haftasonu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
haftasonu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Boğaz'ın En Şık Elbisesi: ERGUVAN

Çalıştığım gazeteye ulaşmak için bu trafikte araba kullanmak çılgınlıktı. Dolayısıyla şirketin her semtten kalkan servisini değerlendirip sabahları, perdeyi çekip uyuyarak akşamları adım adım ilerleyen köprü trafiğinin stresini azaltmak için gazete, dergi, kitap okuyarak, radyo dinleyip bulmaca çözerek bazen diğer çalışanlarla sohbet ederek evime ulaşmaya çalışıyordum.

Bir makalede, İstanbul'da yaşayan ve Boğaz'ı görmeden tüm yılını geçiren 1 milyon kişi olduğunu, bu kişilerden büyük bir yüzdenin de yıllardır İstanbul'da ikamet etmelerine rağmen Boğaz'ı henüz hiç görmediklerine değiniyordu.


Bir an her gün zorunlu olarak geçtiğim Boğaz'ı en son ne zaman 'gördüğümü' düşündüm. Epey uzun bir zaman olmuştu. Çünkü üzerinden geçerken yarıuyanık bir şekilde sabah yarım kalan uykumu almaya çalışıyor olurdum ve güneşin doğuşuyla nefes kesen görüntüye kavuşan altımdaki mavi halıyı hiç görmezdim. Sabahları uyumamaya karar verdim..


Bu aşağı yukarı bahar zamanıydı ve baharın müjdecisi Erguvan ağacı yavaş yavaş tomurcuklarını patlatıp o şahane fuşya rengini doğaya sergilemeye hazırlanıyordu, Nisan'ın son ikinci haftası başlayıp Mayıs'ın son iki haftasına kadar sürecek Erguvan Zamanı'nı her yıl istemsizce nasıl da kaçırdığıma uzun süre hayıflanacaktım. Ne yazık ki ömrü kısa, sadece bir ay bu baktıkça ömrü uzatan ağacın.



Erguvan, Ingilizcede Judas Tree yani Yahuda ağacı demek. Yıllarca Bizans'ın sembol ağacı olmuş aynı zamanda. Osmanlı'da da sık sık kullanılmış erguvan, hasbahçeleri süslemiş, sofraların dizaynına renk katmış. 

Kışın don olunca erguvanları çelikleyip baharda uyanmasını bekleyen Erguvan Dostları içten içe telaşlanır. Çünkü erguvan dondan hemen etkilenir. Tohumla veya çelikle çoğalması sağlanan erguvan tohumları 2-3 dakika sıcak suda ve 24 saat ılık suda bırakıldıktan sonra ilkbaharda ekiliyor. Çelikle üretim Temmuz-Ağustos aylarında alınan yarı odunsu çeliklerle yapılıyor. Bu dönemi özenle takip edenler iyi ki varlar ve İstanbul'un her yerine bu enerjiyi saçıyorlar.

Elbette İstanbul dışında Güney Avrupa'da da çokça görülüyor erguvan ama boğazın mavisi ve yeşiliyle, her gün ışık saçan güneşiyle biraraya gelince bakmaya doyulmaz bir görüntü oluşturuyor, fotoğraf karelerine müthiş renk katıyor. 



Bir ay önce her yer sarı mimozalarda donanmıştı, şimdi sıra erguvanda, mayıs ortalarında da en güzel halleriyle 'lale devri'ni yaşayacağız. Lale ile ilgili bir yazıyı daha önce paylaşmıştım. ( http://narcekirdekleri.blogspot.com.tr/2012/04/ronesans-cicegi-lale.html )

Ömrü kısa erguvanları izlemek için haftasonunu beklemeyin, akşam iş çıkışında bile bir yerde oturup kahvenizi içerken seyrine dalabilirsiniz, keza havalar buna oldukça müsait.

Keyif dolu bir bahar dilerim.

