INGILTERE VIZESINE BASVURU ISKENCESI


Bir süredir (bloğumu takip edenlerin ve arkadaşlarımın bildiği gibi) İngiltere’de yaşıyorum. Üniversite bittikten sonra 8 yıla yakın bir süre profesyonel çalışma hayatında yer aldım. Pek çok kişi gibi, çalışırken, aklımın bir yarısı, başka bir yerde yaşama fikriyle yoğrulduğu sırada olaylar olgunlaştı ve ‘neden olmasın’ diyerek kendimi İngiltere’de buldum.


 

Pek tabii bu böyle atladım uçağa geldim gibi olmadı. Bir kere İngiltere Konsolosluğu’nun Migros fişi gibi uzayıp giden, hiç bitmeyecek sandığım ve birini hallettikçe yenisi ortaya çıkan banka, tapu, ikametgah, fotoğraf ve daha sayamadığım onlarca evrakını toplama parkurunu atlatmam gerekti.
 
Evrakları toplarken işim bitmeye yakın Konsolosluk’tan online randevu alma işlemi ise ikinci aşama. (Kimi zaman, yoğun haftalarda 1 gün gecikmeniz sizi 5-7 gün ileri atabiliyor.) Elbette henüz bitmedi.
 

Gününde ve saatinde evraklarımı teslim edeceğim aracı kurum World Bridge’in kapısında olmalıydım. Evrakları teslim ederken aracı kurumun, evraklarım eksiksiz olduğu halde yönelttiği abuk subuk ve mantıksız ve tekrarlı sorulara da cevap vermek zorunda kaldım. İşlemimi alan kişinin yan gişede işlem yapan başka bir başvuru sahibini sanki onunla ilgilenen bu işi bilmiyormuş gibi (yine incitecek ve hesap sorar şekilde) nasıl ‘haşladığına’ şahit oldum. Benim evraklarımsa karmakarışık bir şekilde, hangi belgenin ne olduğuna bakılmaksızın derdest edildi. Psikolojiniz sağlam değilse veya yaşınız küçükse altından kalkamayabilirsiniz. (Aradan 6 ay geçti, umarım üslup ve tavırlar değişmiştir) 

Evrak tesliminden sonra sizi parmak izi vermeniz için başka bir sıra numarasıyla ışıkları karartılmış küçük odacıklara alıyorlar.

Parmak izi mevzuusu

Bu parmak izini vermesem olmaz mı diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bir şirketin yönetim kurulu başkanı veya CEO da olsanız, milyonların sevgilisi ünlü bir sanatçı da olsanız, sıradan bir vatandaş da olsanız parmak izini vermeden vize başvurunuzun gerçekleşmesi mümkün değil. Bir fotoğraf çekildikten sonra işlem tamam.
 
Bu aşamadan sonra elinize verdikleri kağıtta yazan referans numarası ile pasaportunuzun takibini yapacaksınız.

Aslında Hülya’nın Valizi’ne İngiltere ile ilgili deneyimlerimi, İngiltere’de yaşam, sosyal hayat, ekonomi, politika, habercilik, sanat galerileri, müzeler, spor, eğitim sistemi, eğitim koşulları, üniversiteler vs nasıl diye bölüm bölüm yazmaya başlamıştım ancak bu yazıyı öne çekmek daha mantıklı geldi. Çünkü taze taze bir vize gecikme ve uçak kaçırma vak’ası yaşadım.

Vize duvarı

İngiltere’ye üçüncü kez gitmek için vize başvurumu uzatmak istediğimde benzer olmasa da farklı sorunlarla karşılaştım. Biliyorum ki (şu an bu yazıyı okuduğunuza göre) pek çoğunuz yakın zamanda bu ülkeye turistik vize ile gitmeyi planlıyor ya da kiminiz çocuğunuzu yaz okuluna göndereceksiniz, bazılarınız master, doktora, phd araştırıyor, bazılarınızsa oradaki iş imkanlarıyla ilgili bilgi arayışında. Hepsine sonraki yazılarda değineceğim ama önce aşmanız gereken ‘vize duvarı’ ile ilgili bilgi sahibi olmanızda fayda var.

Bu konu önemli çünkü bu hafta (maalesef gerekli resmi işlemlerimi yaptırmış bulunduğum ve planlarımı ona göre yaptığım için) Londra’ya gideceğim. Bu, ülkeye 3. girişim olacak.

Dünyanın en pahalı pasaportunu kullanıyoruz

Öncesinde şunu belirtmekte yarar var. Son yıllarda, her ne kadar dünyanın en pahalı pasaportunu kullanıyor olsak da http://seyahatozgurlugu.blogspot.co.uk/p/seyahat-ozgurlugu-nedir.html(bakınız seyahatozgurlugu) halk olarak dışa dönük bir yaşam tarzımız oluştu ve ulaşım imkanlarının artmasıyla, şimdiye kadar hiç yurtdışına çıkmamış, pasaport sahibi bile ol(a)mayan insanlarımız, yurtiçi tatil ile yurtdışı tatilinin aynı fiyata geldiğini fark edip senede birkaç defa yurtdışına çıkar oldu.

Anne babalar çocuklarını eskisinden daha fazla yaz okuluna gönderiyor. Genç profesyoneller yıllık izinlerini birleştirip İngiltere havasını solumaya gidiyor. Halk olarak daha bir geziyor, keşfediyor, tadıyoruz ve bize sunulanın dışına çıkıp el yordamıyla bile olsa kendimiz geziyoruz ve hayatımıza farklı bir deneyim katmak için bu ülkenin yolunu tutuyoruz.

Vize başvurusu ve sendromu

Sorun nerede başlıyor biliyor musunuz? Gitmeyi öncelediğimiz ülkelere mutlaka vize başvurusunda bulunmak gerekiyor. Eee bunu zaten biliyoruz diyeceksiniz. Bilmek farklı, birebir yaşamak farklı.  

Londra’da yaşarken herşeyi birlikte yaptığım ve iyi anlaştığım arkadaş grubumla  haftasonu Belçika’ya gitmeye karar vermiştik. Elbette hiçbiri benim gelemeyeceğimi aklının ucundan bile geçirmemişti. Çünkü hepsinin cebinde AB pasaportu vardı, vize isteyen ülkelere bile sadece bir kağıt imzalayıp rahatça girebildikleri için toplu plan yapıyorlardı.

Schengen vizemin olmadığını ve vizeye başvursam da 3-4 gün içinde alamayacağım için gelemeyeceğimi söyleyince planı iptal ettiler ama o sırada yaşanan ‘büyük suskunluk’u anlatmak mümkün değil. Resmen ikinci sınıf insan pozisyonu. Üstelik onlarla aynı şartlarda yaşayıp İngiltere ekonomisine aynı paraları kazandırıyorken..

Yani İngiltere’ye gitmeyi aklınıza koyduysanız önce ‘vize sendromu’nu atlatmanız gerekiyor. Unutmuyorum, 1. ve 2. vizemde cetvelle ölçtüğüm ve gözlerime inanamadığım 8 cm kalınlığında belge ile başvurmuştum.

 
Gelelim üçüncü İngiltere vize başvuruma..Bir kere İngiltere iki sene öncesine göre çok daha zor vize veriyor. Bunun sebebi ülkenin çok ciddi bir darboğazdan geçiyor olması ve tıpkı kendisi gibi ekonomik kriz yaşayan İspanya ve İtalya başta olmak üzere Brezilya ve Çin gibi ülke vatandaşlarının akınına uğramış olması. Abartısız ifade ediyorum ki küçük şehirlerde değil ama özellikle Londra’da sağ-sol-ön-arka mutlaka bir İspanyol’a carpiyorsunuz.
 
Aşırı göç ve Londra gibi bir metropole fazlasıyla akın, ülkenin vize konusunda daha dikkatli hareket etmesine neden oluyor. Keza bir süre ülkede yaşayıp İngilizlerle arkadaşlık edip sırf Ingiltere vatandaşı olabilmek için İngilizlerle ‘göstermelik’ evlenenlerin sayısı az değil. İngilizler şayet iyi arkadaş olmuşsanız bu kağıt üzerindeki evliliklere `arkadaşıma yardım` gözüyle bakıp okey verebiliyorlar. (Bu sebeple Brazil nüfusu da gitgide artmakta..) Bizim toplum olarak (!) cokca onemsedigimiz evlilik konusunu onlar mevzubahis bile etmiyorlar.
Ingiltere`ye Goc
 
Bir de İran’dan ülkeye akın akın gelen bir güruh var ki, onların da İngiliz ekonomisine yük olduğunu söylememek mümkün değil.

Gözlemlerim, çeşitli insanlarla sohbetlerim ve okuduğum makalelerde şunu görüyorum ki her ne kadar açıkça dillendirilmese de yüklü miktarda para bıraktıkları için özellikle Ortadoğu’da yaşayan Kuveyt, Katar, Dubai ve Suudi Arabistan’dan gelen turistler veya öğrenciler tıpkı Türkiye’deki gibi çok seviliyor. Zira su gibi para harcıyorlar.
 
Birlesik Krallik Turkleri seviyor
 
Bir diğer sevilen millet ise inanmayacaksınız ama Türkler. Türkler ve tabii Kürtler, kimi göç ederek kimi de iltica ederek gelmişler ve uzun yıllardır Londra’nın yoğunlukla Harringey bölgesinde yaşıyorlar.

Pek çoğu bir işyeri sahibi ve ülke ekonomisinden aldıklarını fazlasıyla geriye kazandırıyorlar. İşletmelerin hepsi karlı ve her geçen gün yeni şubeler açarak veya yeni yatırımlara girişerek gelecek vaad ediyor, İngiliz hükümetinin gözüne giriyorlar. Dolayısıyla diğer AB ülkelerinden krizden kaçıp İngiltere’de umut arayanların tersine kambur olmaktan çıkıp ülke ekonomisine canlılık getiriyorlar.

Ingiltere`de Egitim

Eğitim için özellikle Londra’yı tercih edenlerin ve ülkeye yüzbinlerce pound kazandıran Türklerin sayısı hiç de az değil.. Bunu bir günde Oxford Caddesi üzerinde yürürken üst üste 3 ayrı ışıklarda yeşilin yanmasını beklerken karşılaştığım Türklerle deneyimledim. Hatta ışıklarda tanıştığım Türklerin listesini yapsam Londra’da bir dernek kurabilirim :) Nerden mi buluyorum Türkleri? Türkler Londra’da da yaşasalar, dil kursuna gelip İngilizceye birkaç bin pound da harcasalar yine birbirleriyle vakit geçirmeyi daha cazip buluyor ve tabii Türkçe konuşuyorlar :) Konuştukları şeylerden de öğrenci olduklarını anlamanız zor olmuyor..
 
Ingiltere`de Tatil
 
Turist olarak İngiltere’ye vize başvurusunda bulunanların sayısı da bu yıl patlama yaratmış durumda. Özellikle bu sene bayramlar, havaların iyi olduğu ve insanların yıllık izinlerini kullandıkları yaz dönemine gelince tercihler bu yönde olmuş. Eminim aynı durum gelecek yaz da yaşanacak. Siz de ülkeye gitmeyi planlıyorsanız sahiden abartmıyorum en az 1,5-2 ay öncesinden evrak toplayın ve hemen başvurunuzu yapın. Yoksa son başvurumda başıma gelen aynen sizin de başınıza gelebilir.

Ne mi oldu? Vize yenilemek için İstanbul’a gelir gelmez evrak hazırlamaya (toplamaya) başladım. Danışmanlık şirketim bir önceki hafta başvuruda bulunan birisinin vizesinin sırf hiç İngilizce belge vermediği icin ve banka dökümlerinin de Türkçe verildiği gerekçesiyle red aldığını ve mutlaka benim banka dökümlerimin İngilizce olması gerektiğini söyledi.

Döküm almak için evime en yakın İş Bankası’na gittiğimde, bu yıl yeni sisteme geçtiklerini ve İngilizce döküm için önce hesabın bulunduğu bankaya gidip başvurmam, ertesi gün de almaya gitmem söylendi. Evim Anadolu Yakası’nda, hesap açılan şube Galata’da olunca kafadan 2-3 gün sadece bir banka için ve diğerleri için de bitmek bilmeyen birkaç gün kaybettim. Tabii her bankanın değişken olmak üzere banka başına ortalama 52,5 TL istediğini belirtmemde fayda var. Dökümünüz Türkçe, sadece 1 sayfalık İngilizce önyazı için bu rakamı aldıklarını düşünürseniz, bankaların nasıl bir artı gelire sahip olduğunu tezahür edin..

Belgeler, belgeler.....

Fotoğraf çekimi, nüfus müdürlüğünden suretli nüfus kaydı, ikametgah, sahip olduğun malvarlıklarının fotokopisi, pasaport fotokopisi, varsa önceki yıllardan eski pasaportunun gerekli sayfaları ve başka vize aldıysan o sayfaların fotokopileri, varsa sponsor mektubu, İngiltere’de kalacağın süre içinde konaklayacağın yerden aldığın kabul yazısı ve depozito sayfası, eğitim için gidiyorsan okuldan önkayıt yazısı ve ilgili rakamın ödendi yazısı…vsvs 

İstenilen belgeleri yazarken bile yoruldum sahiden. Velhasıl başvurum bitti, parmak izimi verdim. 15 iş günü (3 hafta) sürecek bekleme aşamasına geçtim. Hesaba göre vizem kılı kılına yetişecekti ama uçuş tarihimin haftasonu olduğunu görüp Cuma günü Konsolosluk’tan çıkarırlar diye düşündüm. (Pazar günü uçağım vardı) Az değil, koskoca 3 hafta geçecekti ve ilk başvurum olmadığı için daha hızlı vize verirler diye saçma bir yanılgıya düştüm. (Önceki yıl Yunanistan’a Schengen başvurum 2-3 gün içersinde sonuçlanmıştı, İtalya başvurum ise 5 gün bile geçmeden elimdeydi..)

Cuma günü 15.47’de işlemimin tamamlandığına ve pasaport takibimi yapmam gerektiğine ilişkin bir mail aldım Konsolosluk’tan. Bunun anlamı, bugün kargo şirketine verilen pasaport ertesi gün, yani Cumartesi kargo şirketi tarafından bana teslim edilecekti.

Ne yazık ki Cumartesi sabahı kargo şirketini aramamla, pasaportumun ellerine ulaşmadığını öğrenmem bir oldu. Uçak biletim, konaklamam, okulum….v.s. her şey sarpa sardı. (o an vizem çıkmış olsa bile gidip gitmemek arasında kararsız kaldım...)

Haftasonu olduğu için de kimseye ulaşamamanın çaresizliyle Pazar günü gerçekleşecek uçuşumu kaçırdım ve biletimin tarihini gelecek hafta olarak değiştirmek zorunda kaldım.

Son 72 saat içersinde yapılan bir değişiklik olduğu için uçak bileti tutarı kadar bir meblağı yeniden ödemek durumundaydım.  Konaklamadığım bir yerin 1 haftalık bedelini (gereksiz yere) ödemek de cabası. Maddi yönünü geçtim, şu an Londra’da konaklayacak ‘ideal’ yer bulmak nerdeyse imkansız. Odaların hepsi dolmuş durumda. Belki gazete ilanlarıyla oda bulmanız mümkün ama merkezde bir yer olmayacağını bilerek aramanız gerekiyor.

İngiltere’de insanlar bizdeki gibi salon salomanje yaşamıyor

Dolayısıyla vaktinde gelmediğiniz her otel, ev, oda, student hall, sıranızı hiç umursamadan sırada bekleyen başka birine vermeye hazır. Bu sadece Londra için değil, tüm şehirler için geçerli. (Bu arada Londra’da şayet bir aile değilseniz ve 5.000 pound (15.000 TL) üzerinde kazanmıyorsanız genelde bir dairede oturmak yerine oda kiralamayı seçmek durumundasınız. Orada insanlar bizdeki gibi salon salomanje yaşamıyor.  Bu konuyu ayrıca yazacağım)

 
Dışardan bakılınca basit bir vize vak’ası olarak görülse de her şeyi çok önceden halledip sorunsuz gitmeye çalışırken sırf kıl payı ulaşmayan pasaport yüzünden bir hafta kaybetmem benim için önemli idi.

Artık daha çok dikkate alınmalıyız

Tüm olanları göz önünde bulundurduğumda, halk olarak artık daha fazla önemsenmemiz, Avrupa’ya milyarlarca Euro/Pound kazandıran genç nüfuslu ve gelecek vaad eden bir ülke olarak (her ne kadar AB’ye halen girememiş olsak da) bazı ülkelerden daha fazla dikkate alınmamız gerektiği görüşündeyim.

Pek çok AB ülkesi, bir hafta bile almayan bir süreçte vize sonucumuzu elimize ulaştırırken, İngiltere Konsolosluğu’nun 3 hafta süren vize değerlendirme süresini çok ama çok uzun buluyorum. Bu demektir ki, çok talep var ancak talebi karşılayacak kadar personel çalıştırılmıyor, çalıştırılıyorsa bile yetersiz geliyor.

Bence her ne kadar dunyanin buyuk ekonomileri olsalar da ekonomisi sallantıda olan ülkelerin ıskaladıkları bir şey var! Dünyada ciddi bir para sirkülasyonu var. Bu paranın önemli bir kısmı Türkiye’de (çok önemli bir kısmı Ortadoğu’da) ve genç nüfuslu Türkiye, tavan yapmış şekilde her zamankinden çok daha fazla tüketmek üzere kodlanmış, küresel ekonomiye bile isteye para akıtmak için hazır ve nazır bekler durumda. Bunun bir an önce farkına varsalar hiç fena olmaz.

Bana gelince; İngiltere’de belki bir master olabilir mi? diye araştırırken, yıpratıcı vize sendromu sayesinde bu isteğimden külliyen vazgeçtim. Bir daha İngiltere vizesi mi? Kalsın, ben almıyayım..Hele de kollarını açmış bir an önce ülkelerini ziyaret etmemizi bekleyen onlarca vize istemeyen ülke varken..

Ne dersiniz? Sizce artık Avrupa ülkeleri tarafından önemsenmeyi hak etmiyor muyuz?

Hülya Meral

TAKSİM GEZİ PARKI VE BİRİKİM

Ben bu yazıyı Londra’nın bir köşesinden yazarken dün geceden beri Taksim Gezi Parkı ile başlayan, parkın yerine AVM yapılmasını protesto eden ve protestoculara ‘sert’ şiddet uygulayıp biber gazı sıkan polisin ve buna ek olarak ortalığı duman eden provakatörlerin süregelen çatışması sürüyor. 



Polis müdaheleyi durdurduk dese de Başbakan’ın 3 gündür ikamet ettiği Dolmabahçe’deki konutunun semti Beşiktaş’ta, olaylar tüm hızıyla yayılmaya, körüklenmeye devam ediyor. Toma’lar halkın üzerine yürüyor, halk ise polise karşı kaldırım taşlarını söküp barikat kuruyor..


Gezi Parkı, dün akşamüstüne kadar, yani polis müdahalesinden önce, son derece sessiz bir parktı. Bir süre önce alınan Park’ın yıkım kararının açıklanmasından sonra, 2-3 aydır birkaç sanatçının ‘park’, ‘doğa’, ‘doğanın simgesi’ adıyla twitterda anımsattığı, birkaç doğa gönüllüsü sivil toplum kuruluşu ile parkın bir köşesinde sessizce yıkımın protesto edildiği ‘insancıl’ bir alandı.



Dün gece twitter’da ne var ne yok diye baktığım an, hele ki ‘Türk Baharı’ tümcesini gördüğüm an yıkıldığım andı. Özetle; polis protestoculara saldırmıştı, Taksim yerle bir olmuştu ama hiçbir televizyon kanalında görüntü ve haber verilmiyor, sadece Halktv ve bir Norveç kanalı canlı yayın yapıyordu. 



Sosyal medyada örgütlenen ve birbirinden haber alabilenler konuyla ilgili bilgi sahibi olabiliyordu. (Bir an George Orwell’ın 1984 kitabını anımsadım..) Elbette bir yığın asparagas haber de yayılıp durumu körükledikçe körüklüyordu.



Çıkan hengamede yakılan yıkılan dükkanlardan, biber gazından zarar gören çocuk ve yaşlılardan, görevini yapmaya çalışırken yaralanan basın mensubu arkadaşlarımızdan sosyal medya aracılığıyla haberdar olabildik.

Hürriyet Gazetesi fotomuhabiri Selçuk Şamiloğlu

Nitekim bugün itibariyle olaylar ve protestolar Hatay’dan İzmir’e, Ankara’dan Samsun’a Türkiye’nin pek çok şehrine ve Avrupa’ya yayılmış durumda. Son aldığım ve henüz teyit edemediğim habere göre polis yürüyüş yapanları ABD ordusunun Vietnam savaşı’nda kullandığı portakal gazı ile püskürtmeye başlamış.


Gezi Parkı ve birikim


Birkaç saat öncesinde Londra’da yaşayan Avrupalı, Ortadoğulu, Asyalı arkadaşlarıma Türkiye’yi, İstanbul’u, Taksim’i anlata öve bitiremezken ve gözlerinde canlandırdıkları bu büyülü resmi bir de yerinde görmeleri gerektiğini salık verirken, twitterda okuduklarımdan ve İngiliz televizyonlarını izledikten sonra yaşadığım hayal kırıklığını kelimeye dökmek çok zor.



Meselenin sadece Taksim’in göbeğindeki tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nın yıkılması ve yerine kurulacak AVM-Rezidans projesi olmadığı çok açık. Birincisi halk, son aylarda yersiz ve haksız yere konan ve kişinin kendi şahsını ve hayatını ilgilendiren yasaklara, Reyhanlı’daki kayıplara, çocukluğundan itibaren kutlayarak yetiştiği ‘resmi bayram’ların kutlanmasının yasaklanmasına, okul kitaplarından çıkarılan Atatürk resmi yerine konan Başbakan’ın fotoğrafına, resmi kurumların isimlerinin başındaki  T.C. ibaresinin kaldırılması ve tartışmalarına ve daha pek çok anlamsız uygulamanın bütününe tepkiliydi.



İkincisi; amaçları sadece parkın yıkımını protesto eden sessiz kalabalığın çadırlarının kaldırılıp, karşı çıkanlara biber gazı sıkılması ve ‘sert’ şiddet gösterilmesiydi. Bana göre ise referandum sonucundan bugüne kadar alınan tek taraflı kararlar sonucu biriken sabır taşının çatlamasıydı. Nasıl ki komşunuzun oğlu kardeşinizin yolunu kesip kardeşinizi dövdüğünde içinize yediremez, komşunun kapısına dikilir hesap sorarsınız, bugün Türk halkı da AKP’ye hesap soruyor..


İngiltere’de yabancı arkadaşlarımla ülkelerin siyasetinden konuştuğumuzda bana Avrupa’nın krizle savaşırken ve krizin yarattığı işsizliğin onları İngiltere’ye çalışmak ve iş bulmak için göçe zorladığını vurgularken, Türkiye’nin krizden hiç etkilenmediğini ve yükselen yıldızının gelecek vaad ettiğini söylüyorlar.


Konu günlük hayata geldiğinde, ülkemde yaşanan alkol yasaklarından, sosyal hayattaki kısıtlamalardan, medyanın istediğini söyleyemediği, yazamadığı bir ortamda gazetecilik yapmaya çalıştığından, %50 seçimle hükümet eden yönetimin ülkenin diğer %50’sini hiçe saydığından ve konservatif bakış açısıyla, kendilerine oy verenlerin fikirlerini ve bu kesimi memnun edeceklerini düşündükleri kararları aldıklarını ve bu temeli dine dayalı bir sistemle oturttuklarından bahsettiğimde gözlerinde başka bir Türkiye canlanıyor.


İtiraz noktası halkın kişisel hayatına müdahale edildiğinde başlıyor


Türkiye’nin ekonomik açıdan çok hareketli bir coğrafyada olduğunu, Ortadoğu’dan giren sıcak paranın ülke ekonomisini şaha kaldırdığını ve sürekli tüketen genç ve çalışan nüfusun sağladığı canlı ekonominin pek yok yabancı yatırımcının ilgisini çektiğini inkar edemeyiz. Ekonomi alsın yürüsün, buna kimsenin itirazı yok.


İtiraz noktası halkın kişisel hayatına müdahale edildiğinde başlıyor. Örnek üzerinden gidecek olursak, İngiltere’de David Cameron alkolün belli bir saatten sonra satışını yasak ediyor ama ‘istediğin mekanda gidip içebilirsin, bunun sorumluluğu mekan sahibinindir’ diyor. Başbakanımız ise bunu yanlış yorumlayıp, yanlış olduğunu düşündüğüm kararlara dönüştürüp apaçık kutuplaşmalara sebep oluyor.


Yine İngiltere’de halkın büyük çoğunluğunun zamanını geçirdiği parkların hiçbirine, mesela Londra’daki Hyde Park’a, Regents Park’a, Greenwich’e, St. James Park’a ne gerek var, yıkalım rezidans yapalım denmiyor. Rezidanslar şehrin merkezinde belli bir bölgede, şehrin siluetini bozmayacak şekilde inşa ediliyor. 

Regents Park- Londra
Oxford Street’teki mağazaları saymazsam Londra’nın göbeğinde AVM bile görmedim diyebilirim. Outlet centerlar da şehre 45 dakika uzaklıkta planlanmış. (Bizdeyse genellikle nerde konut varsa oraya birkaç AVM inşa edelim zihniyetiyle ilerliyoruz) Yeşil alan miktarı çarpıcı büyüklükte olmasına rağmen insanların sporunu yaptığı, köpeğini gezdirdiği, yeşilinde uzanıp kitabını okuduğu, güneşlendiği bu alanlara dokunma fikri hiçbir egoya, hırsa ulaşamıyor.

Olayları an be an izleyen yabancı basının yanı sıra politik çevrelerde de Türkiye dikkatle izleniyor. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın bugün twitter hesabından yaptığı açıklamada ‘Türkiye'deki yetkilileri itidale ve gelişigüzel biber gazı kullanmamaya çağırıyoruz’ denilerek "Her demokratik toplumda temel olan barışçı gösteri ve toplantı özgürlüğüne saygı göstermeleri" istendi.


Tüm bu birikim, bugün Taksim’de, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de ve İstanbul’un ve Türkiye’nin pek çok şehrinde iki gündür izlediğimiz olaylarla bütünleşti ve şimdi somut olarak önümüzde. ‘Üç maymun’u oynamak artık çok yersiz.



Kurtuluş savaşı’nı sırt sırta vererek birlikte kazanmış, bütün olmuş, ötekinin gücünden güç almış milli bir ruhun, bu kadar bölünebileceğine, kutuplaşıp sen-ben-öteki olabileceğine, inanmıyorum, inanmak istemiyorum. Bazı üslup bilmeyen siyasilerin bu kadar olay sonrasında twitterdan ‘sizi bir kaşık suda boğarız ama demokrasiye inanıyoruz’ gibi kendisine oy vermeyen %50’yi ötekileştiren, galeyana getiren söylemlerini çok seviyesiz buluyorum.


Ülke olarak tek sorunumuz yaşadığımız her sosyal ve siyasal sorunda oldu gibi karşılıklı oturup tartışma- konuşma zemini oluşturamamamız ve bir türlü hakkından gelemediğimiz ‘birbirimize karşı engellenemez önyargımız’..Ortak paydada buluşmak ve ‘birbirimizi anlamak’ yerine kapı komşumuza bile ‘öteki’ diye bir ‘merhaba’yı esirgememiz..


Taksim Gezi Parkı bir birikimin eyleme dönüşmüş haliydi ve bence Türkiye için bir dönüm noktası (turning point) idi. Dilerim bugünden sonra olanları sadece bir ‘park’ olarak algılamaktan vazgeçer meselenin aslına inip ekonomik istikrar kadar ‘halkın ruhi istikrar’ını sağlamaya yönelik doğru adımlar atarız.


Hülya Meral



Tasarımın Oscarları Londra Tasarım Müzesi'nde‏


Tasarım dünyasının Oscarları olarak bilinen ve geçtiğimiz ay Londra’da düzenlenen ödül töreniyle sahiplerini bulan ‘Dünyada Yılın En İyi Tasarım Ödülleri’ şimdilerde Londra Tasarım Müzesi’nde sergileniyor. 


Amerika’dan Japonya’ya Almanya’dan Rusya’ya kadar 94 farklı tasarımın aday gösterildiği ödüller Mimari, Mobilya, Moda, Grafik, Dijital, Ürün ve Ulaşım kategorilerinde yarışmıştı.

Bu yıl altıncısı düzenlenen Tasarım Ödülleri’nin mimari tasarım dalında güçlü adaylarından biri Türkiye’nin ve dünyanın yakından tanıdığı bir isimdi. Orhan Pamuk.. 

İstanbul Çukurcuma’da geçtiğimiz yıl ziyarete açtığı Masumiyet Müzesi ile Tasarım Ödülleri’ne aday olan Orhan Pamuk ve eseri, Renzo Piano’nun Batı Avrupa’nın en yüksek binası olarak yaptığı Londra’daki Shard Kulesi, Zaha Hadid’in Beijing’deki Galaxy Soho binası, Mimar Louis Kahn’a ölümünden 40 yıl sonra adaylık getiren New York’un Dört Özgürlük Parkı gibi önemli isimler ve eserlerle yarışmıştı. 

Aday olması beni şaşırtmadı çünkü müze, aynı isimdeki kitaptan esinlenilerek, üzerinde yıllarca çalışılarak, hayatı biriktirerek ortaya çıkarılmış, çok özel bir yapı. Masumiyet Müzesi’ne ait bir vitrin müzede görülebilecek eserler arasında. Mimari tasarım dalında 60 yıllık sosyal konut tesisini modernize ederek Fransız stiliyle birleştiren Paris’teki ‘Tour Bois-le-Prêtre’ binası ödüle layık görülen tasarım oldu.

Ürün kategorisinde ödül kazanan eser ise gelişmekte olan ülkelere pratik yolla tıbbi malzeme ulaştırmayı hedefleyen ‘Yamoyo yarım kiti’. Coca Cola çalışanlarının Zambiya’ya ziyaretleri sırasında ortaya çıkan fikir üzerine üretilen ürün, vücuttaki sıvı kaybını önlemeyi amaçlıyor.

Ulaşım alanında ‘katlanabilir tekerlek’ fikri ve projesiyle yeni bir uygulamaya imza atan ekip tekerleğin kullanımına, icadından bugüne ilk kez yeni bir soluk getirmişe benzer. Tekerleğin en küçük alanlarda bile rahatlıkla taşınabilmesine odaklanan proje ile tekerlekli sandalyeleri bagajda taşımak artık çok da imkansız gibi görünmüyor.

Digital kategoride, İngiltere hükümetinin yeni web sayfası ‘Gov.uk’, tüm kategoriler arasında en iyi tasarım ödülünün sahibi. Klasik ve sade bir tasarıma sahip olan sayfa tasarımı, en çok ilgi çeken eserler arasındaydı. 

Mobilya kategorisinde aday olarak gösterilen ve ödüle layık görülen eserin sahibi, Medici Başkanı olarak adlandırılan, İtalyan markası Mattiazzi için endüstriyel tasarımcı Konstantin Grcic tarafından tasarlanmış ahşap sandalye.

Moda alanında ödüle layık görülen eser ise, Harper’s Bazaar ve Vogue’un 20.yy’ın ortalarında fırtına gibi esen efsanevi moda süperstarı, yazarı, yayın yönetmeni Diana Vreeland’in hayatını anlatan ve yönetmen  Lisa Immordino Vreeland’in objektifinden yansıyan ‘The Eye Has To Travel’ belgeseli. Yönetmen Vreeland’in eşinin büyükannesinin hayatını beyazperdeye yansıttığı belgesel bir anlamda 20. yy.tarihine de ışık tutuyor.

Grafik kategorisinde ise John Morgan’ın Venice Architecture Biennale’i için tasarladığı yazı karakteri ödüle layık görüldü.

Hem ödüllü eserler hem de aday gösterilen bu özgün eserlerin çoğu, 7 Temmuz’a kadar tasarım meraklılarının ziyaret edebileceği Londra Tasarım Müzesi'nde görülebilir.

Tasarımı hayatın içinden bir kesit olarak gören, hayatı anlamanın ve dünyayı daha iyi yaşanacak bir yer haline getirmenin bir aracı olarak değerlendiren Londra Tasarım Müzesi, yıllardır dünyanın en iyi tasarım ve mimarlarını onurlandıran bir kurum.
Hülya Meral

SAATCHI GALERY'DE SOVYET RUSYA'NIN YÜZLERİ


Nihayet Londra’da güneşin tanıdını çıkarmaya başladık. Yine de havasına güven olmayan bu gri şehirde yaşamanın altın kuralı, çantada mutlaka bir şemsiye ve mevsimlik bir ceket bulundurmak. İngilizler güneşi görür görmez  parklara akın etmiş bile. Sokaklarda yüzü güneşe dönük ne kadar cafe varsa her biri hıncahınç dolu. Bu güzel havada yapılacak en güzel şey havanın tadını çıkarıp siesta yapmaktı ama ben şansımı uzun zamandır ziyaret etmeyi planladığım Saatchi Galery’den yana kullandım. 


Londra’nın en işlek meydanlarından Sloane Square’de bulunan, yılda 600 bin kişi ve 1.000 okulun gezdiği Galeri, önceki yıllarda Amerika, Hindistan, Almanya, Çin ve Kore’nin önemli new art sanatçılarının eserlerini sergilemiş. Galeri’nin bu seferki konuğu Sovyet Rusya. 

Geniş bahçesini geçtikten sonra zemin kattan itibaren başlayan 15 galeriyi üst katlara doğru sırasıyla gezmeye başlıyorsunuz.

Saatchi Galery'nin Sovyet Rusya'ya ayrılan galerilerinde, Eski Sovyetler Birliği’nin ardından toplumdan dışlanmış olan suçlular, yoksullar, hayat kadınları, uyuşturucu bağımlıları, evsizlik, kimsesizlik ve şiddet, 18 çağdaş Rus sanatçısının fotoğraf karelerine, tablolarına, eserlerine yansımış.

Ülkelerin politikaları değiştikçe bundan en çok etkilenen o kararları alan bürokratlar değil bilfiil o kararları uygulamak zorunda olan halk olur. 

Komünizmin ülkede çöküşüyle ortaya çıkan karmaşada yaşanan kaotik geçiş süreci ve bunun getirdiği kırılganlık, hiçlik, acı, öfke ve tiksinti, yaralı, orantısız ve kanserli organlarla, kan ve irinli bedenlerle, derin ama yaşlı, hasarlı, ‘rahatsız edici’ vücutlarla, bir teatrallik içinde verilmiş.

Galeri’nin bu bölümünü gezmek hassas mideler için oldukça güç ama sergilenen fotoğrafları gördükçe sarsılmamak mümkün değil. Özellikle komünizm sonrası geçiş sürecinde yaşayan Sovyet Rusya'nın yüzlerinin ilk kez İngiltere’de sergilenebildiğini düşününce..

Bir diğer galeride vücutlarında ağır dövmeleriyle ve çıplak vücutlarıyla Rus hapishanelerindeki tutukluların kan, şiddet, acı içeren fotoğrafları sergileniyor.  Hükümlüler sadece tattoolu vücutlarıyla değil gözleriyle de çok şey anlatmışlar.
Yıllarca müzikal sahnelerinin dekorasyonunu üstlenmiş olan klasik- postmodernist sanatçı Valery Koshlyakov’un 1995’te kartonlar üzerine ‘sticky art’ tekniğini kullanarak çizdiği Paris Grand Palace eseri, sıcak ve etkileyici renkleri ve kullandığı malzeme dolayısıyla ilgi çekici.

İtiraf etmeliyim ki beni en çok etkileyen Galeri 15’te yer alan İngiliz heykeltıraş sanatçısı Richard Wilson’ın geri dönüşümlü petrolü, beyaz duvarlar ve kolonlar içindeki sonsuz açık havuza yerleştirdiği simsiyah petrol havuzu 20:50 oldu. 

Eseri ilk gördüğünüzde aslında tavanda asılı bulunan beyaz zeminin ve ışıklandırmaların yerde olduğunu düşünüyorsunuz ama sonra ışıklandırmanın yönünü fark edip içi petrol, yani sıvı dolu simsiyah cilalı zemine daha doğrusu havuza baktığınızı anlıyorsunuz. 

Alan sanatçı tarafından o kadar matematiksel değerlendirilmiş ki holografik yanılsama yaşamamanız mümkün değil. Sizi kendi içine alıp siz de eserin içinde bir tonmuşsunuz gibi kullanıyor. Kolonlar ve mükemmel açılar sayesinde eserin nerede başlayıp nerede bittiğini fark edemiyorsunuz. Boşuna değil 20:50 ölmeden önce görülmesi gereken 1.000 eserden biri seçilmiş.

Londra'ya yolunuz düşerse sürekli değişen galerileri ve sanatçılarıyla, festivalleri, workshopları ve etkinlikleriyle, sürekli kendini yenileyen dinamizmiyle sanatın içinde sanat yaşatan Saatchi Galery'yi görmeden dönmeyin. 

 Hülya Meral