Konya’dayım, Evliyalar
şehrinde..
Aralık ayıyla dalga
geçer gibi hava şahane..Sabah 8.10'da kalkan uçak 50 dakika sonra iniyor piste. Çıkışta bekleyen Havaş otobüsüne bindiğimizde yarım saatte bizi şehrin
merkezine götürecek yolculuğumuz da başlıyor.
Otobüste pek çok grup var. Bir grup
oylama yapıyor, Mehmet Yaşin’in gittiği yerlere mi Vedat Milor’un ziyaret
ettiği lokantalara mı gideceklerine karar veriyorlar. Anlaşılan o ki, kahvaltı mekanıyla başlayıp
dönüş uçağına binene kadar şehre özgü tatları denemeyi düşünüyorlar.
Otobüsten Alaaddin
Tepesi önünde inip çarşıyı gezerek kahvaltı edecek mekan bakıyorum. Bir süre
dolaştıktan ve soruşturduktan sonra İstanbul Pastanesi’ni bulup fırından yeni
çıkmış börekleri mideye indiriyorum. Daha çok gençlerin takıldığı bir pastane
ve Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi bir ‘buluşma mekanı’ burası..
Kahvaltıdan sonra
Alaaddin Tepesi’nin arka tarafına dolanıp Valilik Binası’nın önünden 500 metre
yürüdükten sonra Mevlana Müzesi’ne
geliyorum. Yol boyu sağlı sollu Konya şekeri, hurma şekeri, pişmaniye satılan
dükkanlar var.
Meydan çok kalabalık ama herkes sözleşmiş gibi, telaşsız. Bu derin
sessizlikte tur otobüslerinden inenleri izliyorum.. Müzenin hemen karşısında ünlü
Üçler Mezarlığı yer alıyor.
Her yolculuğun bir
bahanesi vardır ya benim bahanem de bu müze- türbe. Müzeye girişimi özellikle
geciktiriyorum, hazır hissettiğim anda girmek istiyorum. Kolay değil, dünyaca
tanınan, bilinen bir kültürün temsilcisinin mezarının yanıbaşındayım.
800 yıl önce bu
topraklarda yaşamış, kendini ‘Kuran’ın şerefli bir kölesi, Hz. Muhammed’in
ayağının tozu olabilme heyecanında bir aşık’ olarak görenin yakınındayım.
‘Seni her şey terk eder, hatta seni en başta
sen terk edersin. Seni terk etmeyen Yüce Aşk’tır’ diyerek gönlündeki sevgiyi,
ilahi Aşk’ı anlatan; sözleri ve davranışları yüzyıllardır onlarca ülkeye, kültüre,
milyonlarca insana örnek olmuş ‘Güneş’in ışığından faydalanmaya gelmişim.
Hemen yanındaki Sultan
Selim zamanı inşa edilmiş Selimiye Cami’ne girip dolaşıyorum. Dönem itibariyle
camiye Mimar Sinan’ın katkısının olmaması çok mümkün değil ama kaynaklarda iki
farklı görüş yer alıyor. Yani bu cami için kesin bir dille Sinan’ın
eserlerindendir diyemiyoruz.
Cami’yi dolaşırken bir anda içerisi doluyor, kadınlar
telaş içinde, ezan okunuyor. Pencere kenarına çekilip namaz kılanları rahatsız
etmemeye çalışıyorum. Pencerenin önüne Kuran okurken kullanılması için rahle konulmuş,
iki kişinin sığabileceği taşa oturup sessizce beklerken iki şık kadın beliriyor
yanımda. Bir tanesi gülerek, vakurla ‘her zamanki gibi vip yer bulduk kendimize’
deyip oturdukları yerde namaz kılmaya başlıyor. Diğeriyse ona katıldığını
belirtiyor.. Camide bile Vip hayatlar yaşamak istiyoruz, ne enteresanJ
Bu Cami’nin avlusu
farklı şehirlerden, ülkelerden gelenlerin önce bir soluklanıp sonra Mevlana’yı
görmeye geçtikleri alan. Türkiye’de yaşayanlar çoğunlukta olmak üzere yabancı
uyruklu insanlar da kilometrelerce yok kat edip buraya kadar gelmişler.
Kalabalık her geçen
dakika artıyor. Bahçede, avluda ve şadırvanın çevresinde iğne atsan yere
düşmüyor.
Nefse dair ne varsa, her birini Çelebiyan kapısında bırakıp girmeye
hazırlanan kalabalık birbirine saygılı. O sırada tıpkı Mevlana’nın dediği gibi ‘Hafızamdaki
bütün harfleri döktüm, alfabesizim!
Avluda çoğu zaman
ekranda gördüğümüz, bazen Cihangir’de rastladığım birkaç gazeteci- yorumcu ve
köşe yazarı sessizce eşleriyle ya da birbirleriyle oturuyor.
Tek tek Derviş
Hücreleri’ni dolaşıp Mesnevi’nin okunduğu bu tılsımlı odalarda Mesnevi
örneklerini, semazen kıyafetlerini, musiki aletlerini, buhurdanlıklardan
seccadelere kadar pek çok özel eşyayı görüyorum.
En etkileyicileri hiç
şüphesiz Mevlana’nın ‘ayna’sı Şems Tebriz-i’nin başına taktığı, keçe üzerine
kelime-i tevhid ve Allah yazılmış bir çeşit başlık, yani ‘serpuş’ ile
gövdesi
rumi paletlerle süslenmiş ‘alem’, bir de Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’e ait, üzerinde
Allah’ın 99 isminin yazıldığı ‘tılsımlı gömlek’..
Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları akmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de..
Odalardan sonra sıra
tepesi yeşil kubbeli, Mevlana’nın ve oğlu Sultan Veled’in üst üste konduğu
sandukayı ve babası Bahaddin Veled'e, diğer oğluna, torunlarına ait yanlarındaki diğer sandukaları görmeye
geliyor sıra.
İçeriye girdikten sonra
sandukaların önüne gelenlerin dua etmesi ve yavaşlaması sebebiyle ağır akıyor
sıra. Sandukalardan sonraki kubbeli alan Semahane.
Burada insanlar yerlere oturmuş,
kimi ağlıyor kimi birşeyler okuyor. ‘Aşıkların gönüllerinin yanışıyla
gözyaşları akmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de..’ diyor mesnevi’de.
Burada insan kendini büyük bir okuldaymış gibi hissediyor. Gördüğünüz ve görmediğiniz her şeyin bir manası var sanki.
Hemen bitişiğinde
Mescid’in bulunduğu alanda Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait paha biçilemez el
yazması Kuran’lar ve Mesnevi-i Şerif’ler var. Rivayete göre kibrit kutusu
büyüklüğündeki Kuran-ı Kerim’i yazan kadının, eser bittikten sonra gözlerini
kaybettiği söyleniyor.
Dervişlerin namaz kılarak ayak ve baş kısmını yıprattıkları
devasa büyüklükteki ipek, el yapımı seccadeler çok etkileyici. Bu alanda
fotoğraf çekmek yasak.
KAZANIN ALTINA
AYAKLARINI SOKARAK AŞI KAYNATAN ATEŞBAZ
Çıktıktan sonra karşı
çarprazındaki Matbah-ı Şerif’e (Mutfak) geçiyorum. Burası hem derviş
adaylarının eğitim, öğretim, terbiye mekanı olmuş, hem de yemek pişirilen pek
çok ocağın, yer sofrasının bulunduğu, karınların doyduğu büyük bir alan.
Matbahta geçen bir olay
şöyle anlatılır: ‘Dergah öğrencilerinden Yusuf bir gün, mutfakta odun
kalmadığını arz etmek üzere Mevlana’nın huzuruna girer. Mevlâna lâtife olarak:
"Kazanın altına ayaklarını sokarak kazanı kaynat" der ve Yusuf, ayak
parmaklarından çıkan alevlerle aşı pişirir. Kerametin açıklanmasından yana
olmayan Mevlâna bunu görünce biraz da lâtife ile: "Hay Ateşbaz Hay" der.
O andan sonra Yusuf’un adı Ateşbaz olarak anılmaya başlanır.
Mutfak ve kilerde,
mideler için lâzım olan "aşı" hazırlamanın yanı sıra, bundan çok daha
önemli olanı, ruhlar için gerekli olan "aşkı" da hazırlar Ateşbaz. Mevlana’nın
babası Bahaddin Veled tarafından dergaha öğrenci olarak kabul edildiği için de
ayrıca özel bir yeri vardır Ateşbaz’ın.
GEZ DÜNYAYI GÖR KONYA’YI
Gez Dünyayı, Gör Konya’yı
diye boşuna dememişler. Mevlana Müzesi’nden çıkıp karnımı doyurmak üzere
müzenin karşısındaki yolu dümdüz takip ederek Köşk Konya Mutfağı’na geldim.
Önce
Konya’nın meşhur çiçek bamyasından yapılan bamya çorbasının tadına baktım,
|
Çiçek bamya |
akabinde etli ekmek ve güveç kaplarda servis edilen kaymaklı yoğurttan söyledim.
45 çeşit bitkiyle yapılan restorana özgü demirhindi şerbeti ile tatlı olarak
yine yöreye özgü sacarası’nı denedim. Bamya çorbası haricinde hepsi mükemmeldi.
(çünkü nerdeyse içinde bamya ve et parçaçıkları yoktu) Servis yavaştı.
Yemekten sonra niyetim hava
kararmadan ‘Sen nasıl bir pınarsın Mevlana’m, içtikçe daha çok susuyorum’ diyen
Şems Tebrizi’nin türbesini bulmak. Valilik Binası’nın karşısından geçip 100 metre
yürüdüğümde köşede kestane satan esnaf, önünde durduğum yerin aradığım yer
olduğunu söylüyor.
Mevlana Türbesi’nin aksine, kapının önünde nerdeyse hiç insan yok.
21. Yüzyılda bile hala aynı önyargılar devam mı ediyor diye düşünerek yavaşça
içeriye süzüldüm. İçerde müezzin de dahil 10 kişi kadarız. Şems’in sandukası
oldukça ihtişamlı. Eminim kendisi düz ve gösterişsiz bir bez parçasını tercih
ederdi.. Sandukanın altında bir mahzen var. Şems’in kabri ve öldürülüp atıldığı
kuyu bu mahzende korunuyor..
Ezan okumak üzere olan
müezzinin uyarısıyla sanduka önünden çekilip üst katta ezanın bitmesini beklemeye
koyuldum. Ezandan bir 10 dakika sonra yükselen uğultuyu duyup aşağıya indiğimde,
akın akın insan kalabalığının geldiğini görünce etkilenmedim desem yalan olur. Bir
anda çevremde, Türkçe konuşanların haricinde Japonca, İngilizce, Farsça
konuşan, rehberlerini dikkatle dinleyen onlarca insan... Ardından çıkıp Şeb-i
Arus törenlerine katılmak ve o ruhani havayı solumak için herkes gibi kendi
kabuğuma çekiliyorum.
MERAM BAĞLARI
Şanslı olmalıyım ki ikinci
gün hava yine şahane. Sabah kahvaltısını Mevlana’nın sık sık yürüyüşe çıktığı
Meram Bağları’nda yapmak istiyorum. Yolun sağında ne olduğunu anlamakta zorluk
çektiğim devetüyü renginde uzayıp giden küçük dağ kümeleri var. Dikkatlice
inceleyince bu kümelerin şekerpancarı, arazinin de bir şeker fabrikasına ait olduğunu
kısa süre sonra anlıyorum.
Meram Bağları deyince
akla uçsuz bucaksız bağlar, bahçeler ve bu bağları sulayan nehir akla geliyor. Bağ
diyemesek de evet yeşil bir alan var, burası çay bahçesi ve restoran haline
getirilmiş. Yol boyu sağlı sollu lüks villalar göze çarpıyor. Bu villalar şehre
10 dakika uzaklıkta ancak halk tarafından yazlık olarak kullanılıyormuş.
Tekrar merkezdeyim, sora
sora, ismiyle ünlü Kadınlar Pazarı’nı buldum ve üst kata çıkıp büyük bir
düzenle sıralanmış rengarenk sebze meyveyi, alışveriş yapanları izledim.
Çevresi biraz Tahtakale’yi andırıyor. Hediyelik eşya almayı planlıyorsanız pek
çok şey var.
|
Kadınlar Pazarı |
Buradan çıkıp biraz
yürüdükten sonra Alaaddin Tepesi’ne çıkmak zaruri. Şehri, Mevlana’nın yeşil
kubbesini bu tepeden görebiliyorsunuz. Çay içip Alaaddin Keykubat Cami’sini de
şöyle bir dolaştıktan sonra
|
Alaaddin Keykubat Cami |
hemen arka sırtındaki Karatay Medresesi’ni
buluyorum. Yıllarca tarih derslerinde okutulan bu medreseyi görmeden gitmek
olmazmış, keza Selçuklu devri taş işçiliği örneklerinden uzun kapı girişine
bayıldım.
İçerideki mozaik çinilerin çoğu dökülmüş, genellikle turkuaz, siyah
ve lacivert renkte yapılmış çiniler sekiz köşeli yıldız ve kare şeklinde.
Karatay Medresesi’nin
hemen ilerisinde İnce Minareli Medrese görünüyor. Burası aynı zamanda şehre ilk
indiğimiz nokta. Medresenin kapısı yine Selçuklu taş işçiliği.
|
İnce Minareli Medrese |
Çapraz tonozlu
girişi geçince divanhane bölümüne
giriliyor. Ortada havuz, üzeri kubbeli, kare planlı avlunun çevresinde
alçak girişli, beşik tonozlu dikdörtgen öğrenci hücreleri yer alıyor. Odalarda
Anadolu’nun çeşitli illerine ait Selçuklu zamanından kalma ahşap oymalı kapı
kanadı, güneş saati, mihrap, kitabeler ve çeşitli at, melek figürleri
bulunuyor.
|
Kapı kanadı |
Medreseden çıkıp öğlen
ve akşam yemeğini birleştirip 105 yıllık emektar lokanta Hacı Şükrü’de alıyorum
soluğu.. Ünlü fırın kebabından yemeden ayrılırsam aklım kalacağından ilk önce
kebap siparişi veriyorum. İçerisi oldukça kalabalık, buna rağmen kebabın 100
küsur yıllık sırrını öğrenmeden duramadım.
Yöredeki merinos cinsi
koyunlar ve koyunların ön kol ve kaburgaları kullanılıyormuş meğer. Hayvanın
yaşına göre pişirme süresi değişiyormuş. Fırın kebabı kendi suyuyla, yağ
eklemeden, bakır tepsiye konarak ama en önemlisi meşe odunu ile odun fırınında
dinlene dinlene pişiriliyor. Kebabın yanına ayran söylemeyi ihmal etmiyorum
çünkü önceki mekanda yoğurt mükemmeldi, yüksek ihtimalle buradaki de şahanedir
diye düşünüp yanılmıyorum. Demek ki Konya’da yetişen hayvanın etini,
sütünü denemeden gitmemek lazım..
Farkındaysanız pek
yemek fotoğrafım yok keza her defasında dolaşmaktan yorulmuş ve bir an önce bir
şeyler yeme telaşında olduğum için yemeklerin fotoğrafını çekmeyi unutmuşumJ
Hep tabakların sonunda aklıma geldi;)
Ne demiştim? Her
yolculuğun bir bahanesi vardır.. Bu yolculuk kuşkusuz Mevlana Celaleddin Rumi’nin
ölüm yıldönümü dolayısıyla gerçekleşmişti ama Konya mutfağını tatmak, o eşsiz lezzetlerin
izini sürmek de ikinci önemli nedendi diyebilirim.
Akşam havaalanına doğru dönüşe geçiyoruz. Alın size bir etkileyici an daha.. Tebrizli Şems'in topraklarından gelen Tahran peronunda check-in yapan İranlılar hep bir ağızdan, coşkuyla, keyifle bir acem türküsü tutturuyor. Türküye elle tempo tutanlar ortamı daha da coşturuyor. (Bu arada Konya- Tahran uçuşu olduğu fark ediyorum tabii..)
Size tavsiyem şehrin
tadını çıkarmak istiyorsanız ilkbahar veya sonbaharın ilk ayları en uygun
zamanlar, zira benim gibi Aralık’ta giderseniz şehrin en kalabalık (ama en
renkli) ve hareketli zamanları.
Hamuş 1: Elif Şafak’ın
Aşk, Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar kitaplarını okuduysanız Mevlana’yı ve Şems’i
daha yakından tanımak için Sinan Yağmur’un Aşkın Gözyaşları serisini de okumanızı
tavsiye ederim.
Hamuş 2: Uçakla
dönüyorsanız paket etli etmek yaptırmadan dönmeyin.
Hülya Meral
Facebook: Hülya'nın Valizi