gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Künefeden Tepsi Kebabına, Kerebiç Tatlısından Zahter Salatasına Antakya Sofralarına Yolculuk



Aşkın Kutluğ gezmeyi ve yemeyi kendine yaşam felsefesi edinmiş, güçlü bir damak zevki olan ve seyahat ederek farklı lezzetler tatmayı keyif haline dönüştürmüş isimlerden. Kendisiyle Gurmebüs'ün Sirkeci gezisinde tanışmıştık. Geçtiğimiz haftalarda Antakya'ya bir seyahat gerçekleştiren Aşkın, facebook'ta damağına düşkün olanların kıskanacağı cinsten o kadar çok yemek fotoğrafı paylaştı ki, görenlerin kalkıp gitmemesi mümkün değil. Kendisiyle hem Antakya'yı hem de deneyimlediği yöresel lezzetleri konuştuk.


- Biliyorum ki çok seyahat ediyorsun ve bu seyahatlerde 'yemek' önemli ve özel bir yer tutuyor.  Farklı lezzetleri denemek işin keyifli yanı. Nasıl oluştu Antakya'ya gitme fikri?

Antakya'ya seyahat hep aklımda olan birşeydi. İki arkadaşımı da yanıma alarak isteğimi gerçekleştirdim.
 
- Şehrin doğası, insanı, kimyası nasıl? 

Antakya'nın doğası ve bitki örtüsü  beni çok etkiledi. Asi Nehri tek tük kalmış yöresel Antakya evlerini tamamlıyor bana göre. 


Havaalanı çok uygun bir bölgeye yapılmış. İskenderun ve Antakya arasına. İki tarafa da hizmet ediyor. Biz de her iki şehri görme fırsatı bulduk. Ayrı dinlerden  ve milletlerden oluşmuş  bölgede, hoşgörüyü her an hissedebiliyorsunuz. İnsanlar çok candan. Bir adres sorun farkı hemen anlıyorsunuz.

- Antakya ve çevresini ne ile gezdiniz, araba mı kiraladın, toplu ulaşımla her yere ulaşmak mümkün mü? Gitmeyi düşünenler için ne önerirsin?
 
Araba kiraladık. Toplu ulaşımı denemedik. Belki şehiriçinden turlarla bazı bölgelere gidilebilir. Dönemine göre önceden araştırılıp da gidilmeli.
 
- Şehrin nerelerini görme şansın oldu? 

Gezilecek yerler arasında ilk sırada Uzun Çarşı var, adeta yıllar öncesine götürüyor sizi. Camilerin özel minareleri tahta işlemelerle  çevrelenmiş, fark yaratıyor. Merkezde kiliseler, camiler, sinagoglar çok özellikli ve kişilikli yapılardan.


 
35 haneli Vakıflı Ermeni köyü'ne de gittik. Türkiye'deki doğası bozulmamış nadir köylerden. Organik tarımıyla önem kazanmış. 


 
Harbiye Şelaleleri doğal güzellikler açısından muhteşem.
 
Çevlik'te Musa çınarı 30 metre çapında bir yapı, muhakkak görülmeli. Yöresel taş evler gezilmeli. Dünyada uzunluk olarak sıralamada olan Çevlik plajının sahili etkileyici.
 
Antakya'ya gitmeden önce Titus tünelinin tarihi mutlaka okunmalı ve tünel görülmeli. 


- Yediğin içtiğin senin olsun :) Küçük bir gurme turuydu seninkisi. Künefeden, humusa, kebaptan lagosa Antakya mutfağının zengin tabaklarını tatma şansı buldun. Antakya mutfağı denince akla ilk olarak hangi yemekler, lezzetler gelmeli? 
 
Sabah kahvaltısında Uzun Çarşı'daki odun ateşinde pişen acılı peynirli (çökelek) Pide, çayla beraber güzel gidiyor. Özel lezzetlerden kurabiye üstüne konarak yenen Kerebiç Tatlısı da çarşıya özel.



Pöç Kasabında denediğimiz, yöresel etlerden yapılmış bıçak kıymasıyla çekilen Tepsi Kebabı kaçırılmamalı. 



Kağıt Kebabı, Zahter (Antakya'ya özgü kekik) salatası,


 Muhammara, 


çökelek sac oruğu,


 Humus yöresel lezzetleri.

Çevlik'teki ünlü Çınaraltı Restoran'da Pala Yücel'in Çökelekli biberli odun ateşinde tandırda pişen hamur işleri ayranla tadılmalı.



Affan kahvesi'nde Tahmis çay bardağında kahve içimi özellikli.



Haytalı Tatlısı,



diğer tatlılar ve hamurişleri çok lezizdi.

Yine merkezde Dönerci Tacettin Usta  salçalanmış, lavaş üzeri döneri bizzat kendisi hazırlıyor.
Yalnız gitmeden bir gün önce yer ayırtmanız lazım. Vali bile olsanız rezervasyon olmadan giremiyorsunuz. O kadar planlı ki saat detayında rezervasyon yapılıyor.



Harbiye şelaleleri'ndeki Boğaziçi Restoran'da Antakya mezeleri ve Tavuk şato (4 kişilik hazırlanıyor) ya da tavuk-et ızgara çeşitleri denenebilir. Mangalda tavuk ızgara çok lezzetli.
 
Antakya otosanayi'de Çayırcılar Lokantası şahane kuru bakla humus yapıyor. Bu yerel lezzet için kuru bakla, geceden sabaha kadar odun ateşinde humus haline dönüşmesi için pişiriliyor. Daha sonra gençliğinde Antakya güreş şampiyonu olan Pehlivan Usta'nın elinde damakta lezzet patlamaları yaratacak hale getiriliyor.


 
Eski otogar Luna Tatlıcısı'nda sıcak sıcak Antakya hamur tatlıları,

 
züngül, taş kadayıf (yağda kızarıyor), turunç tatlısı, kireçte sertleştirilmiş kabak tatlısı insanın önce gözünü sonra damağını şenlendiriyor.


 
- Antakya'yı biz en çok Künefe ile biliriz. Nerelerde künefe denedin? İstanbul'da yediklerimizden farklı mıydı? Sırrı nerede saklı?


​Yerel sütün aroması farklı olduğu için künefe peyniri ve tereyağı fark yaratıyor. Antakya merkezdeki Kral Künefe'nin Dondurmalı Künefesi kaçırılmaması gereken bir lezzet. Yusuf Usta'nın Uzun Çarşı içindeki odun ateşinde pişen Künefesi ise listenizde olması gereken ünlü bir mekan.

 
- Antakya ve İskenderun'un yöresel tatları saymakla bitmiyor, peki 'İçli köfte Oruk' tadabildin mi?

Evet, Antaki Restoran'da yapılan oruk'u özellikle tavsiye ederim. Ayrıca alkol servisi de var.

- Gitmişken İskenderun'u da gördük dedin, orada deneyimlediğin, ağız sulandıran yemekler nelerdi?

İskenderun Petek Pastanesi özel tatlılarıyla, en çok da künefesiye muhteşem. 


İskenderun Şirinyer Restoran'ın bu denize özgü lagos balığı, 


İskenderun jumbo karidesi ve 


kalamar  tadımı yapılmalı.
 
- En çok hangi lezzetini beğendin Antakya'nın?

Söylediğim tüm lezettleri.. Ayırt edemiyorum :) 


 
- Bana Antakya'yı ziyaret eden dostlarım onlarca çeşit peynir, narekşisi ve kutu kutu künefe getirir. Fiyatlar nasıl? Alışverişe değer mi?
 
Fiyatlar İstanbul'a göre çok uygun. Alışveriş yapılabilir. Ancak kargoyla isteyince pahalıya geliyor.


 
- Son olarak biliyorum ki pekçok kişi Antakya'nın lezzetlerini tatmak hem de coğrafyasını görmek, yüzyıllardır pekçok kültürden beslenmiş Asi Nehri'ni, Uzunçarşı'yı, Çevlik'i ziyaret etmek istiyor ancak Suriye'deki sıcak savaş durumu onları bu fikirlerinden alıkoyuyor. Sen oradayken rahat gezebildin mi? Şehrin içinde herhangi bir tehlike söz konusu mu?

Tehlike kesinlikle yok. Ancak biz doğu tarafına gitmedik. Batı ve güney taraflarını dolaştık. Gitmek isteyenlere şiddetle öneririm.

Teşekkürler Aşkın.

Boğaz'ın En Şık Elbisesi: ERGUVAN

Çalıştığım gazeteye ulaşmak için bu trafikte araba kullanmak çılgınlıktı. Dolayısıyla şirketin her semtten kalkan servisini değerlendirip sabahları, perdeyi çekip uyuyarak akşamları adım adım ilerleyen köprü trafiğinin stresini azaltmak için gazete, dergi, kitap okuyarak, radyo dinleyip bulmaca çözerek bazen diğer çalışanlarla sohbet ederek evime ulaşmaya çalışıyordum.

Bir makalede, İstanbul'da yaşayan ve Boğaz'ı görmeden tüm yılını geçiren 1 milyon kişi olduğunu, bu kişilerden büyük bir yüzdenin de yıllardır İstanbul'da ikamet etmelerine rağmen Boğaz'ı henüz hiç görmediklerine değiniyordu.


Bir an her gün zorunlu olarak geçtiğim Boğaz'ı en son ne zaman 'gördüğümü' düşündüm. Epey uzun bir zaman olmuştu. Çünkü üzerinden geçerken yarıuyanık bir şekilde sabah yarım kalan uykumu almaya çalışıyor olurdum ve güneşin doğuşuyla nefes kesen görüntüye kavuşan altımdaki mavi halıyı hiç görmezdim. Sabahları uyumamaya karar verdim..


Bu aşağı yukarı bahar zamanıydı ve baharın müjdecisi Erguvan ağacı yavaş yavaş tomurcuklarını patlatıp o şahane fuşya rengini doğaya sergilemeye hazırlanıyordu, Nisan'ın son ikinci haftası başlayıp Mayıs'ın son iki haftasına kadar sürecek Erguvan Zamanı'nı her yıl istemsizce nasıl da kaçırdığıma uzun süre hayıflanacaktım. Ne yazık ki ömrü kısa, sadece bir ay bu baktıkça ömrü uzatan ağacın.



Erguvan, Ingilizcede Judas Tree yani Yahuda ağacı demek. Yıllarca Bizans'ın sembol ağacı olmuş aynı zamanda. Osmanlı'da da sık sık kullanılmış erguvan, hasbahçeleri süslemiş, sofraların dizaynına renk katmış. 

Kışın don olunca erguvanları çelikleyip baharda uyanmasını bekleyen Erguvan Dostları içten içe telaşlanır. Çünkü erguvan dondan hemen etkilenir. Tohumla veya çelikle çoğalması sağlanan erguvan tohumları 2-3 dakika sıcak suda ve 24 saat ılık suda bırakıldıktan sonra ilkbaharda ekiliyor. Çelikle üretim Temmuz-Ağustos aylarında alınan yarı odunsu çeliklerle yapılıyor. Bu dönemi özenle takip edenler iyi ki varlar ve İstanbul'un her yerine bu enerjiyi saçıyorlar.

Elbette İstanbul dışında Güney Avrupa'da da çokça görülüyor erguvan ama boğazın mavisi ve yeşiliyle, her gün ışık saçan güneşiyle biraraya gelince bakmaya doyulmaz bir görüntü oluşturuyor, fotoğraf karelerine müthiş renk katıyor. 



Bir ay önce her yer sarı mimozalarda donanmıştı, şimdi sıra erguvanda, mayıs ortalarında da en güzel halleriyle 'lale devri'ni yaşayacağız. Lale ile ilgili bir yazıyı daha önce paylaşmıştım. ( http://narcekirdekleri.blogspot.com.tr/2012/04/ronesans-cicegi-lale.html )

Ömrü kısa erguvanları izlemek için haftasonunu beklemeyin, akşam iş çıkışında bile bir yerde oturup kahvenizi içerken seyrine dalabilirsiniz, keza havalar buna oldukça müsait.

Keyif dolu bir bahar dilerim.

Hülya Meral

ÇİN'İN TERRACOTA ASKERLERİ TOPKAPI SARAYI'NDA

 İstanbul'daysanız ve hala görmediyseniz Topkapı Sarayı Müzesi'nde Çin'den ödünç alınan eserlerin sergilendiği Çin Hazineleri Sergisi bir haftasonu etkinliği olarak ajandanızda yerini almalı.


Başta Yasak Şehir Müzesi, Shanghai Müzesi ve Qin Shihuang Müzesi olmak üzere Çin’in 11 Müzesinden seçilen 101 eserin sergilendiği "Çin Hazineleri" sergisi "2012 Türkiye’de Çin Kültür Yılı" etkinlikleri kapsamında düzenlenmiş.
 

Sergi'nin Çin’den ödünç alınan eserlerden oluşan ilk sergi olması, Dünyanın 8. harikası olarak değerlendirilen ve aynı zamanda Unesco’nun dünya kültür mirasları listesine alınan yeraltı ordusundan örnekleri sergilemesi sebebi ile özel bir yeri var. Dünyada eşi olmayan TerraCota askerlerini ve normalde Çin dışına çıkarılmayan TerraCota atını görmek için güzel bir fırsat.
 
20 Şubat 2013’e kadar Topkapı Sarayı Müzesi’nin 2. Avlusunda yer alan Has Ahırlar Sergi salonunda sanatseverleri ağırlayacak olan bu değerli sergiyi kaçırmamanızı öneririm.

Hülya Meral 
Facebook: Hülya'nın Valizi

KONYA, MEVLANA VE AŞK

 
Konya’dayım, Evliyalar şehrinde..
Aralık ayıyla dalga geçer gibi hava şahane..Sabah 8.10'da kalkan uçak 50 dakika sonra iniyor piste. Çıkışta bekleyen Havaş otobüsüne bindiğimizde yarım saatte bizi şehrin merkezine götürecek yolculuğumuz da başlıyor.

Otobüste pek çok grup var. Bir grup oylama yapıyor, Mehmet Yaşin’in gittiği yerlere mi Vedat Milor’un ziyaret ettiği lokantalara mı gideceklerine karar veriyorlar.  Anlaşılan o ki, kahvaltı mekanıyla başlayıp dönüş uçağına binene kadar şehre özgü tatları denemeyi düşünüyorlar.
 
Otobüsten Alaaddin Tepesi önünde inip çarşıyı gezerek kahvaltı edecek mekan bakıyorum. Bir süre dolaştıktan ve soruşturduktan sonra İstanbul Pastanesi’ni bulup fırından yeni çıkmış börekleri mideye indiriyorum. Daha çok gençlerin takıldığı bir pastane ve Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi bir ‘buluşma mekanı’ burası..

 
Kahvaltıdan sonra Alaaddin Tepesi’nin arka tarafına dolanıp Valilik Binası’nın önünden 500 metre yürüdükten sonra  Mevlana Müzesi’ne geliyorum. Yol boyu sağlı sollu Konya şekeri, hurma şekeri, pişmaniye satılan dükkanlar var.
 
Meydan çok kalabalık ama herkes sözleşmiş gibi, telaşsız. Bu derin sessizlikte tur otobüslerinden inenleri izliyorum.. Müzenin hemen karşısında ünlü Üçler Mezarlığı yer alıyor.
 
Her yolculuğun bir bahanesi vardır ya benim bahanem de bu müze- türbe. Müzeye girişimi özellikle geciktiriyorum, hazır hissettiğim anda girmek istiyorum. Kolay değil, dünyaca tanınan, bilinen bir kültürün temsilcisinin mezarının yanıbaşındayım.  
800 yıl önce bu topraklarda yaşamış, kendini ‘Kuran’ın şerefli bir kölesi, Hz. Muhammed’in ayağının tozu olabilme heyecanında bir aşık’ olarak görenin yakınındayım.
 
‘Seni her şey terk eder, hatta seni en başta sen terk edersin. Seni terk etmeyen Yüce Aşk’tır’ diyerek gönlündeki sevgiyi, ilahi Aşk’ı anlatan; sözleri ve davranışları yüzyıllardır onlarca ülkeye, kültüre, milyonlarca insana örnek olmuş ‘Güneş’in ışığından faydalanmaya gelmişim.
 
Hemen yanındaki Sultan Selim zamanı inşa edilmiş Selimiye Cami’ne girip dolaşıyorum. Dönem itibariyle camiye Mimar Sinan’ın katkısının olmaması çok mümkün değil ama kaynaklarda iki farklı görüş yer alıyor. Yani bu cami için kesin bir dille Sinan’ın eserlerindendir diyemiyoruz.
 
 
Cami’yi  dolaşırken bir anda içerisi doluyor, kadınlar telaş içinde, ezan okunuyor. Pencere kenarına çekilip namaz kılanları rahatsız etmemeye çalışıyorum. Pencerenin önüne Kuran okurken kullanılması için rahle konulmuş, iki kişinin sığabileceği taşa oturup sessizce beklerken iki şık kadın beliriyor yanımda. Bir tanesi gülerek, vakurla ‘her zamanki gibi vip yer bulduk kendimize’ deyip oturdukları yerde namaz kılmaya başlıyor. Diğeriyse ona katıldığını belirtiyor.. Camide bile Vip hayatlar yaşamak istiyoruz, ne enteresanJ
Bu Cami’nin avlusu farklı şehirlerden, ülkelerden gelenlerin önce bir soluklanıp sonra Mevlana’yı görmeye geçtikleri alan. Türkiye’de yaşayanlar çoğunlukta olmak üzere yabancı uyruklu insanlar da kilometrelerce yok kat edip buraya kadar gelmişler.
 