Hülya Meral

BİR ANKARA HİKAYESİ


Geçtiğimiz haftalarda Ankara’daydım. Yıllar önce bu şehre geldiğimde devasa gri binalar, devasa hastaneler, iliklerime kadar donduran soğuk  ve tüm bu iç titreten havasına rağmen sıcak, yardımsever,  sürekli hareket halinde, dinamik ve coşkulu bir şehir hayatı ve Ankara insanıyla karşılaşmıştım.
 Şimdiyse gri binaların yanında tıpkı İstanbul’daki gibi AVM sayısının arttığını, şehrin kalbi sayılan Kızılay Meydanı’na kocaman ama bence çok da estetik durmayan bir AVM yapıldığını gördüm. 
 
Pek çok semt, lüks konut inşası hızlıca yayıldığı için inşaat halinde. Örneğin Ağaoğlu’nun çok tartışılan İstanbul 1453 projesine karşılık burada da İncek Life isminde bir proje yürütülüyor. Yeni bina sayısı artsa da Çankaya, Küçükesat gibi semtler hala naif görüntüsünü koruyor.

İki gün içinde nerdeyse kısa bir Ankara turu yaptım diyebilirim. Şehre iner inmez ilk işim Anıtkabir’i ziyaret oluyor. Çok detayına girmiyorum zaten tüm ayrıntıları internette var ama olur da yolunuz Ankara’ya düşerse Anıtkabir’i görmeden dönmek  büyük kayıp olur..  
 
Anıtkabir’den sonra yolum Ulus’a düşüyor. Ulus yıllardır hep kötü anılan bir semtti. Karışık ve düzensiz görünümü yavaş yavaş düzeltmeye başlamışlar.
 
 
Niyetim eski Meclis binasından sonra Ankara Kalesi’ni görmek. Koyunpazarı Yokuşu’ndan yürüdükçe kilimciler, yüncüler, otantik eşya, takı, şal, bakır satan dükkanlar sıra sıra dizilmiş. Kapalıçarşı’da satılan keçe çanta, toka ve süs eşyalarının kaynağı buradaymış meğer..

 
Yokuşu tırmanırken hemen solda antika bir gramafon görmemle gözlerim ışıyor. İçerden gelen müzik fena değil. Meğer Gramafon Cafe’nin önündeymişim. Biraz oturup soluklanıyorum. Yokuş dediğime bakmayın, çok hafif dik.

 
Gramafon Cafe’nin biraz ilerisinde ‘kıtlama çay’ içebileceğimiz Erzurum çayı satan ‘Dadaşlar Kahvesi’ var. Minik hasır taburelerde ikram edilen çayın yanında kavanozla kıtlama şeker ve onu ağza gelecek büyüklükte kırmak için ufak pense geliyor. (Aman tamamını dişinizle kırmaya kalkmayın, soluğu dişçide alabilirsiniz.)
 
 
Kıtlama çay içtikten sonra yolun devamında sağda Rahmi Koç Müzesi Çengelhan’a geliyorum.
 
 
Müzeyi gezmeyi bir dahaki sefere bırakarak önündeki dükkanlardan ipek şal, el yapımı takı ve seramik obje bakıyorum. Çengelhan’ın hemen yanında butik otel olarak hizmet veren Çukurhan yer alıyor. İçeriye davet eden önsezilerimi takip edip içeri süzülüyorum.
 
 
 
Otelin her noktasında antika bir eşya veya obje var. Kapısı açık alt odalarından birine kafamı uzattığımda gördüğüm her şeye hayranlıkla bakıyorum. Buradaki eşyalar Rahmi Koç’un birkaç sene önce gerçekleştirdi tekne ile dünya turundan. (Daha geniş koleksiyonu Haliç’teki Rahmi Koç Müzesi’nde görebilirsiniz.)

 

Kaplan postu asılan duvarın önündeki koltuğa oturup diğer duvarlardaki maskeleri, ortadaki çok eski olduğu belli olan sandığı, Kızılderili oklarını ve tablolarını, ayı, ren geyiyi kafalarını, buda heykellerini inceliyorum.
 
 
Diğer odalarda uzunluğu 5 santimden 20 santime uzanan çeşitli boyutlardaki anahtar koleksiyonu, kilitler, şamdanlar, fil ve at heykelleri yer alıyor.
 
 
İlerledikçe ahşap, kerpiç ve taş karışımı konakları görüp zamanında bu evlerde yaşayanları ve yaşananları gözümün önüne getirmeye gayret ediyorum. Kınacızade Konağı içini gezmek için ideal.
 
 
Hemen karşısında bakanların, milletvekillerin ve uluslararası temsilcilerin ağırlandığı Washington Restoran var. Başkanlığı döneminde Bill Clinton’ı bile ağırlamışlığı var bu restoranın. Dıştan çok mütevazı görünüyor. İçine girmiyorum keza kapıdaki görevli fotoğraf çekmemden çok da memnun görünmüyor. Hatta nerdeyse girmeyeyim diye önümde duruyor.
 
Çok eski bir geçitten girip Ankara Kalesi’ne yöneliyorum.

 
Burada takı, anahtarlık, örgü şapka, çanta satan teyzelere selam vermemenizi öneririm. Hoş selam vermeseniz de onlar sizinle muhabbeti koyuyor.
 
Tepeye çıktığımda manzara mükemmel. Gençlik Parkı'nın fıskıyelerinde sular bir çoğalıp bir azalıyor. Bir de güneş batmaya hazırlanmasaydı da o kareyi çekebilseydim güzel olurdu elbette.
 
Gelin görün ki dolaştıkça dokunduğum taşların eski kokmaması, yeni taş gibi açık renk olması beni şüpheye düşürüyor. Yanımdakilere ‘bence kale burası değil, bu kadar yeni taş olamaz, restore etseler bile tamamını değiştirmezler, yanlış yerdeyiz’ dememle sağımda orijinal Ankara Kalesi’ni görmem bir oluyor…

Reklamlarda gördüğümüz küçük ama cevval, geleceğin girişimcisi çocuk rehberlerden biri bizi duyup ‘Abla gerçek kale karşıdaki. İçindeki  Atatürk’ün  eşyaları çalındığı için kale dışarıya kapatıldı, sadece buradan görebiliyorsun, içine giremiyorsun.’ diyor. Bulunduğumuz yerden, Ulus’u kuşbakışı görüyoruz. Ali Ağaoğlu bir tek burayı ıskalamış, şaşırdım.

Geldiğim yolu geriye yürüyüp Rahmi Koç Müzesi’nin önünden sağa doğru ilerlediğimde  Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin bahçesine giriyorum. Girişler tam 15 TL. Müzekartınız varsa ücretsiz giriyorsunuz.  
 
Bahçede oturmuş dinlenen İtalyan turist sayısı kadar da içeride var. Rehber İtalyanca anlatırken kulak misafiri olmak şahaneJ

Neolitik çağdan Kalkolitik çağa, Urartular’dan Friglere, Hititlere kadar tüm Anadolu uygarlıkları önüme seriliyor.



Ana tanrıça heykelcikleri, boğa heykelleri, Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frigler’den kalma aksesuarlar, taslar, kaplar, geometrik motifli renkli mozaikler, levhalar,  mühürler, duvar freskleri, fildişi taraklar ve daha niceleri bu müzede sergileniyor.

Kral Midas’a ait olduğu sanılan mezar anıtında oymalı ve kakmalı geometrik motiflerle süslü tahta panoların yanında duran büyük tunç kazanlar ve kazan kulpları ilgimi çeken bir diğer bölüm.

Müzeden çıktıktan sonra Kuğulupark’a şöyle bir uğrayıp Ankara’ya gelip de uğramadan olmaz yerlerden Arjantin Caddesi’ne doğru yola koyuluyorum. Bu cadde üzerinde pek çok cafe sürekli açılır kapanır ama bir tanesi var ki 1993’ten beri aynı yerinde, konseptini hiç bozmadan hizmet verir. Cafemiz..

 
Bu restoran/cafe lise veya üniversite yıllarını Ankara’da geçiren herkes için nostaljik bir öneme sahip. Hatta bir kış akşamı geldiğimde bahçedeki meşe ağacına ve ağacın altına serpiştirilen beyazlar, beyaz ve pastel renklerdeki dekorasyonu ve beyaz saçlı garsonlarıyla (gerçekten beyaz saçlı garson mu çalışıyor yoksa ortama uysun diye mi spreylemişlerdi hala bilmiyorum) masal gibi bir ortam yaratılmıştı. Bu cafeyi Aşk Tesadüfleri Sever filminden de hatırlayacaksınız.


Gittiğinizde yaşadığınız şehirden tanıdık bir yüzle karşılaşmak olası. Akşamı ve bir Ankara gününü dolu dolu geçirmenin keyfiyle güne Cafemiz’de son veriyoruz.

İncek’te Sarmaşık Cafe’de kuş sesleriyle kahvaltı

Sabah İncek’teki iki katlı, sarı boyalı Sarmaşık Cafe’de kahvaltı etmeye karar veriyorum.


Sunum ve ortam tam istediğim gibi. Kuş sesleri de kahvaltıya eşlik ediyor.

 
Sonraki durağım Altındağ Belediyesi’nin üstün gayretleriyle sıfırdan oluşturulmaya çalışılan Hamamönü.



Buraya giderken de Ulus’a gider gibi hareket ediyorum çünkü birbirlerine yaklaşık 1 kilometre mesafe uzaklıktalar. Safranbolu ve Beypazarı havası verilen Hamamönü öğreniyorum ki öncesinde metruk halde bulunan evler ve çamurlu yollarıyla ünlüymüş.


 
Yüzlerce Hacettepe öğrencisini barındıran semtin zamanında kıymetinin bilinmemiş olmasına şaşırıyorum. Yanınızdan geçen 10 kişiden 8’i beyaz tıp önlükleriyle dolaşıyor ve öğlen yemeklerinde yeni yaratılan bu mahallenin keyfini  çıkarıyorlar.

Hipokrat Cafe’de piyano eşliğinde yemek

Hatta Hipokrat Cafe’de piyano eşliğinde yemek yiyebiliyorsunuz. Fiyatlar hiç abartılı değil, aksine çevredeki öğrencileri düşünmüşler.


Bu evler arasına serpiştirilen sanat galerilerinden birkaçına girip öğlen yemeğinde Hanımeli’nin Malatya usulü mantısını tadıp Kızılay’a gidiyorum.

Kızılay her geçen gün kalabalıklaştıkça enerjisine enerji katıyor gibi. İstanbul ile karşılaştırmam gerekirse bizdeki Kadıköy veya Bakırköy’e çok benziyor. Meydandaki devasa AVM gözümü tırmalasa da görmezden gelip Karanfil’e doğru yavaş yavaş ilerliyorum. Bu arada bu AVM’de mangal bile yapılabiliyormuş!

 
Karanfil’den biraz yürüyünce solda Dost Kitabevi göz kırpıyor. İçeriye giren çıkanın hesabı yok. O kadar kalabalık ki sanarsınız ki kitapları bedava dağıtıyorlar.


Dost Kitabevi şimdilerde gazetelerde, televizyonlarda, dergilerde ve başka iş kollarında kimi görseniz, Ankara’da yaşamış her birinin mutlaka müdavimi olduğu, içten içe bağlılık yaratmış bir Kitabevi.


 

İstanbul’daki kitabevleri gibi içinde seçtiğiniz kitaplara göz atmanıza yardımcı olan koltuklar yok, ayakta inceliyorsunuz ama aradığınız her şeyi o kadar rahat buluyorsunuz ki zaten oturma ihtiyacı hissetmiyorsunuz.


Dost Kitabevi’ni diğer kitapevlerinden ayıran nokta bana göre, maddi kaygıların ötesinde kültür ve sanat misyonunu gönülden üstlenmiş olması ve özellikle edebiyatla ilgili kısımdaki eserleri Alman, Rus, İngiliz, Japon,Fransız..Edebiyatı yazarlarına göre raflamış olmaları. İstanbul’daki kitapçılarda genellikle hepsi tek rafa konur ve edebiyatla tanışan okur hangi yazarın hangi ülkeden olduğunu bilmeden karışık okuma yapar.

Diyebilirsiniz ki tüm bu yazarlar lisede zaten işleniyor.. Ezberci eğitim sistemimiz olduğunu ve öğrencilerin bahsi geçen yazarların bırakın üslubunu, hayatını vs.  isimlerini bile ezberleyerek geçtiği bir sistem içindeyiz, hatırlayalım..


Karanfil

Karanfil’i sağdan soldan kuzeyden güneyden kesen tüm sokaklara girip Ankara halkı nasıl yaşıyor gözlemliyorum. Çocukken TRT’de izlediğim iki sunucu Çiçekçiler Çarşısı’nda çiçek seçiyor. Barlar Sokağı ise akşam gelecek müşterilerini ağırlamak üzere hazırlanıyor.


Az da olsa taze balık satan tezgahlar, her noktada Vitamin Shop denilen belediyeye ait nar, portakal, limon, havuç suyu satan cornerlar, dersaneden çıkmış cafelerde takılan öğrenciler, üniversiteli gruplar..

 
Buralarda dolaşıp Ankara simidi yemeden gitmek olmaz. Pekmeze batırılarak tatlandırılan, odun fırınında pişirilmiş simit şu ana kadar yediğim İzmir, İstanbul, Rize simiti ile karşılaştırınca en güzeli diyebilirim.

Ankara simidi
 
Sonraki durağım Tunalı’daki Hayyami Şarapevi. Ömer Hayyam’dan esinlenerek açılmış mekandan içeriye girdiğinizde şarap fıçılarından yapılma masalar, duvarlarda minyatürler ve zengin şarap kavı ile karşılaşıyorsunuz.


Hayyami

Pek çok şarap çeşidinden denemeniz mümkün. Butik bir şarapevi ancak fiyatlar son derece makul. Yerlerinde olsam peynir tabağı ve mezelerin yanına Ankara simidi de koyardım..

Hayyami’deki keyifli dakikaların ardından son keşif noktam Çay Yolu. Son yıllarda şekillenen semt yeni Ankara olarak tanınıyor. Burayı da İstanbul’un Ataşehir’ine benzetmek yanlış olmaz, sadece müstakil villa sayısı daha fazla.
 


İstanbul’dan bilinen pek çok yeme- içme mekanının bir şubesi Çay Yolu’nda açılmış. Bir şubesi de Tunalı’da olan Kıtır’da kokorecimi bitirip iki günlük Ankara gezimin sonuna geliyorum.


 
Bu gri şehirde, vaktiniz varsa yapılabilecek bir başka şey de şehrin dışında kalan yeşil mesire yerlerine gitmek veya şehirdışındaki otellerde konaklamak. Sadece haftasonu vakit ayırabiliyorsanız İstanbul- Ankara uçakla 40 dakika, otobüsle 6 saat sürüyor.
 
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi


 

 

Masal gibi Bozcaada


Bozcaada deyince şüphesiz pek çoğumuzun yüzüne bir gülümseme yerleşiveriyor. Şarap, balık, deniz, kum, gelincik şerbeti, domates reçeli derken şehir hayatında kolay bulamadığımız, gürültüden ve trafikten uzak, rüzgarı püfür püfür esen, peşinen güzel geçecek bir tatil canlandırıyoruz zihnimizde.


Ada bence kışın soğuk ayaz günleri haricinde her mevsim ziyaret edilebilir. (Daha önce yazdığım 'Rüzgarın Kanatlarında Bozcaada' yazısı size ilham verip valizi toparlamanızı sağlayabilir. :) http://narcekirdekleri.blogspot.com/#!/2010/11/ruzgarin-kanatlarinda-bozcaada.html )

Geçen yıl Bozcaada'ya Temmuz’da gidip ‘Nasıl geçti?’ soruma ‘Sokakta yürürken birinin koluna değmeden geçmen mümkün değil’ cevabını veren arkadaşımın uyarılarını dikkate alarak 15 Haziran’dan sonra iğne atsan yere düşmeyecek Ada’yı Haziran başında ziyaret ettim.



Dedim ya Bozcaada her mevsim güzel, her mevsim masal gibi ama gündüz bunaltmayan gece de hafif esintisiyle rahatlatan mevsimde gidilirse tadından yenmiyor.

Ada’ya iner inmez ilk işimiz yürüme mesafesindeki otelimize yerleşmek oluyor. Seçenek çok fazla ama ben bu sefer farklı bir otel denemek istediğimden gitmeme birkaç gün kala Panorama Otel’den yer ayırttım. Sezon başlayınca bu otelde yer bulmak pek mümkün olmuyor çünkü aylar öncesinden rezervasyonlu gelen, pek çoğu daha önce otelde konaklamış misafirleri ağırlıyor otel.


Sahibi Handan Hanım doğma büyüme Bozcaadalı, Selanik göçmeni ailesi ve akrabalarıyla kış aylarında Çanakkale’de sezon yaklaşınca da 23 Nisan'dan itibaren Ada’da yaşıyor. Eşi Ayhan Bey sizi Ada’ya ulaştıran feribotun kaptanı.  Kaptanlık dede mesleği, şimdi çocukları Batuhan da kaptan olmak için eğitim almaya hazırlanıyor.



Kendileri için yaptıkları evin odalarında birbirlerini bulamayınca 9 odanın kendilerine fazla geldiğini düşünüp butik otele dönüştürelim diyorlar. Çok da iyi yapıyorlar çünkü modern tasarım objelerle ve Handan Hanım’ın Kıbrıs Harekatı sırasında Ada’yı terk etmek zorunda kalan Rum komşularından kalan dekoratif eşyalarla süslenen otel, odalarında sahibinin zarif zevkini de barındırıyor.


Her odanın farklı bir rengi, ona göre de seçilmiş şahane tabloları var. (Bir dahaki sefere hangi odada kalmak istediğimi önceden söyleyebilmek için nerdeyse tüm odaları dolaştımJ ) Tablolar Çanakkale’li veya Ada’da yaşayan ressamlardan alınmış.

Koklaya koklaya kahvaltı
Yorgunluk kahvesinin yanında damla sakızlı kurabiye ikram ediliyor. Ardından gelen kahvaltı anı güne daha bir enerjik başlamamızı sağlıyor. Koklaya koklaya yediğimiz (ve çok sevdiğim) incir reçeli, gelincik reçeli, domates reçeli, üzüm reçeli Handan Hanım’ın elinden çıkma. Bozcaada Kalesi manzaralı serin terasında anın keyfini çıkarıyoruz.


Kahvaltıdan sonra planımız önce kısa bir Ada turu yapıp ardından Ayazma Koyu’na doğru yola çıkmak. Ayazma Koyu’na hemen meydandan 5-10 dakikada bir kalkan dolmuşlarla da ulaşabiliyorsunuz, arabanızla da. Dolmuşla gelirseniz benim gibi Trakyalı kızan (Trakya’da erkek çocuklarına kızan, kızancık deniyor) 2. Sınıf öğrencisi Sedat’ın sıcaktan ve sırtındaki çantadan bunalıp ‘Sıkıldım beahh’ diye trip atmasına şahit olabilirsinizJ

Ayazma Koyu Plajı

Yaklaşık 7 kilometre sonra ayaklar altına serilen mavi örtüyle içiniz açılıyor. Alabildiğine uzun ve geniş plaj ile plajın üstünde yemek yiyip bir şeyler içip serinleyebileceğiniz Koreli, Paşa, Ali Baba, Vahit’in Yeri, Thenes gibi restoranlar mevcut.


Çınaraltı’nda damlasakızlı kahve, şarapevlerinde şarap tadımı
Güneşi sonuna kadar değerlendirip Ada’nın merkezine geri dönüyoruz. Çınaraltı’nda damlasakızlı Türk kahvesi içip Çamlıbağ, Talay, Ataol ve Corvus şarapevlerini dolaşıyoruz.  Birkaç şarap denedikten sonra hediye aldığımız şişelerle otele dönüyoruz.


İstiklal Sokağı’nda kadeh tokuşturmalara eşlik
Akşam yemeği için her bütçeye uygun restoran bulmanız mümkün. Limanda daha çok balık mezeleriyle ve deniz ürünleriyle ünlü restoranlar bulunuyor.


Rum Mahallesi’ne doğru ilerlediğimizde İstiklal Sokağı’nda Sandal, Lodos, Güverte, Battı Balık, Simyon gibi şirin ve insana Ada’da olduğun hissini veren restoranlardan gelen kadeh tokuşturmalarına eşlik etmeye karar veriyoruz. Fiyatlar nerdeyse her restoranda aynı.


Tatlı olarak hafif bir şey yemekte fayda var deyip hemen Çiçek Pastanesi’nin dondurmasından alıyoruz.



Kaleye doğru kıvrılıp Eyvah Eyvah filminde Hüseyin’le (Ata Demirer)  Müjgan’ın (Özge Borak) birbirlerine aşklarını itiraf ettikleri sahnenin çekildiği sahil çay bahçesinde  oturup denizin dibinde keyif yapmayı düşünürken bir  düğüne denk geliyoruz. Çok bekledik ama Aman Melekem, Bu Fasulye gibi filme mal olmuş şarkılar çalmadıL J


Akşamı erken bitirmek olmaz, otelimize dönüp karşımızda Bozcaada Kalesi, gökte sayısız yıldız ve esen rüzgarla şaraplarımızı yudumladık.  


Sabah çiçeklerle süslü kahvaltı masamızda bu sefer tahinli-zencefilli kurabiye ikram ediliyor. Kurabiyeler de reçeller gibi ev yapımı.
İncir, ayva, domates ve üzüm reçeli

390 balayı çiftinin neden bu oteli seçtiğini otelin kahvaltısına bağlamak yanlış olmaz. Hatırlatmakta fayda var, Handan Hanım bahçesindeki dilek ağacına bekarken dilek dileyenlerin sonraki yıl evlenerek geldiğini söylüyor. J

Panorama Otel dilek ağacı

Otelden çıkıp Bozcaada Kalesi’ni görmeye gidiyoruz. Ada’ya buradan bakınca bir kez daha aşık oluyorsunuz.



Kalenin içini, surları, artık bakımsızlıktan tek tük kalmış amfora, top arabası ve topları,  fotoğraflayıp Ada Cafe’nin ünlü gelincik şerbetini içmeye gidiyoruz.



Ardından yine Ayazma Koyu’na gidiyoruz çünkü henüz Habbele ve Sulubahçe plajları sezonu açmamış.


Denizden döndüğümüzde Ada’nın ara sokaklarında girmedik nokta bırakmıyoruz. Bozcaada haritada Türk Mahallesi ve Rum Mahallesi diye ikiye ayrılıyor ama Ada halkı birbirine sıkı sıkı bağlanmış, yıllardır komşuluk ilişkilerini zenginleştirerek, birbirlerinden övgüyle söz ederek sürdürüyorlar.



Açık söylemek gerekirse balkonlarından çiçekleri sarkmış, taş evinin önünü ve cumbalarını saksılarla gökkuşağına çevirmiş sokaklarıyla Rum Mahallesi’ni daha çok seviyorum. Türk Mahallesi’ndeki evler de çok şirin ama yaşam belirtisi veren evler çok az..Sokakları fazlasıyla sakin.


Bozcaada Müzesi’ni ve kiliseyi görüp, Çiçek Pastanesi’nin ünlü damla sakızlı kurabiyesinden aldıktan sonra Polente’ye soğuk bir şeyler içmeye oturuyoruz.


Polente mavi-beyaz dış cephesi ve sandalyeleriyle insanın içini açıyor ve terasında mükemmel bir manzara sunuyor.


Güneşin batmasına 1 saat kaldığını fark edip elimizde kadehler ve şaraplarımızla günbatımını izlemek ve fotoğraflamak için Polente Feneri’ne yani Rüzgar Gülleri’ne  doğru yola çıkıyoruz. Mükemmel bir an, mükemmel bir kare..Bizim gibi pek çok araba ve 1-2 dolmuş da bu anı kaçırmamak için Polente’de buluşmuş.



Ve artık Ada’dan dönme vakti. Feribotun yanaşmasını beklerken yaz sonunda yeniden gelmeyi umud ederek, elimde mor gevenlerle veda ediyorum Bozcaada’ya.

Unutmadan; dönüşte Çanakkale'den Eceabat'a kalkan feribotu beklemeniz gerekirse iskelenin karşısındaki Truva Helvacısı'ndan kızarmış peynir helvası almayı, vaktiniz varsa dondurmayla tatmayı unutmayın:)
Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral