getirip atamıyor. Yarım saat süren sabrını ilgiyle izliyorum.
 
 
Servis hızlı. Çalışanlar tertemiz. Mutfakta çalışanların ellerinde mutlaka eldiven var. Yediğiniz her şey el değmeden hazırlanıyor. (Kadın müşteri olunca böyle ayrıntılara dikkat ediyoruz..:) )
 
Önce açgözlülük edip birer porsiyon midye tava istiyoruz. Genelde şişe geçirilmiş kuş kadar midye yemeye alışkın gözlerimiz top top büyük midyeleri görünce zaten doyuyor. Midye bu kadarsa ana yemek hangi büyüklükte gelir acaba diye düşünürken nerdeyse menüdeki her balıktan söylüyoruz. Gidecekseniz tavsiyem çok çeşit ama yarımşar porsiyon olsun. Porsiyonları hem gözlerinizi hem midenizi şenlendiriyor çünkü.
 
Ortaya kocaman bir kayıkla roka salatası istiyoruz. İsterseniz çoban salatası ile harmanlayabiliyorlar. 
Midyelerden sonra ortaya tereyağlı karides güveç geliyor.

Tereyağını abartmışlar evet haklısınız:)

Dikkat, hemen ekmek banmamak gerekiyor, diliniz yanabilir..Karides havada uçarken deniz levreği ve sezonu açan hamsi tava geliyor. Levrek o kadar büyük ki bitirirsem diğerlerine yer kalmayacak, çözümü yarım bırakmakta buluyorum. Yanımdaki Su Ürünleri Mühendisi arkadaşım yediğim levreğin 2 senede büyüdüğünü söyleyerek özellikle balığın yanaklarını yemem gerektiğini salık veriyor.



En son istavrit tava ile finali yapıp balığa doymuş ve mutlu suratlarla, üstüne tatlı olarak ne yesek diye düşünürken irmik helvası ve sıcak helva seçenekleri arasından ikincisini tercih ediyoruz.
Sıcak Helva

Helvanın üzeri mekanın yoğunluğundan olsa gerek hafif yanmış. Üstteki tabakayı kaldırıp alttaki lezzete odaklanıyoruz, yanına hemen çaylarımız geliyor.
 
Mekandan ayrılırken o kadar küçük bir rakam ödüyoruz ki rakam doğru mu diye ikinci kez bakıyorum. Bu restoranın tek dezavantajı alkol servisi olmaması ama manzaraya ve yediğiniz gözü de gönlü de doyuran tabaklara değer. Avucumun içi kadar hamsi yiyip kalkan yemişim gibi hesap ödediğim, cüzdanımı boşaltan (!) restoranlardan sonra burası benim için bulunmaz bir vaha..
Canınız sıcacık ve taptaze balık mı çekti. Hadi atlayın arabaya, kırın direksiyonu Kartal’a.
Afiyet olsun..





Hülya Meral

Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..

hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi

 
 

CENTRAL PARK’TA MASTER’LI TÜRK FAYTONCULAR


Central Park..

Dünyanın en büyük parkı.  Sonbaharda altın sarısı kurumuş yapraklarla ayrı, baharda yeşilin her tonunu üzerine giyinerek ayrı bir havaya bürününen, Amerikan filmlerinden fazlasıyla aşina olduğumuz dünyaca ünlü gezinti noktası.
 
 

 
5. Bulvardan 8. Bulvara kadar uzanan 3400 dönümlük bu alanda her gün sporunu yapan, köpeğini gezdiren, kitabını okuyan, dergisini karıştıran, güneşlenen, frisby oynayan ve faytonla parkın çevresinde gezinen yüzlerce insan görebilirsiniz. Hatta yıllık yerli ziyaretçi sayısının 20 milyon olduğu söyleniyor..
 


700 gr altına Kızılderililer’den alınan Manhattan Adası

Parkın bu halini görünce 1850’li yıllarda belediye tarafından satın alınıp halkın kullanımına açılan bu alanda koyunların otladığına inanamıyorsunuz.  Ve hatta doğudan batıya 12 bulvarı , güneyden kuzeye 200 sokağı olan New York şehri’ne  nefes aldıran Central Park’ın yanı sıra Manhattan Adası’nın 1626’da Hollandalı işgalciler tarafından o zamanki sahipleri Kızılderili Vapinger konfederasyonundan bu bölgeyi  700 gr altın karşılığında aldığını öğrenince şaşkınlığınız daha da artıyor. Önce Hollandalıların sonra Anglosaksonların eline geçen şehir şimdi Amerikan filmlerinin ulaştığı her evin hayali..
 
 
 
Bırakalım New York’u Manhattan’ın tarihini uzmanlarına, benim size asıl bahsetmek istediğim Central Park çevresi’nde dolanan, İstanbulluların görüntü anlamında Büyükada’dan aşina olduğu faytonlar. En son bu faytonlardan biri Cadde üzerindeki kornalardan etkilenen atın, heyheylenip (Türk) sürücüsünü yere atmasıyla haberlere konu olmuştu. 
 
 
Sektörün sahipleri %80 İrlandalı, geri kalanı İtalyan, Sürücüleri Türk

 
Çevresini faytonla 1,5 saatte kat edebildiğiniz Central Park’ta fayton sektörünün sahipleri %80 İrlandalı, geri kalanı İtalyan. Sürücüleri çoğunlukla Türk olan ve sadece parkın çevresinde tur atmakla görevli faytonların plaka fiyatı bugün 600 bin dolar. 200 at var, 68 de fayton plakası. Atlar mutlaka dinlendirilerek çalıştırılıyor ve atların sağlık kontrolü ahırlara New York belediyesinin sağlık departmanından gelen ekip tarafından yapılıyor.
 
 
Master’lı Türk faytoncular

 
Fayton kullanmak zevkli ve kolay gibi görünse de işin aslı öyle değil. Öğrenimlerini devam ettiren çoğunluğu master yapan Türk gençler partime olarak yürüttükleri iş için ‘Yeterli İngilizceniz yoksa sertifika alamıyorsunuz. 3 farklı sınavdan geçmek zorundasınız. Yazılı, sözlü sınav ve veteriner tarafından yapılan ayrı bir sınav var.’  diyor. Bu yeterliliklerin yanı sıra resmi kurallara da uymak zorundasınız. 

 
Al Pacino ikizleriyle fayton turunda
 

Al Pacino parka gelip bankta oturabiliyor. İkizleri küçükken sık sık fayton turuna da gelirmiş. Robert De Nero keza yine öyle. Faytonla turlarken parkın çevresinde oturan ünlülerden bahseden fayton sürücüleri, Beatles topluluğunun üyesi John Lennon’un cinayete kurban gittiği Dakota Apartmanı’nı, Hayalet Avcıları’nın çekildiği çift kuleli binayı ve daha pek çoğunu kısa hikayelerini anlatarak dolaştırıyor.
 

 Yolunuz New York’a düşerse ayağınızı çimene basmadan, faytonla bir tur atmadan, Türk faytoncularla sohbet etmeden dönmeyin derim..:)
 
Hülya Meral


Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..
hulya_meral@hotmail.com
twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi

KALAMIŞ'TA BİR 'TATLI HUZUR'


 
Bir arkadaşımın anlata anlata bitiremediği lezzetleri denemek ve mekanı test etmek için soluğu Tatlı Huzur’da aldım. Kendisiyle gidemedim ama bundan sonra nasılsa sık sık bu mekandayım, her daim uğrak noktam olacak.


 
Tatlı Huzur'un lokasyonu oldukça kolay. Bağdat Caddesi Kadıköy yönünden gelirken Fenerbahçe Marina’ya sapmadan biraz daha düz ilerlediğinizde sağda Yelken Sokak’ın başında çıkıyor karşınıza. Yol Kalamış Marina’ya iniyor. İsterseniz arabayı sahile park edip 50 metre yürüyerek de ulaşabilirsiniz.
 
 
 
 
Adı kadar huzurlu, minimalist zevkle dekore edilmiş, oturdukça daha çok zaman geçirmek isteyeceğiniz, gülenyüzlü bir mekan.
 
 
 
Bir kere her yer bembeyaz ve gözü yormayan pastel pembe, mavi, yeşil tonlarında ve bazı noktalarda ahşap masa, koltuk ve aksesuarlar kullanılmış. Hani o kadar ki masaya bal döktüğünüzde ya da lavabosunda elinizi kurularken yere su sıçrattığınızda silme ihtiyacı hissedeceğiniz bir havası var.
 
 
 
Yeni servis açarken masanızı sildiklerinde bile içinize bahar havası çekiyor gibi hissediyorsunuz, mis gibi kokuyor. Ben bu koltuğu, fincanı, tabağı çok beğendim derseniz aynısından satın almanız da mümkün.

Benim için haftasonları ve kahvaltı çok önemli. İşyerinde hızlı tükettiğimiz, alışılageldik lezzetlerden uzak, zamana yayılan ve keyfe dönüşmüş kahvaltıları seviyorum. Bu sebeple Tatlı Huzur’un pastalarından ve çokça dillendirilen hamurişlerinden önce kahvaltısını denemek istedim. Daha doğrusu brunch’ını demeliyim çünkü bu mekanda kahvaltı 10.30-11.00 gibi başlıyor. İsterseniz erken gidip gazeteleri karıştırırken veya kitabınızı okurken  Amy Winehouse, Adele, Yasmin Levy’nin soft şarkıları da size eşlik edebiliyor.
 
 
 
Kahvaltıda yenebilecek her şey burada da mevcut. Farklı olan, size kendinizi evinizdeymiş gibi hissettirmeleri ve her noktanın tatlı ve sevimli detaylarla, belli bir estetikle donatılmış olması. Unutmadan çay sınırsız. Çaylar çok şık olduğunu düşündüğüm victorian tarz fincanlarda geliyor.
 
 

İtiraf ediyorum en çok fırından yeni çıkmış dereotlu poğaçasına bayıldım. Şimdiye kadar yediğim en güzel dereotlu hamurişiydi. Kimi pastane dengeyi tutturamaz, bu tam istediğim gibiydi.
 
 

Brunch’ı biraz abarttık. Baya baya öğleden sonra oldu. Tatlı Huzur’u taaa Ankaralardan görmeye gelen 2 ayrı aile de vardı. Arka masamızdaki Yağız’ın ‘ah arı, ben tatlıyım ya sokabilir şimdi beni’ cümleleriyle tanıdık kendisiniJ Annesi (sanıyorum twitterdan duymuş Tatlı Huzur’u) ve babasıyla gelmişti.
 
 

Türk kahvesi olmadan şurdan şuraya gitmem diyenlerdenseniz buyrun buradan..Fincanların ve sunumun narinliğine bakın.
 


Ve arkasından ‘Tatlı Huzur’a gelip de tatlı bir şey yemeden gitmek olmaz’ diyerek ikram edilen çilekli tartoletlerimiz..
 
 

Tatlı Huzur’dan bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan şarkısını mırıldanarak çıkıyoruz.
 
Hatırlatmakta fayda var. Mekan 2012 Haziran’ında açılmış. Dil, felsefe, tiyatro ve tarih ile ilgili sohbet tadında pek çok eğitim olacakmış. Zaman zaman da kitap okuma günleri düzenliyorlar. Doğumgünü kutlamak için veya anneler-babalar günü için de ideal bir mekan. Ayrıntılar için tatlihuzur.com adresinden faydalanabilirsiniz.

Şimdiden bol keyifler…
 

Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral


Soru, görüş ve yorumlarınız için lütfen bana yazın..




hulya_meral@hotmail.com

twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi
 


 

 

 

 

BRÜKSEL'E GÖKYÜZÜNDEN BAKMAK - ATOMIUM


Dünyada iki yapı var ki geçici olarak inşa edilmelerine rağmen yıkılmalarından vazgeçilip şu an yıl boyu milyonlarca bilet kesen müzeler olarak ziyaret edilmekteler.


İlki Fransa’nın başkenti Paris’teki hepimizin bildiği Eyfel Kulesi.  1887- 1889 yılları arasında Fransız Devrimi'nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa ediliyor. Sadece 20 yıl kullanımda kalıp sonra yıkılması planlanırken yüksekliği sebebiyle Atlantik ötesi haberleşmeye yarayacağı fark ediliyor ve yıkımından vazgeçiliyor.





İkinci yapı ise Belçika’nın başkenti Brüksel’deki Atomium. Şimdilerde müze ve sergi sarayı olarak kullanılan yapı aslında 1958’de Brüksel Dünya Fuarı’nın simgesi olarak 6 aylığına yapılıyor, ancak sonra yıkılmıyor ve Atomium da Eyfel Kulesi gibi ünlü mimari yapılardan biri haline geliyor.



Atomium- Brüksel


Dış cephesi çelik olan bu ünlü yapı mühendis André Waterkeyn tarafından hayal edilerek mimarlar  André and Jean Polak tarafından çiziliyor. Felsefesi yüzyıllar boyunca kulelerle, piramitler veya katedraller ile yükseğe, en yükseğe erişmeyi hedeflemiş insanoğlunun burada sadece  fen bilimleri ile buluşmasını vurguluyor.






Atomium’u farklı kılan, alıştığımız standart yapılara benzemeyip demirin kristal yapısının 165 milyon kez büyütülmesinden esinlenerek yuvarlak top şeklinde dizayn edilmiş olması.




102 metre yükseklikteki yapıda 9 top bulunuyor ve birbirine tüp geçitlerle bağlanan bu topların 7 tanesi ziyaret edilebiliyor.




Hatta 4’üne merdivenle veya yürüyen merdivenle çıkabiliyorsunuz, ilginç bir deneyim. Heyecanlanmadım desem yalan olur.




En üst topa asansörle çıkabiliyorsunuz ve işte bütün Brüksel 360 derece gözlerinizin önünde. Burada aynı zamanda bir restoran da bulunuyor. Üstelik müze 18.00’de kapanmasına rağmen restoran gece 23.00’e kadar açık. Gece 2970 led ışıkla aydınlatılan bu ilginç yapıyı uzaktan izlemek de ayrı bir keyif.





Atomium’da gezebilecek pek çok sergi de bulabiliyorsunuz. Akşamları kokteyller veya tematik partiler de düzenlenebiliyor.





Çocuklar da unutulmamış. 6-12 yaş arası çocukların eğlenebilmesi için İspanyol sanatçı Alicia Framis’in tasarladığı raindrop’lar var. Çocuklar bunların içindeki pofidik yastıklarda uyuyabiliyor, oynayabiliyorlar. Hatta çoğu zaman okullar gruplar halinde burayı ziyaret edebiliyor.





Gitmişken hemen yan bahçesindeki (Atomium’un içinden görünüyor) bizim Miniatürk’ün benzeri ama daha az örnek maketin sergilendiği Mini Avrupa’yı da görebilirsiniz. Atomium ile Mini Avrupa’nın biletlerini kombine sattıkları için rakam daha makul oluyor.




Unutmadan; çok cüzzi bir rakam karşılığı sesli rehber kiralayıp Atomium ve görünen önemli binalar hakkında bilgileri dinleyebiliyorsunuz. Türkçe dil seçeneği de mevcut.


Ne dersiniz?

Brüksel’i gökyüzünden izlemeye değmez mi?


Açılış: 10.00 Kapanış: 18.00

Atomium:

Çocuklar:     6 Euro

Yetişkinler: 11 Euro

Atomium + Mini Avrupa:

Çocuklar:    15,20 Euro

Yetişkinler: 23,10 Euro


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral

twitter.com/hulyameral
Facebook: Hülya'nın Valizi
hulya_meral@hotmail.com

Bazı fotoğraflar Atomium'un Facebook sayfasından alınmıştır.

GÜMÜŞHANE KARACA MAĞARASI

9 Temmuz 2012 tarihinde Hürriyet Gazetesi Seyahat Eki'nde yayımlanan Gümüşhane Karaca Mağarası yazım.


Sarkıtların bir santimetresi 12 yılda oluşmuş


Hülya Meral, seyahat etmeyi yaşam biçimi haline getirenlerden. Şimdiye kadar yurtiçi ve yurtdışında birçok şehir gezdi. Yeni kültürleri keşfetmeyi seviyor. Gümüşhane gezisi sırasında yolu Torul İlçesi’ne bağlı Karaca Mağarası’na düştü. “Mağara içi kadar, dışındaki manzaradan da etkilenmemek mümkün değil” diyor.

 




 Hülya Meral (30), İstanbul’da yaşıyor. Fotoğraf, mimarlık, arkeoloji, siyasi tarih, medya ve seyahate ilgi duyuyor. Bu konularda kitaplar okuyor, belgeseller izliyor. Kültür ve sanat etkinliklerini yakından takip ediyor. 12 yıl önce fotoğraf çekmek için başladığı yolculukların zamanla yaşam biçimine dönüştüğünü, bu yolla büyük şehir atmosferinden kaçtığını söylüyor. “Nerdeyse her hafta sonu kendime keşfedecek bir şehir veya ülke buluyorum. Uçak biletlerimi bir yıl önceden alıyorum. Arkeolojik alanları, müzeleri, mimari yapıları görmek, gittiğim şehrin arka sokaklarında dolaşmak, insanlarıyla sohbet edip sosyal hayatına dahil olmak, lezzet noktalarını keşfetmek ve fotoğraf çekmek beni motive ediyor. Bazen bir ülkedeki tek bir binayı veya arkeolojik alanı görmek için o ülkeye gidebiliyorum...”

KELKİT ÇAYI ÇEVRESİNİ YEŞİLE BOYAMIŞ


Seyahat gözlemlerini “Hülya’nın Valizi” isimli blog’unda, yine aynı isimdeki Facebook sayfasında ve Twitter’da paylaşıyor. “Seyahat firmasında bilet kestirirken 1 saate yakın sıra bekleyen bir bey sıra kendisine geldiğinde bana dönüp ‘Hiç şimdiye kadar sizin gibi seyahat eden birini görmemiştim. 24 bilet kestirdiniz, hepsine gidiyor musunuz sahiden’ diye sormuştu” diyor.


 


Daha önce seyahat ettiği yerleri anlatırken şunları söylüyor: “İtalya çocukluğumdan beri hayranlık duyduğum ülkeydi. Her sene mutlaka giderim. Fransa’nın irili ufaklı pek çok şehrini gezdim. Yunanistan, Belçika, Hollanda, İngiltere, Almanya, Makedonya gördüğüm diğer ülkeler. Karadeniz’in doğasına, insanlarına hayranım. Baharda mutlaka yaylalarına çıkarım, köylerini keşfediyorum. Zonguldak’tan Artvin’e gördüm. Side’den Kaş’a sahildeki antik yerleşimleri gezdim. Hafta sonlarında İstanbul çevresinde yürüyüş turlarına katılıyorum. Gelecek hafta Mezopotamya’ya yolculuk yapıp Urfa, Harran, Göbeklitepe, Halfeti, Mardin, Midyat, Hasankeyf ve Dara antik kentini göreceğim.”



 


Peki Karaca Mağarası’na ne zaman, nasıl gitti? “İki yıl önce ağustosta Karadeniz’i boydan boya gezerken uğradım. Bir gün boyunca Gümüşhane Torul’daki Karaca Mağarası’nı, 3 kilometre yakınındaki İmera Köyü’nü ve Kromni Vadisi’ni gezdim. Torul’a çok yakın olan Kelkit İlçesi’ne 17 kilometre uzaklıktaki Sadak antik kentini, Özen (İsgah) Köyü Şelalesi’ni, Kelkit’in içindeki organik tarım alanını, organik süt tesislerini ve Gümüşhane’de doğal kök boyalarla dokunan ‘zilli kilim’ atölyelerini gezdim. Trabzon Maçka’ya doğru geçerken Zigana’daki Limni Gölü’ne uğradım. Gümüşhane tam bir Doğu Karadeniz şehri. Karadeniz’in yemyeşil bitki örtüsü burada da kendini göstermiş. Özellikle Kelkit Çayı ulaştığı her noktayı adeta yeşile boyamış. Diğer taraftan Doğu’nun yüksek ve sarp dağları da alabildiğine geniş bir alana yayılmış. Keza Karaca Mağarası 1550 metre yükseklikte. Bahar ve kış aylarında Zigana Dağı’nda yürüyüş de yapılabiliyor. Hem Doğu hem Karadeniz’in muhteşem uyumu diyebilirim.”


GÖZ ALICI SARKIT VE DİKİTLER

Karaca Mağarası’nı anlatırken şunları söylüyor: “Burası 90’lı yıllardan sonra keşfedilmiş karstik bir alan. Mağarada damlayan kireçli suyun oluşturduğu sarkıtlar, dikitler ve bunların birleşmesiyle meydana gelmiş iri ve geniş sütunlar olağanüstü. 1 santimetre sarkıt veya dikitin 11-12 yılda oluştuğunu öğrenince görüntünün tamamından etkilenmemek mümkün değil. Girişten itibaren önce küçük dikitlerle, ilerledikçe de uzunlukları artan kirli sarı ve beyaz renkli sarkıt, dikit, geniş sütunlar, damlataşlar ve traverten havuzlarıyla karşılaşıyorsunuz.



Yaklaşık 100 metre sağlı sollu devam eden geniş koridor boyunca ve kimi yerde basamaklarla çıkılan odaları hep bu karstik şekiller kaplamış. Mağaranın en sonuna gittiğinizde tavan yüksekliğinin 20 metreye kadar çıktığını ve nem oranının yükseldiğini görüyorsunuz. Dokunmadan önce yumuşak sünger izlenimi veren sarkıt ve dikitler aslında kaygan, sert ve ıslak.”


Meral’ın Karaca Mağarası’na gitmek isteyenlere önerileri şöyle: “Mağara çıkışındaki kır kahvesinde soluklanıp 1550 metre yukarıdan dağların oluşturduğu muhteşem manzara izlenmeli. Çevresindeki Kürtün Barajı, Zigana Köprüsü, Kelkit Havzası ve yaylalarını gezip köme, pestil ve kuşburnu almak gerek. Kuşburnu yörede çok ünlü, kış aylarında çayı yapılıp içilebiliyor. Yaz sıcağında bunalanlar için kesinlikle en azından bir kez denenmesi gereken bir yer burası. İklimi seyahat ederken bunaltmıyor. Yol üstünde pek çok çeşme ve göze var. Dağlardan gelen soğuk suyu içtikçe içesiniz geliyor.”



HAMSİKÖY SÜTLACININ TADI DAMAĞIMDA KALDI

Karaca Mağarası çevresinde konaklama için çok fazla alternatif yok. Gittiğimde yakınındaki Maçka’da konaklamış, otele yerleşmeden önce yolumun üstündeki Hamsiköy’e uğrayarak ünlü Hamsiköy sütlacını denemiştim.
 


85’LİK KADIN GEZGİN


Seyahatler yeni insanlar tanıyıp bambaşka hikayeler dinlemenize olanak sağlıyor. Örneğin iki yıl önce evini elindeki iki çantaya sığdırıp gezen 85 yaşındaki Muazzez Teyze’yle tanışmıştım. Önemli hastanelerimizin birinden emekli olmuş, çocukları Amerika’da yaşıyor. Dolaşarak eliyle şifa dağıtmaya devam ediyordu. Bana yaşı ilerlese de her bireyin mutlaka insan ve doğa için pek çok şey yapabileceğini öğretti.



En sevdiği beş şehir:
Brugge, Baden Baden, Katmandu, Racastan, Tokyo

Seyahate hangi ulaşım aracıyla gider? Uzun mesafeleri uçakla, kısa mesafeleri tren ve otobüsle
Seyahatte ne yer ne içer? Yerel yiyecek ve içecekler
Seyahatte nerede kalır? Otelde veya hostelde
Kiminle seyahat eder? Tek veya arkadaşıyla

Seyahatten ne alır? Şal, maske
Hürriyet Gazetesi
Esra Erdoğan