Kalabalık her geçen dakika artıyor. Bahçede, avluda ve şadırvanın çevresinde iğne atsan yere düşmüyor.
 
 
Nefse dair ne varsa, her birini Çelebiyan kapısında bırakıp girmeye hazırlanan kalabalık birbirine saygılı. O sırada tıpkı Mevlana’nın dediği gibi ‘Hafızamdaki bütün harfleri döktüm, alfabesizim!
 
 
Avluda çoğu zaman ekranda gördüğümüz, bazen Cihangir’de rastladığım birkaç gazeteci- yorumcu ve köşe yazarı sessizce eşleriyle ya da birbirleriyle oturuyor.
Tek tek Derviş Hücreleri’ni dolaşıp Mesnevi’nin okunduğu bu tılsımlı odalarda Mesnevi örneklerini, semazen kıyafetlerini, musiki aletlerini, buhurdanlıklardan seccadelere kadar pek çok özel eşyayı görüyorum.
En etkileyicileri hiç şüphesiz Mevlana’nın ‘ayna’sı Şems Tebriz-i’nin başına taktığı, keçe üzerine kelime-i tevhid ve Allah yazılmış bir çeşit başlık, yani ‘serpuş’ ile
 
gövdesi rumi paletlerle süslenmiş ‘alem’, bir de Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’e ait, üzerinde Allah’ın 99 isminin yazıldığı ‘tılsımlı gömlek’..
 
Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları akmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de..
 
 
Odalardan sonra sıra tepesi yeşil kubbeli, Mevlana’nın ve oğlu Sultan Veled’in üst üste konduğu sandukayı ve babası Bahaddin Veled'e, diğer oğluna, torunlarına ait yanlarındaki diğer sandukaları görmeye geliyor sıra.

 
İçeriye girdikten sonra sandukaların önüne gelenlerin dua etmesi ve yavaşlaması sebebiyle ağır akıyor sıra. Sandukalardan sonraki kubbeli alan Semahane.


Burada insanlar yerlere oturmuş, kimi ağlıyor kimi birşeyler okuyor. ‘Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları akmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de..’ diyor mesnevi’de. Burada insan kendini büyük bir okuldaymış gibi hissediyor. Gördüğünüz ve  görmediğiniz her şeyin bir manası var sanki.
Hemen bitişiğinde Mescid’in bulunduğu alanda Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait paha biçilemez el yazması Kuran’lar ve Mesnevi-i Şerif’ler var. Rivayete göre kibrit kutusu büyüklüğündeki Kuran-ı Kerim’i yazan kadının, eser bittikten sonra gözlerini kaybettiği söyleniyor.
 


Dervişlerin namaz kılarak ayak ve baş kısmını yıprattıkları devasa büyüklükteki ipek, el yapımı seccadeler çok etkileyici. Bu alanda fotoğraf çekmek yasak.
KAZANIN ALTINA AYAKLARINI SOKARAK AŞI KAYNATAN ATEŞBAZ
Çıktıktan sonra karşı çarprazındaki Matbah-ı Şerif’e (Mutfak) geçiyorum. Burası hem derviş adaylarının eğitim, öğretim, terbiye mekanı olmuş, hem de yemek pişirilen pek çok ocağın, yer sofrasının bulunduğu, karınların doyduğu büyük bir alan.
Matbahta geçen bir olay şöyle anlatılır: ‘Dergah öğrencilerinden Yusuf bir gün, mutfakta odun kalmadığını arz etmek üzere Mevlana’nın huzuruna girer. Mevlâna lâtife olarak: "Kazanın altına ayaklarını sokarak kazanı kaynat" der ve Yusuf, ayak parmaklarından çıkan alevlerle aşı pişirir. Kerametin açıklanmasından yana olmayan Mevlâna bunu görünce biraz da lâtife ile: "Hay Ateşbaz Hay" der. O andan sonra Yusuf’un adı Ateşbaz olarak anılmaya başlanır.
 
Mutfak ve kilerde, mideler için lâzım olan "aşı" hazırlamanın yanı sıra, bundan çok daha önemli olanı, ruhlar için gerekli olan "aşkı" da hazırlar Ateşbaz. Mevlana’nın babası Bahaddin Veled tarafından dergaha öğrenci olarak kabul edildiği için de ayrıca özel bir yeri vardır Ateşbaz’ın.
GEZ DÜNYAYI GÖR KONYA’YI
Gez Dünyayı, Gör Konya’yı diye boşuna dememişler. Mevlana Müzesi’nden çıkıp karnımı doyurmak üzere müzenin karşısındaki yolu dümdüz takip ederek Köşk Konya Mutfağı’na geldim.
 
Önce Konya’nın meşhur çiçek bamyasından yapılan bamya çorbasının tadına baktım,
Çiçek bamya
 
akabinde etli ekmek ve güveç kaplarda servis edilen kaymaklı yoğurttan söyledim. 45 çeşit bitkiyle yapılan restorana özgü demirhindi şerbeti ile tatlı olarak yine yöreye özgü sacarası’nı denedim. Bamya çorbası haricinde hepsi mükemmeldi. (çünkü nerdeyse içinde bamya ve et parçaçıkları yoktu) Servis yavaştı.
Yemekten sonra niyetim hava kararmadan ‘Sen nasıl bir pınarsın Mevlana’m, içtikçe daha çok susuyorum’ diyen Şems Tebrizi’nin türbesini bulmak. Valilik Binası’nın karşısından geçip 100 metre yürüdüğümde köşede kestane satan esnaf, önünde durduğum yerin aradığım yer olduğunu söylüyor.
 
Mevlana Türbesi’nin aksine, kapının önünde nerdeyse hiç insan yok. 21. Yüzyılda bile hala aynı önyargılar devam mı ediyor diye düşünerek yavaşça içeriye süzüldüm. İçerde müezzin de dahil 10 kişi kadarız. Şems’in sandukası oldukça ihtişamlı. Eminim kendisi düz ve gösterişsiz bir bez parçasını tercih ederdi.. Sandukanın altında bir mahzen var. Şems’in kabri ve öldürülüp atıldığı kuyu bu mahzende korunuyor..
 
Ezan okumak üzere olan müezzinin uyarısıyla sanduka önünden çekilip üst katta ezanın bitmesini beklemeye koyuldum. Ezandan bir 10 dakika sonra yükselen uğultuyu duyup aşağıya indiğimde, akın akın insan kalabalığının geldiğini görünce etkilenmedim desem yalan olur. Bir anda çevremde, Türkçe konuşanların haricinde Japonca, İngilizce, Farsça konuşan, rehberlerini dikkatle dinleyen onlarca insan... Ardından çıkıp Şeb-i Arus törenlerine katılmak ve o ruhani havayı solumak için herkes gibi kendi kabuğuma çekiliyorum.
MERAM BAĞLARI

Şanslı olmalıyım ki ikinci gün hava yine şahane. Sabah kahvaltısını Mevlana’nın sık sık yürüyüşe çıktığı Meram Bağları’nda yapmak istiyorum. Yolun sağında ne olduğunu anlamakta zorluk çektiğim devetüyü renginde uzayıp giden küçük dağ kümeleri var. Dikkatlice inceleyince bu kümelerin şekerpancarı, arazinin de bir şeker fabrikasına ait olduğunu kısa süre sonra anlıyorum.
Meram Bağları deyince akla uçsuz bucaksız bağlar, bahçeler ve bu bağları sulayan nehir akla geliyor. Bağ diyemesek de evet yeşil bir alan var, burası çay bahçesi ve restoran haline getirilmiş. Yol boyu sağlı sollu lüks villalar göze çarpıyor. Bu villalar şehre 10 dakika uzaklıkta ancak halk tarafından yazlık olarak kullanılıyormuş.
Tekrar merkezdeyim, sora sora, ismiyle ünlü Kadınlar Pazarı’nı buldum ve üst kata çıkıp büyük bir düzenle sıralanmış rengarenk sebze meyveyi, alışveriş yapanları izledim. Çevresi biraz Tahtakale’yi andırıyor. Hediyelik eşya almayı planlıyorsanız pek çok şey var.

Kadınlar Pazarı
Buradan çıkıp biraz yürüdükten sonra Alaaddin Tepesi’ne çıkmak zaruri. Şehri, Mevlana’nın yeşil kubbesini bu tepeden görebiliyorsunuz. Çay içip Alaaddin Keykubat Cami’sini de şöyle bir dolaştıktan sonra

Alaaddin Keykubat Cami

hemen arka sırtındaki Karatay Medresesi’ni buluyorum. Yıllarca tarih derslerinde okutulan bu medreseyi görmeden gitmek olmazmış, keza Selçuklu devri taş işçiliği örneklerinden uzun kapı girişine bayıldım.



İçerideki mozaik çinilerin çoğu dökülmüş, genellikle turkuaz, siyah ve lacivert renkte yapılmış çiniler sekiz köşeli yıldız ve kare şeklinde.
Karatay Medresesi’nin hemen ilerisinde İnce Minareli Medrese görünüyor. Burası aynı zamanda şehre ilk indiğimiz nokta. Medresenin kapısı yine Selçuklu taş işçiliği.

İnce Minareli Medrese

Çapraz tonozlu girişi geçince  divanhane bölümüne giriliyor. Ortada havuz,  üzeri kubbeli, kare planlı avlunun çevresinde alçak girişli, beşik tonozlu dikdörtgen öğrenci hücreleri yer alıyor. Odalarda Anadolu’nun çeşitli illerine ait Selçuklu zamanından kalma ahşap oymalı kapı kanadı, güneş saati, mihrap, kitabeler ve çeşitli at, melek figürleri bulunuyor.

Kapı kanadı
Medreseden çıkıp öğlen ve akşam yemeğini birleştirip 105 yıllık emektar lokanta Hacı Şükrü’de alıyorum soluğu.. Ünlü fırın kebabından yemeden ayrılırsam aklım kalacağından ilk önce kebap siparişi veriyorum. İçerisi oldukça kalabalık, buna rağmen kebabın 100 küsur yıllık sırrını öğrenmeden duramadım.
Yöredeki merinos cinsi koyunlar ve koyunların ön kol ve kaburgaları kullanılıyormuş meğer. Hayvanın yaşına göre pişirme süresi değişiyormuş. Fırın kebabı kendi suyuyla, yağ eklemeden, bakır tepsiye konarak ama en önemlisi meşe odunu ile odun fırınında dinlene dinlene pişiriliyor. Kebabın yanına ayran söylemeyi ihmal etmiyorum çünkü önceki mekanda yoğurt mükemmeldi, yüksek ihtimalle buradaki de şahanedir diye düşünüp yanılmıyorum.   Demek ki Konya’da yetişen hayvanın etini, sütünü denemeden gitmemek lazım..
Farkındaysanız pek yemek fotoğrafım yok keza her defasında dolaşmaktan yorulmuş ve bir an önce bir şeyler yeme telaşında olduğum için yemeklerin fotoğrafını çekmeyi unutmuşumJ Hep tabakların sonunda aklıma geldi;)
Ne demiştim? Her yolculuğun bir bahanesi vardır.. Bu yolculuk kuşkusuz Mevlana Celaleddin Rumi’nin ölüm yıldönümü dolayısıyla gerçekleşmişti ama Konya mutfağını tatmak, o eşsiz lezzetlerin izini sürmek de ikinci önemli nedendi diyebilirim.
Akşam havaalanına doğru dönüşe geçiyoruz. Alın size bir etkileyici an daha.. Tebrizli Şems'in topraklarından gelen Tahran peronunda check-in yapan İranlılar hep bir ağızdan, coşkuyla, keyifle bir acem türküsü tutturuyor. Türküye elle tempo tutanlar ortamı daha da coşturuyor. (Bu arada Konya- Tahran uçuşu olduğu fark ediyorum tabii..)

Size tavsiyem şehrin tadını çıkarmak istiyorsanız ilkbahar veya sonbaharın ilk ayları en uygun zamanlar, zira benim gibi Aralık’ta giderseniz şehrin en kalabalık (ama en renkli) ve hareketli zamanları.
Hamuş 1: Elif Şafak’ın Aşk, Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar kitaplarını okuduysanız Mevlana’yı ve Şems’i daha yakından tanımak için Sinan Yağmur’un Aşkın Gözyaşları serisini de okumanızı tavsiye ederim.
Hamuş 2: Uçakla dönüyorsanız paket etli etmek yaptırmadan dönmeyin. 

Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi