BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA


Bir Zamanlar Anadolu'da'yi izledim bugün. Nüktedan kısımların yanısıra fotoğrafik öğelerin mükemmel olduğunu belirtmeliyim. İlk kareye ve film boyunca süren ışığın tarlalarla, yapraklarla ve yollarla dansına bayılacaksınız.

Filmdeki muhtar ve doktor favori karakterlerim. Muhtar karakteri tek başına bile yıldızdı diyebilirim. Bu karakteri canlandıran, gerçek hayatta filmdeki ortamı birebir yaşamış olan doktor Erdal Kesal, Anadolu bozkırının tanıdık gelen 'güzide' simalarından birini başarıyla oynamış. Projenin fikir babası olan Kesal, senaryo yazımında Nuri Bilge Ceylan ve eşi Ebru Ceylan'a destek olmuş.

Buna ek olarak filmdeki oyunculukların her birinin ayırt edemeyeceğim kadar iyi olduğunu söylemeliyim. Taşra hayatının mutsuzluklarını ve sıkıntılarını güzel yansıtmışlar.

Nuri Bilge Ceylan tarzından hoşlanmayanlar filmi izlemesin derim, evet yine uzun karaler, gereksiz uzun sahneler, yine yavaş akan ama damakta kekremsi bir tat bırakip küt diye biten bildik Nuri Bilge Ceylan tarzı.


Üç Maymun'da 'evet artık Nuri Bilge filmleri biraz daha hızlı akıyor' demiştim, sözümü geri aldım. 'Bir Zamanlar Anadolu'da'yı izlemeye giderken heyecan, aksiyon beklenmesin yani:) Okuma yazmaya yeni başlamış çocuğu ilk heceyi söktü sökecek diye beklemek gibi sabır isteyen bir süreç bu:)

İzleyince ne düşünürsünüz bilmem ama doktor ve savcının mutsuzluğunun yanısıra jandarma ve polis biraz ezik verilmiş.

Filmin sonundaki otopsi sahnelerinde mideniz kalkabilir..İzlemeye tahammül edemem derseniz bu sahneden sonra film zaten bitiyor, biraz izleyip çıkabilirsiniz de.

Favori cümlem Komiser Naci'den: Oğlum Araaap bu dünyada olacaksan halay başı olacaksın..!!

Bosna Hersek ve Türkiye ortak yapımı film ve ekibini 64.Cannes Film Festivali'nde aldığı Jüri Büyük Ödülü için tebrik etmek gerek.

İyi seyirler

Hülya Meral

MÜREFTE'DE ŞARABIN GÖZYAŞLARI

Ağustos ve Eylül ayında el üstünde tutulan, baştacı edilen üzüm, bağbozumu zamanı şarapseverlere unutulmaz anlar yaşatıyor. Üzüm ve rüzgarın aylar süren sohbetinin damağınızda ve dimağınızda bırakacağı tadı merak ediyorsanız şarabın topraktan kadehe yolculuğuna uzanmak çok da zor değil.


Hala bir bağbozumu festivaline katılmadıysanız Türkiye’deki ilk ve tek şarap müzesine sahip Mürefte’deki Kutman Şarap Fabrikası Eylül ve Ekim ayı boyunca her Cumartesi ve Pazar siz şarapseverleri bekliyor.

Fabrikada mahzenleri dolaşıp şarap ve şarap üretimiyle ilgili bilgileri edindikten sonra tadım odasında lezzetli peynirler eşliğinde dilediğiniz şarabın tadına bakıp içtiğiniz şarabın hikayesini dinleyebiliyorsunuz.

Şarapta üçüncü kuşak


Kutman Şarap Fabrikası’nın bulunduğu arazi önceleri Rumlarınmış. 1922’de Tekel gelinceye kadar rakı bile üretiliyormuş. Rumlar kasabadan ayrılınca fabrikayı Kutman ailesi satın alıp işletmeye başlamış.

Şimdilerde üretimi üçüncü kuşak yürütüyor. 1888’de yapılmış serin ve otantik fabrikayı gezerken sarf edilen emeği somut olarak görmeniz mümkün.

Şu an kullanılan teknoloji ve araç gereç olmadan üzümün bağbozumu zamanında nasıl at ve eşek sırtında sepetlerle şaraphaneye getirildiğini ve işlendiğini üzümlerin nasıl tartıldığını, fermantasyonun o günkü koşullarda nasıl takip edildiğini,

şarabın nasıl şişe veya fıçılarla nakledildiğini emektar şarap uzmanı Adnan Kutman’dan dinleyebilir ve bizzat o dönemlerden kalma şarap üretim cihazlarına dokunarak müzeyi dolaşabilirsiniz.

İyi şarap için toprağın verimi ve dengesi önemli


Ne yalan söyleyeyim, dinledikçe şarap üretiminin ne denli zor bir iş olduğunu anladım. Çok ciddi sabır ve emek gerektiriyor. Adnan Bey’den yine öğreniyorum ki iyi bir şarap için toprağın iyi olması, çok kurak olmaması, yağmur olmaması gerekiyor. Aşırı fakir bir toprak da üzüm için ideal değil. Üzümde, dolayısıyla şarapta denge, en önemli unsur.
Verimli bir toprakta üzüm taneleri iyice şişiyor ancak kurak bir topraktan verim almayı beklemek boşa kürek sallamak demek. Kutman ailesinin Mürefte’nin yanı sıra İpsala’da da 600 dönüm bağları var. Rusya ve Çin’e şarap ihracı konusunda çalışmalar yürütüyorlar.

Üzümün rüzgarla sohbeti


Bugün üzümü ekip yarın mahsulü toplayamıyorsunuz. Üzüm olgunlaşıyor, rüzgarla sohbet ederek gelişiyor, nerdeyse her hafta ilgi ve bakım istiyor. Bağlar bozulup da üzümler bir araya toplandığında ayrı bir yolculuk daha başlıyor.

Üzümler kırılıyor, presleniyor, bekletiliyor, damıtılıyor ve asıl içtiğimiz şarap ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan ürün şişelenerek mahzenlerde aylarca bekletiliyor. Sonra satışa çıkıyor ama son aşamada bir de vergi sorunu ortaya çıkıyor.

Alkolün sosyal hayattaki yeri


Alkol en yüksek vergi ödenen sektörlerden biri. Dolayısıyla şarap da bundan nasibini alıyor ancak hükümetin vergi artışlarına rağmen alkolün sosyal hayattaki yeri dolayısıyla şarap yatırımları her yıl biraz daha artıyor.

Özellikle büyük yatırımcıların şarap üretimine yönelmesiyle Türkiye’deki ihracat oranı 90 milyon litreye çıkmış durumda. Bu oran dünya geneline göre oldukça düşük ancak adımlarını sağlam atan şirketler uzun vadede Uzakdoğu’ya yatırım için kolları sıvamış bile.

Şarabın Gözyaşları


Gözyaşı, şarabın yoğunluğunun anlatımında sıklıkla kullanılan terim. Şarabınızı kadehin nerdeyse ağzına kadar gelecek şekilde salladığınızda kenarlara bulaşan bir kısım şarap damlacıklar halinde toplanır ve gözyaşları gibi aşağılara doğru yuvarlanır. Şarap ne kadar dolgun ve yapışkanlığı fazla ise (nedeni alkol derecesinin fazla olmasi ve/veya fazlaca bir miktarda kalan şeker ve gliserol içermesi) o kadar fazla gözyaşı özelliği gösteriyor. Bu tip şaraplarda damlacıkların oluşması, alkol derecesi düşük ve zayıf bünyeli şaraplardan daha uzun sürüyor. Ben de tam olgunlaşmamış kırmızı üzümden yapılan bu yılın revaçtaki Rose şarabının tadına baktıktan sonra şarabın gözyaşlarını izleyip damağımı şenlendirmek için tercihimi Savilion Blank’ten yana kullanıyorum.




Şarapla ilgili anekdotlar:


- Şarabın yatık saklanması gerekiyor.

- Dünya genelinde en çok tüketilen şarap çeşidi Shiraz, Cabaret, Merlot.

- 3-5 yıllık beyaz şarap 3-5 günde tüketilmeli.

- Kırmızı şarap buzdolabına konmamalı, en fazla ertesi gün tüketilmeli.

- Mürefte'den dönüşte yol üzerindeki ayçiçeği tarlalarına girmeden ayrılmayın.


Yazı ve Fotoğraflar: Hülya Meral

http://twitter.com/hulyameral

hulya_meral@hotmail.com

SIRADIŞI AYAKKABILAR


İlginç bir müze ararken karşıma çıkan isim Kobi Levy. http://www.virtualshoemuseum.com/vsm/r.php?col=person&sub=230)

Tasarladığı şey ayakkabı ama ayakkabıdan daha fazlası, sanat eseri diyebiliriz rahatlıkla. Şık ve sofistike ürettiği ayakkabılar için kendi sıradışı tasarım dilini oluşturmuş.


Avantgarde ayakkabılar da üretebiliyor heykel şeklinde çizmeler de. El yapımı ayakkabılar adeta tuval üzerine yapılmış resim gibi. Ayakkabılara bir kez bakıp tekrar dönüp bakıyorsunuz. Hatta aklıma sık sık Salvador Dali gelmedi değil hani. Dali’nin eserlerinde insanı mıknatıs gibi çeken etkiyi Levy’nin ayakkabılarında da hissedebiliyorsunuz.


Gelin 36 yaşındaki İsrailli sanatçının tasarladığı ayakkabılara biraz daha yakından bakalım. Bu tasarımları vitrinlik sanmayın, hepsi giyilebiliyor…Siz de valizini ayakkabıyla dolduranlardansanız bu tasarımlar ilginizi çekebilir.












http://kobilevidesign.blogspot.com/

Nüfusu 7 milyar olan dünyamız bu sınavı hakkıyla geçecek mi?

Son haftalarda Afrika özellikle de Somali ile ilgili haberleri sıklıkla okur, fotoğraflarına baktıkça kötü hisseder olduk. Hep biliyorduk da gözden ırak gönülden de ırak durumları...Bunu da unuttuk..

Bugün Afrika’da kuraklık ve kıtlık nedeniyle baş gösteren açlık krizinde alarm zilleri çalıyor. Kıtanın doğusunda Kenya ve Etiyopya'dan Somali'ye kadar son 60 yılın en kötü kıtlık felaketi yaşanıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres, 12 milyon kişinin acil yardım beklediğini ve durumun şu anda "dünyadaki en büyük insani felaket" olduğunu söylüyor.



Kuraklıktan kaçanlar Kenya'daki Daadab kampını 440 bin kişiyle dünyanın en büyük mülteci kampına dönüştürdü. Dayanıklılığı ile bilinen develerin bile ölmeye başladığı haberleri geliyor. 28 Temmuz 2011 tarihinde Yeryüzü Doktorları Genel Sekreter Yardımcısı Cüneyt Sezer Somali'deki son durumla ilgili olarak özetle şunları söylüyor.

Günde yaklaşık 1.300 kişi, ayda 40.000 kişi açlıktan ölüyor. Susuzluktan yüzlerinde açılan yaralar ölümle sonuçlanan kan kaybına sebep oluyor.

BM Afrika'daki bu durumun 100 yıldır yaşanan en büyük afet olduğunu açıkladı. Yardım kampına gitmek için yola çıkan her 2.000 kişiden 500'ü yolda can veriyor.

Haftalarca yürüyerek yardım kampına ulaşmayı başaran insanları akli ve zihni olarak tükenmiş oluyor. Bu coğrafyada 3 senedir yağmur yağmıyor.


1 haftada açılabilecek bir su kuyusunun maliyeti 10.000 dolar. İnsanların yemek yiyebilir hale gelmeleri için bile 10 günlük tıbbi tedavi görmeleri gerekli.

Ülkelerini terk etmek için yola çıkan 12 milyon aç insanın dışında, henüz irtibata geçilmemiş 8 milyon kişi Kenya-Somali sınırında mahsur durumda.

Ameliyat için yeterli narkoz bulunamadığından uyuşturulmadan ameliyat yapılıyor.

Acilen ameliyat edilmezse hayatını kaybedecek kişi sayısı 5.000 !



Ülkemizde ve dünyanın diğer ülkelerinde Afrika için yardım kampanyaları düzenleniyor. Nüfusu 7 milyar olan dünyamız bakalım bu sınavı hakkıyla geçecek mi?

Hülya Meral

http://twitter.com/hulyameral

ÇINARLAR ALTINDA BURSA


İstanbul- İzmir arasında seyahat ederken sık sık mola verdiğim şehirdir Bursa. Karlı günlerine de, sonbahar yapraklarına da, cemrenin düştüğü anlara da şahitlik etmişliğim vardır. Bu sefer 700 yıllık geçmişe sahip şehrin içine, tarihine, mimarisine, mutfağına yolculuk yapmaya karar verip çıktım yola. Ortalama 250 km’lik yolu Eskihisar- Topçular feribotunun da katkısıyla 2- 2,5 saatte kat ettim.




Hanları, külliyeleri, hamamı, arkeoloji müzesi, kaplıcaları, türbeleri, kaleleri, kış turizmi, termal turizmi ile pek çok seçenek sunan ve her noktası tarih kokan Bursa’yı gezerken asırlık bir çınara rastlamamanız, serininde dinlenmemeniz imkansız. Yemyeşil dokusu ile oksijen sarhoşluğu yaşatan şehirde görülecek çok yer, tadılacak çok şey var.





Osmanlı Devleti’nin kuruluş yeri olan Bursa o kadar düzenli ki hiç trafiğe takılmadan kendimi Tophane Parkı’ndaki Saat Kulesi’nde buluyorum. Şehrin panoramik olarak en iyi izleneceği yerlerden olan parkta çınarların altında demli bir çay içip manzarayı izliyorum.


Yan masada oturan yaşlı bir amcadan 6 katlı saat kulesinin en üst katının yangın gözetleme kulesi olarak kullanıldığını öğreniyorum. Saatin önündeki sıra sıra top arabaları Osmanlı’dan kalma Ramazan’da iftar topu atılması geleneğini devam ettiriyor.




Parkın içinde Osman Gazi ve Orhan Gazi’ye ait pirinç parmaklıkla çevrili görkemli sandukaların yer aldığı 2 türbe bulunuyor. Türbeler sekizgen kubbe şeklinde kesme köfeki taşından yapılmış. Parktan çıkıp sağa döndüğümde devasa surlarla çevrili Bursa Kalesi’ne giriyorum.


Zamanında İbn-i Batuta, Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Piyer Loti gibi gezginlerin yazılarına konu olmuş Kale’nin 5 kapısı var. Bazı duvarları yıkılmış, çevresine biçimsiz evler yapılmış olmasına rağmen kale ihtişamından birşey kaybetmemiş.


Balibey Han ikinci baharını yaşıyor


Kalenin içini gezdikten sonra sola kavis yapıp Balibey Han’dan içeriye giriyorum. Öğrendiğime göre Tophane Parkı’nın yamacındaki 500 yıllık bu tarihi han 3 sene önce vasat durumdaymış ancak restore edilerek ikinci baharını yaşamaya başlamış. Üç katlı çarşısı olan Han’da 36 dükkan bulunuyor, manzaralı en üst kat cafe hizmeti veriyor.


Balibey Han’dan çıkıp dümdüz ilerlediğimde Bursa’nın simgelerinden Ulu Camii’nin avlusuna geliyorum. Yıldırım Beyazıt tarafından 1402’de yaptırılmış olan caminin ortasında bir şadırvan bulunuyor. Kubbelerin şekli dolayısıyla günışığını olduğu gibi içine alan caminin 602 yıllık minberi kainatı sembolize ediyor. Güneş ve galaksi sisteminin kabartma formlarla işlendiği cami duvarlarında sarı yaldız ve siyah renkte uygulanmış Allah’ın isimlerini ve hat örneklerini görebiliyorsunuz.


Ulu Camii’de Kabe kapısının örtüsü


Kapalı namaz kılma anlamında Türk tarihinin en büyük camisi olma özelliğini taşıyan Ulu Camii’nin hutbe kısmındaki siyah örtü, Kabe kapısının örtüsü olarak biliniyor. Tarihi kaynaklara göre Yavuz Sultan Selim, Mısır seferini kazanıp hilafeti ve kutsal emanetleri aldığında Mekke'nin onarımını da yaptırmaya koyuluyor. Bugünkü Orta ve Doğu Anadolu'yu kapsayan Dersim’in tüm vergi gelirlerini Mekke’ye vakfediyor ancak Dersim’i diğer vergilerden muaf tutuyor.

Bu gelirlerle yeniden imar edilen Kabe’nin örtüleri değiştiriliyor. Eski örtü İstanbul'a yollanırken Kabe'nin kapısının örtüsü Bursa Ulu Camii'ye hediye ediliyor. Örtü bizzat Sultan Selim tarafından taşınarak Cami’ye asılıyor.


Camii’den çıkıp hemen yanında bulunan, asırlarca yabancı tüccarları ağırlamış Koza Han’a geliyorum. 1491’de II. Beyazıd tarafından yaptırılan Koza Han, geniş diktörtgen avlunun çevresinde sıralanmış 2 katlı 95 odadan oluşuyor. Han’ın ortasında bir mescit ve altında şadırvan bulunuyor.

İpek kozasından ipek şal, fular ve yastıklar


Koza Han eskiden ipek kozalarının satıldığı bir yapı olduğu için bu ismi almış. Her odada ayrı renk ve desende kaşmir ipek kumaşlar, şallar, fularlar, bluzlar, ipek üzerine gravür yastıklar satılıyor. Kaftanlar, oda takımları, nakış işlemeli modernize edilmiş yatak örtüleri de yine handa satılan diğer ürünlerden.



Kozalardan elde edilen ipek kumaşların yüzyıllara dayanan köklü geçmişi Bursa’nın tekstilde bir adım önde olmasını sağlamış. Ünlü pekçok tekstil, özellikle havlu firmasının bu şehirde fabrikalarının olması tesadüf olmasa gerek. Yakın zamanda özelleştirilen pekçoğumuz için nostaljik öneme sahip bir zamanların Sümerbank’ı da 365 bin metrekarelik alanıyla yıllarca Bursa’nın tekstildeki lokomotifi olmuştu.
Han’daki dükkanları dolaştıktan sonra avluda çayımı içip biraz zamana yolculuk yapıyorum. Çağlar, insanlar birbiriyle harmanlanıyor. Bir zamanlar İpek Yolu üzerinde bulunduğu için ticaretle uğraşanların develeriyle konaklayıp soluklandığı, Hindistan’dan yola çıkmış tarçın, zencefil, karanfil, safran, nane yüklü çuvallardan yayılan kokuların burnuma geldiği atmosferi hayal etmeye çalışıyorum.


Her parçası 50 metre kumaştan yapılmış görkemli defile


Çayımı getiren garsonun ‘çaylar’ sesiyle rüyadan uyanıyorum. Genç garson elimdeki fotoğraf makinasından olsa gerek, anlatmaya başlıyor. Geçtiğimiz yıl ünlü modacı Faruk Saraç ve Uğurkan Erez’in Koza Han’da bir defile düzenlediğini aktarıyor.


Defileye Burak Hakkı, Atilla Saral, Merve Büyüksaraç gibi ünlü mankenler katılmış ve 700 parçalık Osmanlı ve Selçuklu koleksiyonu sergilenmiş. Her kıyafet için 50 metre kumaş harcandığını söylersem Muhteşem Sultan olarak bildiğimiz Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan tasarımlarının ihtişamını varın zihninizde canlandırın.


Çayımı yudumlarken gözüme her biri tek fincan ve tabaktan oluşan onlarca kahve fincanının sıralandığı bir dükkan ilişiyor.
Babasından kalan Koza Han Çay Ocağı’nın sahibi Halil Bey’den öğreniyorum ki çayocağının camında sergilenen fincanların her biri asırlık, benim üç- dört katı yaşımda. 2008’deki ziyaretinde Koza Han’da yemek yiyen İngiltere kraliçesi Elizabeth’e de bu fincanlardan bir çift hediye edilmiş.


Bu kadar dolaştıktan sonra sıra Bursa’nın yemeklerinin güzelliğini öve öve bitiremeyen ünlü seyyah Evliya Çelebi’nin 400 yıl öncesinden gelen çağrısına kulak veriyorum. Şehrin meşhur tadlarını denemek için kendimi kebabın büyülü dünyasına, tescilli Kebapçı İskender’in Botanik Park içersindeki şubesine atıyorum.


Tarık Akan, Bülent İnal, Ertuğrul Günay gibi isimlerin de ziyaret ettiği Kebapçı İskender’in Botanik şubesi’nin iç kısmı 1867’de ilk kuşak tarafından açılan Köy Tesisleri şubesinin aslına uygun olarak açık mavi ve beyaza boyanmış. 2 katlı tarihi İskender Efendi Konağı’nda hizmet veren restoranın mutfağını geziyor, maharetli ellerin döneri usulüne göre çevirerek kıvrakça tabağa dizişini izliyorum.


Üzüm yaprakları ve leylakların sarktığı çardağın altına gizlenmiş geniş bahçesinde sabırsızlıkla beklediğim kebabın yanına ‘şıra’ söylüyorum. Ardından Bursa’ya özgü kaymaklı Kemalpaşa tatlısının kaymakla buluşmasıyla muhteşem tadın damağımda oluşturduğu bayramın üstüne çayımı yudumluyorum. Bursa’ya yolunuz düşerse ve canınız kebap çekerse mutlaka Kebapçı İskender’in bir şubesine uğrayın derim.


Üst katının müze restoran olarak kullanıldığı şubenin mihmandarından konağın süslemeleri, adetleri, gelenekleri, geçmişte misafir ağırlama usulleri ve halkın yaşam tarzına ilişkin bilgiler ediniyorum. Botanik Park içinde yaptığım kısa bir yürüyüş sonrasında Bursa’nın diğer tadlarına yapacağım yolculuk için dolaşmaya devam ediyorum.

Bursa’nın kestanesi okka çeker beş tanesi

Yıllarca mesafeli durduğum, denedikten sonra da müptelası olduğum kestane şekeri aramaya geliyor sıra. Kestane şekeri deyince akla Kafkas Kestaneleri gelir elbette. ‘Bursa’nın kestanesi okka çeker beş tanesi’ diye boşa dememişler. Bursa’nın kestaneleri oldukça iri ve lezzetli. Günümüzde üçüncü kuşak tarafından yönetilen Kafkas, 500 çalışanıyla yılda 3 bin ton kestane işleme kapatisine sahip. Yurtdışına ihraç ettikleri kestane ve yan ürünleri Fransa’dan Birleşik Arap Emirlikleri’ne kadar pek çok ülkede tüketiliyor. Kestane reçeli, kestane unu ve çikolata kaplı kestanelerimi alıp Irgandi Köprüsü’ne doğru yola koyuluyorum.


Türkiye’nin Venedik’i: Irgandi


Türkiye’nin en güzel köprülerinden biri olma sıfatını fazlasıyla hak eden Irgandi, kemerli bir yapının üzerinde yükselen sıra sıra dükkanlarıyla Venedik’teki ünlü Rialto Köprüsü’nü andırıyor. 1442’de inşa edilen, otuza yakın dükkan, bir mescit ve iki ahırıyla zamanının el sanatları merkezi olan köprü,
aynı zamanda çarşı olarak da yıllarca hizmet vermiş. Lonca sistemine uygun olarak yapılmış çarşı, asırlar önce seyyahların ve tüccarların uğrak noktasıymış.



Özgün mimarisiyle dünyadaki dört çarşılı köprüden biri olan Irgandi’nin diğer benzerleri Bulgaristan'ın Lofça kentindeki Osma Köprüsü, İtalya’nın Floransa kentindeki Ponte Vecchio Köprüsü ve Venedik kentindeki Rialto Köprüsü.


Irgandi şimdilerde sarıya boyalı duvarlarının içine saklanmış, çeşitli mumlar, ebru ve yağlıboya tablolar, dekoratif kandiller ve minyatür eserlerin satıldığı dükkanlarıyla hizmet veriyor. Köprünün altından akan suyun dinlendirici sesi eşliğinde çay, kahve içilebilecek nargile kahvehaneleriyle gençlerin buluşma mekanı olan köprü, şehrin kültür merkezi konumunda.


Bursa’nın bir diğer simgesi de Uludağ yolundaki 600 yıllık İnkaya Çınarı. Osmanlı’nın ilk köylerinden İnkaya Köyü’nde bulunan Türkiye’nin en yaşlı çınarının boyu 35, çevresi 9.2 metre (yaklaşık 12 apartman boyunda). Tamamını görebilmek için uzaklaşmam gerekiyor. Altında kendimi güvende, huzur içinde hissediyorum. Baktıkça çınar gibi özgürüm, çınar gibi sonsuz.


Kızık köyü Cumalıkızık


İnkaya’dan sonra son durağım bir diğer Osmanlı Köyü Cumalıkızık. Bursa’ya 10 dakika (9 km) mesafedeki Cumalıkızık Orhan Gazi’nin 7 oğlu için kurduğu 7 ‘kızık’ köyünden biri. Osmanlı Beyliği 1326 yılında Bursa’yı aldıktan sonra bu topraklara yerleşmeye, köyler kurmaya başlamış.
Bir vakıf köyü olarak Uludağ’ın eteklerinde kurulan köylerin birbirlerinden ayrılması için de dereye yakın olana Derekızık, fidye verene Fidyekızık, Cuma namazı kılınan köye de Cumalıkızık ismi verilmiş.


Köyün girişinde halkın açtığı bir köy pazarı var. Adım başı reçel, peynir, tarhana, erişte, bal satan tezgahlara rastlıyorum. Arnavut kaldırımlı, çoğu metruk yapıdan oluşan dar sokaklarından yürüdüğümde pek çok evin oturulamaz durumda olduğunu, yaşam belirtisi olan evlerin de turistik ve ticari hareketliliğe bağlı olarak nispeten bakımlı olduğunu gözlemliyorum.


Genellikle üç katlı, taş, ağaç veya kerpiçten yapılmış 200’den fazla tarihi eve sahip köydeki pekçok evin üst katlarındaki pencereler kafesli veya cumbalı. Evlerin çoğunda ‘hayat’ denilen avlular var, dolaşırken bu avlularda sac üzerinde gözleme pişiren kadınlara da denk geliyorum.


Kapı tokmaklarını, çeşmelerini ve söylentiye göre dünyanın en dar sokağı olan Cin Aralığı Sokağı’nı fotoğraflıyorum. Osmanlı Tarihi Fırını’ndan ekmek almayı ihmal etmiyorum. Birkaç yıl önce Kınalı Kar dizisinin çekildiği ev günübirlik ziyaretçilere açık, canınız gözleme isterse bir çay molası verip dizinin çekildiği alanları gezebiliyorsunuz.


Köy meydanından sola doğru kıvrıldığımda Mavi Boncuk Konukevi’ni görüyorum. Köyde konaklanabilecek tek seçenek olan, hem restoran hem konaklama hizmeti veren Mavi Boncuk, 2 katlı müstakil evin butik otele çevrilmesi ve sahibi Güner Hanım’ın gözlemeleriyle ünlenmiş.


Bahçesindeki karafırında ekmekler, kekler, erişteler yapan konukevinin ağaçlar altındaki şirin kuytusunda bir çay veya kahve molası verdikten sonra gün batımına yakın İstanbul yoluna koyuluyorum.

Dönüş yolunda feribota binmeden Gemlik’te bir zeytin molası veriyorum. Kaselerde sunulan zeytin ve zeytinyağı çeşitlerini tadarak nerdeyse yıllık tüketeceğim kadarını alıyorum. Yolunuz düşerse Gemlik’ten geçerken leziz zeytinini ıskalamayın derim..


BURSA İLE İLGİLİ ANEKTODLAR

• 70 yıllık ömrünün 50 yılını yolllarda, at sırtında geçiren Evliya Çelebi’nin 400. Yılı sebebiyle UNESCO 2011’i Evliya Çelebi yılı ilan etmiş. Bu sebeple Evliye Çelebi Yolu Keşif Projesi başlatılmış.

• Otomotiv devleri Tofaş-Fiat, Oyak- Renault ve Karsan otomobil fabrikaları Bursa’da.

• Mart ayında 9.su düzenlenen Bursa Kitap Fuarı da şehre ayrı bir hareketlilik katıyor. Can Dündar, Yekta Kopan, Ahmet Ümit, Oya Baydar, Ataol Behramoğlu gibi yazarların katılımıyla renklenen fuara İstanbul’dan giden okuyucular da oluyor.

• Kaplıcaları ünlü Bursa’da İnegöl Oylat Kaplıcaları, Gemlik- Terme, Armutlu Kaplıcaları ziyaret edilebilir.

• Uludağ, İznik, Mudanya, İnegöl Bursa’nın diğer turistik ilçelerinden.

• Futbol takımı Bursaspor’un 2009-2010 sezonunda Turkcell Süper Lig şampiyonu olması sebebiyle sokaklarında takımın bayraklarını sıkça görebilirsiniz.

• Pideli köfte, cantık pidesi, talaş kebabı, bağdat hurması, inegöl köfte şehre özgü diğer tatlardan.


Nasıl gidilir?

İstanbul'dan TEM veya E5 karayolunu takip ederek Darıca, Bayramoğlu sapağından dönülür. Eskihisar'dan Topçular'a yapılacak 40 dakikalık feribot yolculuğu sonrasında Topçular- Bursa arası 70 km.






















İÇİNDEN AVRUPA GEÇEN ŞEHİR ESKİŞEHİR


Eskişehir’i Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in son 5 yılda getirdiği yenilikler dolayısıyla sık sık duyardım. Büyükerşen’in Atatürk’ün doğumunun 100. yılı kutlamalarında Eskişehir’in 100 köyüne hediye ettiği Atatürk heykelleri, Anıtkabir Müzesi’nde sergilenen Atatürk balmumu heykeli,
Şehr-i Aşk adası, Japon Bahçeleri, çamur gibi akan Porsuk Çayı’nın temizlenmesiyle şehrin Hollanda tarzı tekneler ve Venedik tarzı gondollarla avrupai görünüme kavuşması ve sokaklara yayılmış çeşitli heykeller tesadüf değil. Hepsi planlanmış bir emeğin Eskişehirlilere ve Eskişehir’de yaşayanlara hediyesi.

İçinden Avrupa geçen Eskişehir, sizi tarihe gezintiye çıkarırken bir yandan da modern ve çağdaş görünümüyle görsel bir şölen yaşamanızı sağlıyor.

Önceki görüntülerine nazaran griliğini üzerinden atmış, daha yeşil, daha modern, daha kalabalık hale gelmiş bu kent, gezdikçe gördükçe içimi açtı, genç nüfusu ve 24 saat dinamizminden birşey kaybetmeyen enerjisiyle beni oldukça etkiledi.

Eskişehir’e gelerek, Büyükerşen’i ve çalışmalarını 3 gün boyunca takip eden BBC World News Televizyonu da kendine özgü yapısını koruyarak Avrupa kentleri seviyesine taşınmış olan şehre 3 kez yer vermiş.

Şehrin ekonomisini üniversite öğrencileri canlandırıyor

Toplam 3 üniversite ve 30.000 öğrenci nüfusu ile ekonomisi hareketlenen şehirde, restoranlar, lokantalar, barlar, marketler nerdeyse sabaha kadar açık. Dolayısıyla halk sokaklarda istediği saatte rahatça dolaşabiliyor. Mevsim yaz olunca Porsuk çayı kenarındaki cafeler, yeşil alanlar, alışveriş merkezleri gece geç saatlere kadar Eskişehirlilerle dolup taşıyor. Fiyatlar her yerde makul.


Nüfus ilk anda sadece öğrencilerden ve sanayiden oluşuyor gibi görünse de dolaştıkça, konuştukça şehrin asıl yerlisinin Manavlar, Rus Çarlığı’nın yıkılışından sonra Kırım ve Orta Asya’dan göç eden Tatarlar, Çerkezler ve Yörükler olduğunu öğreniyorsunuz.

Leylek Yuvası ile Hayal Mahsülleri Ofisi tipik Odunpazarı evlerinden


İlk durağım tarihi evleriyle ünlenmiş Odunpazarı. Belirli bir dönemin sosyal ve kültürel hayatını yansıtan, Osmanlı Dönemi’nden kalma ahşap, cumbalı evler sokaklara renk katmış. Bu evlerin içini merak ediyorum ve cafe hizmeti de veren “Leylek Yuvası” ile “Hayal Mahsülleri Ofisi”ne geliyorum.

Cam kenarlarını boylu boyunca kaplayan sedirler, gümüş tabak, bardak ve sürahilerle süslenmiş sofralar, şamdan, bakraç, şekerlik gibi dekoratif eşyalarla, tavanı ve duvarları ahşap motiflerle süslenmiş bir mimari ile karşılaşıyorum.

Kıvrımlı yollarında, çıkmaz sokaklarında belli bir nizamda konumlanmış evlerin solundan yukarı doğru yürüdüğümde Lületaşı Müzesi’nin bahçesindeki lületaşı atölyesinin bir dersine denk geliyorum. Ben de denemeye çalışıyorum ama onlar kadar başarılı olamıyorum. 

Lületaşı şehrin en önemli özelliklerinden. İşin ustalarının nesli tükense de kışın lületaşı çıkarmaya devam ediyorlar. Müzenin bahçesindeki Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1525’te yaptırılan Kurşunlu Cami ve Külliyesi’ni gezdikten sonra külliyeye ait kütüphanenin serin bahçesinde çay keyfi yapıyorum.


Bahçeden çıkıp sağdan aşağıya doğru yürüyünce Atlıhan El Sanatları Çarşısı’na geliyorum. Lületaşından pipolar, sigara ağızlıkları, tesbihler, taraklar, kolyeler, yüzükler ve onlarca çeşit el yapımı cam işçiliği ürünler küçük küçük dükkanlarda satışa sunulmuş. Bir köşede lületaşından pipo yapmaya çalışan dükkan sahibini izliyorum.

Atlıhan’dan çıkıp sola doğru döndüğümde açılışı 2007’de yapılmış Türkiye’nin ilk cam sanatları müzesi olan Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ni geziyorum. Uzman rehber eşliğinde gezdiğim müzede Japon, Alman, Polonyalı ve Letonyalı sanatçıların eserlerini görme fırsatım oluyor.

3 galeriden oluşan müzenin bir bölümünde de 1950’lerin Eskişehir’inde yaşayan ünlü isimlerin kişisel eşyaları ve fotoğrafları sergileniyor. Eskişehirli tiyatrocu Göksel Kortay’ın annesinden kalan siyah nişan elbisesinin zarafeti gözlerimi kamaştırıyor. Diğer bölüm ise kütüphaneye dönüştürülmek üzere bakımda. 

Nüfusun çoğunluğu Tatarlardan gelince bir Tatar mutfağı’na uğramamak olmazdı. Müzeden çıkıp da sola doğru yürüdüğümde Odunpazarı’ndaki Çibörek Evi ilk durağım oluyor.
3 veya 5’li porsiyonlar halinde servis edilen çiğböreğin (halk çibörek veya şırbörek diyor) yanında yine Tatar mutfağına özgü “sorpa” içiyorum.

Şahin Tepesi'nden manzara izlenmeli

Odunpazarı’ndaki gezintim bittikten ve damağımı yöresel tatlarla şenlendirdikten sonra manzarasıyla ünlü, merkeze 1,5 mesafe uzaklıktaki Şahin Tepesi’ne doğru yöneliyorum.
Eskişehir’i panoramik olarak izlemeye olanak veren tepede yaz sıcağında serin serin esip köpüklerini etrafa saçan kocaman bir süs havuzu var. Buradaki belediye tesislerinde oturup manzaranın tadına varıyorum.

Tekrar şehrin merkezine dönüp heykellerle süslenmiş meydanından Porsuk Çayı’na iniyorum. Burada şehiriçi otobüs bileti fiyatına 20 kişilik teknelerle tur yapabilirsiniz veya aynı güzegahı 4 kişilik Venedik tarzı gondollarla 10 TL’ye gezebilirsiniz. Ben tekne turunu tercih ediyorum. 


Tekne turundan sonra gençlerin ve halkın uğrak yeri olan Haller Gençlik Merkezi’ne gidiyorum. Eskişehir halkının iş veya okul çıkışı bir şeyler içip sohbet edip sonra evine döndüğü ünlü buluşma noktası Shakespeare Restaurant ve 1927’den beri hizmet veren Mazlumlar’da meşhur “su muhallebisi” yemeden ayrılmıyorum.

muhallebi şekersiz yapılıyor, üzerine 1 yemek kaşığı pudra şekeri ile gelincik şerbeti gezdirilerek servis ediliyor. Dilinizde şerbet ve tarçın tadı bırakıyor, bayıldım, mutlaka deneyin derim.

Japon bahçesi

Temmuz ayında "2010 Türkiye’de Japon Yılı” etkinlikleri kapsamında Eskişehir Büyükşehir Belediyesi ve Japon Türk Kültürel Değişim Derneği işbirliğiyle açılmış Japon Bahçesi'ne geçiyorum. Ortasında ada bulunan göletin olduğu “Chisen Kaiyushiki” olarak adlandırılan stilde inşa edilmiş Japon Bahçesi’nde, doğa motiflerini oluşturan tepeler, şelale, seyir terasları, köprüler ve fishing pavillon (göl kenarı verandaları) bulunuyor. Bahçeye ayrıca su yerine taş ve kumların kullanıldığı Karesansui, meditasyon alanı ve Japon Çay evleri de eklenmek üzere.


Türkiye’nin ilk yerli otomobili “Devrim”

Son durağım Lokomotif Müzesi. Eskişehir’de Türkiye Lokomotif ve Motor San. AŞ.’de sergilenen Devrim’i yönetmen Tolga Örnek’in “Devrim Arabaları” filminin gündeme gelmesinden ve yakın zamanda Eskişehir- Ankara arasında hızlı tren seferlerinin başlamasından sonra 10.000 kişi ziyaret etmiş. İzlerken gözyaşlarıma hakim olamadığım film, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in 1961’de verdiği talimatla 23 mühendisin imkansızlıklar ve kısıtlı zaman içersinde hayatlarını ve kariyerlerini riske atıp geceli gündüzlü çalışarak ortaya çıkardığı otomobilin hikayesini anlatıyor.

Frig Vadisi ve Midas Anıtı

İlk günün yorgunluğunu atmak için otele dönüyorum, sabah kahvaltısı sonrasında şehir merkezine 41 km mesafedeki Seyitgazi kasabasına geliyorum. Burası Eskişehir turunun en can alıcı noktası çünkü Bizans- Selçuklu- Osmanlı dönemine ait en etkileyici eserlerden olan ve üç uygarlığa şahitlik etmiş xııı. yy. yapımı Seyitbattalgazi Külliyesi burada bulunuyor. Türbe ve camiden oluşan ilk yapılardan sonra medrese, imarethane, Bektaşi tekkesi, dergah, soğuk hava deposu da eklenmiş külliyenin avlusunda farklı dönemlere ait arkeolojik buluntular mevcut.

Seyitgazi’yi geçip oradan 29 km Afyon yönüne ilerlediğinizde şimdiki Han Köyü’ne, M.Ö. 200’de Hitit egemenliğine son vermiş Frig topraklarına giriyorsunuz.

Köy muhtarı, aynı zamanda rehberim olan Veysel Gündoğdu’nun anlattığına göre M.Ö. 600'lerde Akropol'ün kuzeydoğu cephesine, püskürük bir kaya üzerinde yapılmış ünlü Midas Anıtı'nın bulunduğu antik kent, Frig Vadisi olarak adlandırılıyor.



Yüksekliği 17 metre olan ve ahşap işlenircesine, kusursuz bir işçilikle işlenmiş kaya anıtın nişinde Tanrıça Kybele’nin heykeli bulunuyor. Bölge aynı zamanda Friglerin ana tanrıça Kybele'ye tapındıkları en önemli kült merkezi. Anıt önünde toplanan insanlar dualarını ve ibadetlerini bu anıt önünde ederlermiş. Sonraki yıllarda Lidya, Pers, Büyük İskender, Galatlar ve Romalıların eline geçen pek çok kültürü barındırmış bu zengin coğrafya uzun yıllar dini merkez olmayı sürdürmüş.


Midas Anıtı’nın hemen yan tarafında din büyüklerinin çilehanesi olarak kullanılan göz göz küçük odalardan oluşan Kırkgöz kaya mezarları bulunuyor. Anıtın arka tarafına doğru ilerlediğinizde basamakları tamamlanmadığı için Bitmemiş Anıt adını alan basamaklı anıtlarla yerleşim yerleri, nişler, sarnıçlar, Akropol'ü çevreleyen sur duvarları, mezarlar, 100 basamakla inilen sunaklar ve çeşme ilgi çekici bir görkeme sahip.

Karşımda peribacalarını andıran görüntüyü bir süre izleyip fotoğrafladıktan sonra sol taraftan yakınlaşmakta olduğunu belli eden sağanağa yakalanmadan köyün meydanına ilerliyorum.



Han Köyü’nden Midas’ın Kulakları oyununu oynadığım günleri tebessümle anarak ayrılıyor, büyük keyif alarak dolaştığım bu zengin coğrafyayı görmenizi öneriyorum.

Not: İstanbul’dan Eskişehir’e otobüs ve trenle 4-5 sattte ulaşabileceğiniz gibi kendi aracınızla Kocaeli- Bilecik- Eskişehir güzergahını takip ederek de ulaşabilirsiniz.

MİDAS'IN KULAKLARI

Çocukluğumuzda hep duyduğumuz ünlü Midas’ın Kulakları oyunu da aslında bir Frig efsanesine dayanıyor. Tanrı Apollon ve Tanrı Pan arasındaki müzik yarışını duyan Midas, Tanrı Apollon’un çaldığı lir’i değil de Tanrı Pan’ın çaldığı flütü beğenince kulakları Tanrı Apollon tarafından eşek kulaklarına çevrilir. Tanrı Apollon tarafından cezalandırılıp, eşek kulaklarını hayatı boyunca frig külahıyla saklamak zorunda kalan kral Midas ise bu durumu kabullenemez, Batılı kaynaklara göre boğa kanı içip intihar eder.











YAPMADAN DÖNMEYİN



-Methelvası almadan dönmeyin.
-Şehri arabayla değil yürüyerek keşfedin.
-Japon Bahçesi’ni görmeden dönmeyin.
-Barlar sokağı’na bir akşam mutlaka uğrayın.
-Ünlü gece kulübü, Eskişehir’in Laila’sı 222’de canlı müzik dinlemeyi ihmal etmeyin.
-Şahin Tepesi’nden panoramik manzarayı izleyin.
- Frig Vadisi, Yazılıkaya ve Midas Anıtı’nı es geçmeyin.
- Lületaşı hediyeliklerden edinin.

Göcek'te MAVİ YOLCULUK

Bahar ayları ne kadar gönülçelen ise yaz ayları da bir o kadar ‘bırak dağınık kalsın’ havasına girmemizi sağlıyor. Bunaltıcı sıcaklardan bir süre uzaklaşmak isteyenler tatilini yapıp döndü, tatilden kalan fotoğraflarına bakıp moral depoluyor. Henüz tatile gitmemiş olanlar ise kızgın kumlardan serin sulara atlamak için gün sayıyor.



Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Ramazan

yaz aylarına denk geldi. Hala tatil yapamadım, plan yapmak için vakit yok diyenler varsa Dalaman Havalimanı’ndan sadece 22 dakikada ulaşabileceğiniz ve birkaç saat içinde kendinizi denizde yüzerken bulabileceğiniz ‘Göcek’te Mavi Yolculuk’u es geçmeyin.



Bir yat cenneti olan Göcek Limanı’ndan veya Dalaman’dan bireysel olarak kiralayabileceğiniz yat ve teknelerin yanı sıra günübirlik düzenlenen ‘12 Adalar’ tekne turları beklentinizi fazlasıyla karşılayacaktır. İsmi 12 Adalar turu olmasına rağmen cennet gibi 6 koyu dolaşan tekne turunda öğlen yemeği dahil günlük 40 TL’ye koydan koya yolculuk edebiliyorsunuz. Gezerken ünlü isimlerin tekneleriyle karşılaşmanız olası. Mehmet Ali Birand, Uğur Dündar, Güneri Cıvaoğlu gibi isimler yazları Göcek koylarında tekneleriyle tatil yapmayı tercih ederken Sarah Jessica Parker, Demi Moore gibi Hollywood yıldızları ve Shakira, Arda Turan, Monako Prensesi Caroline, Yılmaz Erdoğan, Şahan gibi isimler de tatil için seçimlerini Göcek’ten yana kullanan isimlerden.



Dinlenirken, doğayla içiçe olmayı, denize doymayı, kitap okumayı, doğan güneşe karşı bir fincan kahve içmeyi ya da batan güneşe karşı bir kadeh içki yudumlamayı arzulayıp, hayal ediyorsanız mutlaka bu mavi yolculuğa çıkmalısınız.




Tersane Adası

On iki adalar tekne turu diye adlandırılan turda göreceğiniz ilk ada Tersane Adası. Burada suyun göl gibi karaya doğru sokulduğu sığ bir koy var. Karada, Osmanlı İmparatorluğu döneminde burada barış içerisinde yaşamış mübadelenin ardından terk edilen eski Rum yerleşiminin kalıntıları görülebilir. Bu koyda yaşayan Yunanlılar ve Türkler koyu gemi inşa etmek için kullanmış, sığ suların bunun için oldukça elverişli olması geçmişte Ada’nın denizciler tarafından sıklıkla ziyaret edilmesini sağlamış.

Cleopatra Hamamı

Mitolojide Cleopatra’nın yüzmediği deniz, kulaç atmadığı koy yoktur. Özellikle güney Ege’deki Cleopatra hikayelerini çokça duymuşsunuzdur. İşte bunlardan biri de tur sırasında gideceğiniz Cleopatra Koyu. Diğer bir adıyla Batıkhamamı. Cleopatra Hamamı’nın bulunduğu koya bu isim verilmiş. Çam ağaçlarının bol olduğu koyda ağaçlar üzerine asılmış dilekler Tanrım daha güzel olayım, kırışıklıklarım azalsın diye midir bilemem ama koya bayılacağınızı söylemeliyim. Teknelerden uzakta yüzmek istiyorum derseniz biraz açılmak zorundasınız çünkü asıl hamam olarak belirtilen ve altında tarihi kalıntıların olduğu alan koruma altında. Buradan giremiyorsunuz.

Güneyde, koyun batı kısmında, Fethiye'deki depremler yüzünden yıkılan tarihi eserleri görebiliyorsunuz. Anlatılan mite göre, Cleopatra'nın Anadolu kıyılarını ziyaretlerinden birinde, yakın arkadaşları ona hediye olarak bir hamam inşa etmeye karar verirler. Çünkü koyun bu kısmında bir sıcak su kaynağı bulurlar. İçerdiği kalsiyum, magnezyum gibi mineral ve elementlerle buradaki su cilt için çok iyidir. Bazıları Cleopatra'nın güzelliğinin ardındaki sırrın bu su olduğunu söylerler. Buradaki su koyun kuzeyinde görülen dağın ardında şu anda kurumuş olan bir krater gölünden gelir. Eğer siz de Cleopatra kadar güzel ve on yaş daha genç görünmek için şansınızı denemek istiyorsanız, bu harabelerin içinde yüzebilirsiniz.

Yassıcalar

Yassıcalar, Göcek kasabasının tam karşısında yer alan birbirine çok yakın bir grup ada. Buranın özelliği bu adalar grubunun en büyüğünün kumlu bölümünde, adanın tam ortasında yer alan tuzlu göl. Temiz, koyu mavi ve derin sularıyla son derece büyüleyici bir alan olan Yassıca’daki en büyük adadan en küçük adaya üzerinde rahatlıkla yürüyebileceğiniz (1.5 metre derinliğinde) bir geçiş var.

En büyük adada, kuzeyde daha uzakta, göle uzanan uzun kumlu bir kumsal bulunuyor. Kıyıda, gözleme ve kurabiyeler satan, her sabah Göcek'ten gelip akşam giden iki aile gelen günübirlik ziyaretçilere hizmet veriyor. Bu adada muz ve ringaya binebiliyorsunuz. Adada tesadüfen yaban tavşanıyla karşılaşmanız olası. Gezilecek tüm adalar içinde tek kum plaja sahip ada olduğu için daha fazla kalınabiliyor.

Bedri Rahmi Koyu

Bu koyun asıl ismi Taşyaka koyu. Tersane Adası’nın kuzeybatısındaki koy, ressam- şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir kaya üzerine yaptığı balık resmi nedeniyle Bedri Rahmi Koyu diye anılıyor. Koyun dibine doğru gittiğinizde tekne ve yatların yanaşması için yapılan tahta iskeleyi görüyorsunuz, yaklaştığınızda ağaçlar arasında kayaya yapılmış bu balık resmi dikkati çeker.

Kaya üzerindeki bu resmi 1974 yılında Azra Erhat ile gerçekleştirdiği mavi yolculuk esnasında yapan Bedri Rahmi’nin bu koyların tanıtımına ve bilinirliğine olan katkılarını yadsıyamayız Tatlı su ihtiyacınız olursa balık resminin bulunduğu kayanın önündeki şirin çeşmeden buz gibi akan su alabiliyorsunuz. Likya dönemine ait kral mezarlarını da görebileceğinizi söyleyebilirim. Koyda yemek yiyip bir şeyler içebileceğiniz salaş lokantalar mevcut.

Akvaryum Koyu

Koy adından da anlaşılacağı gibi dupduru bir denize sahip. Deniz gözlüklerinizi takıp 10-15 metre derinlikte dipte dolaşan rengarenk balıkları izleyebilirsiniz.

Samanlık Koyu

Dönüş yolunda demirlenen koylardan biri Samanlık Koyu. Pırıl pırıl denizin cazibesine kapılıp uzun kalmak isteyebilirsiniz ama bu koyun son durak olduğunu belirtmeliyim. Tekneden atlayabilir, akvaryum duruluğundaki suyun içinde keyifle vakit geçirebilirsiniz.


***************************************************************************
GÜNÜBİRLİK TEKNE TURU

Ada Marin Yachting : 0.252.6452040

Biliz Yachting: 0252 612 63 08



Blues Yachting: 0252 645 20 66



E.G.G. Yatchting: 0252 645 27 41



YAT KİRALAMA

Yacht in Göcek: 0 533 772 6742

Ece Yachting: 0 252 614 74 34

Budget Sailing: 0 252 645 13 23

YAT VEYA TEKNE TURU İÇİN ROTALAR

KOYLAR

Boynuzbükü
Tersane adası
Taşyaka koyu
Göbün
Sarsala
Büyükağa
Baba adası
Dişibilmez koyu
Ekincik
Marmaris
Kadırga
Bozukkale
Bozburun
Datça

Göcek Adası
Yassıca adaları
Fethiye
Karacaören
Gemiler adası
Beştaş Limanı
Yeşilköy Limanı
Kalkan
Kaş
Bayındır Limanı
Wood House Bay
Kekova
Üçağız Limanı
Karaloz
Gökkaya Limanı

HUZURUN KIYISINDA: AĞVA

Geçtiğimiz hafta şehrin bunaltıcı sıcağından sıkılıp kendimi nereye atsam diye düşünürken hem güzel bir kahvaltı yapıp hem de orman yürüyüşüyle serinleyebileceğim Ağva geldi aklıma. İstanbul’un yanıbaşındaki Karadeniz’e komşu kıyı kasabasına yaklaşık 110 km yaparak 1,5 saatte ulaştım.


Tem üzerinden gidecekseniz Sarıgazi- Şile yönüne sapıyorsunuz, Şile’den sonra doğuya Ağva yönüne devam edince Çayırbaşı’na gelip ikiye ayrılan yoldaki sahil yolunu tercih edip Kabakoz, Akçakese, İmrenli, Karacaköy, Bozgoca, Şuayipli, Kurfallı üzerinden varabiliyorsunuz. Çayırbaşı’ndan Teke Köyü’ne giden yolu takip ettiğinizde Teke, Gökmaslı ve İsaköy tabelalarının devamında Ağva’ya geliyorsunuz. Her iki güzergahta da mola verilip oksijenden sarhoş olunabilir.




Ağva latincede ‘su’ (aqua) veya ‘iki dere arasındaki köy’ anlamına geliyor. İzmit’in Çal Tepesi’nden doğup gelen Yeşilçay ve Göksu derelerinin buluşma noktası olan zümrüt yeşili nehre sahip kasaba gerek kahvaltı edip hamakta sallanmak gerekse mangal yapıp nehre karşı armut yastıklarda tembellik yapmak isteyenler için biçilmiş kaftan.


İlk durağım bu sezon misafirlerine merhaba diyen Wineport Lodge oluyor. 350 m2 iskeleye sahip tesiste bir yandan güneşin yavaş yavaş yükselişiyle ısınıyor bir yandan da leziz kahvaltı eşliğinde sabah çayımı yudumluyorum.

Özellikle otelin kendi odun fırınında pişen ekmeklerine ve böreklerine bayıldığımı belirtmeliyim.


Otelin bahçesindeki Şile Feneri’nin minyatürü hoş bir hava vermiş, fenere çıkıp açık seyir terasından alabildiğine zümrüte çalmış nehri doyasıya izleyebiliyorsunuz. Fenerin terasından panoramik bir fotoğraf aldıktan sonra nehir kenarındaki yastıklarda kedi gibi gerinip biraz gazete karıştırıyorum.


Güneş yavaş yavaş yükselip kendini gösterirken nehir bisikletine atlayıp sabah kahvaltısında kaçırdığım kalorileri yakmaya koyuluyorum.

Haftasonu Ağva’ya gelen ziyaretçilere düzenlenen tur teknelerinin dalgasıyla hafif sallanıyorum ama sakin ve emin hamlelerle pedal çevirmeye devam ediyorum. Sazlıklara yaklaşınca ağaçların üzerindeki birkaç kocaman mantarı elçabukluğuyla koparıyorum. Biraz ileride kırılmış ve suya düşmüş ağaç dalının üzerinde güneşlenen su kaplumbağalarına rastlıyorum.


Ağva’da nehrin iki kanadında yıllardır hizmet veren pek çok otel ve tesis bulunuyor. Dingin ve huzurlu bir ortam sunan otellerin önünden ilerlerken

haşlanmış mısır satan bir amcaya denk geliyorum. Nehir bisikletinden inmeden haşlanmış sütlü mısırı alıp parasını ödeyip otel yönüne ilerliyorum.


Wineport Lodge’un otel misafirlerine hazırladığı bir sürprizle kendimi fındık ağaçları ve yoncalıkların arasından Cuma Ovası’na doğru ilerlerken buluyorum. İsmi cuma namazından gelen Cuma Ovası’nda 1- 5 Ağustos arası fındık hasat zamanıymış.


Yaklaşık 15 dk.lık yolculuk sonrasında İzmit üzerinden ilerleyerek çınar ağaçlarının serininde Kalemköy’den geçiyoruz. Biraz ilerisindeki şarkılara konu olmuş karlı kayın ormanındaki kayın ağaçları arasından süzülerek ve elbette şarkıyı mırıldanarak Gökbiat Şelalesi’ne varıyoruz.


Ağaçlar arasından sessiz sessiz akan şelalede mola verdikten sonra dönüş yoluna geçip ilgisizlikten harap halde bulunan 5.yy.’dan bugüne kalabilmiş kaleye geliyoruz.


Ağva’ya bağlı civar köylerde Ceneviz, Venedik ve Bizans dönemine ait birçok kalıntı bulunuyor. Örneğin Kalemköy’de Romalılara ait kilise kalıntıları ve mezar taşları, Hacıllı köyünde 3.yy.sonu -4.yy. başlarında bulunan Gürlek Mağarası, Hisar Tepe’deki kale kalıntısı, Sungurlu mahallesindeki dağ değirmeni bölgenin önemli kalıntılardan.


Mihmandarımız Haşim Bey’den öğrendiğime göre Ağva’nın hayvan nüfusu ve çeşitliliği de oldukça fazla. Ormanda sincap, köpeğin yavrusu çakal, ceylan (maral) çok ancak zararlı değiller. Yazları nadir de olsa yılan görülebiliyor, kışın kış uykusundalar.



Ormanın içinde çeşit çeşit ağaçlar arasında yürürken bitki çeşitliliğinden de söz ediyor Haşim Bey.


İstanbul’un mangal kömürü ihtiyacının çoğunu sağlayan meşe ağacından tutun da kestane, gürgen, palamut ve kayına kadar pek çok ağaç olduğunu öğreniyoruz civarda. Doğa sevgisini küçük yaşlarda aşılamak için ilkokulda nerdeyse her öğrenciye öğretilmiş ‘kestane, gürgen palamut altı yaprak üstü bulut’ şarkısı eşliğinde eğlenerek kolay bir parkurla ilerlediğimiz zirveye varıp yeşile doymuş vadiyi izliyoruz. Fotoğraflarımızı çektikten sonra aracımıza binip tekrar otele dönüyoruz.


Bu kadar oksijenden sonra acıkmış midelerimiz zil çalıyor, nehir kenarında aldığımız geç öğlen yemeğinden sonra teknemiz yanaşıyor ve 20 kişilik tekne ile akşamüstü güneşi eşliğinde Göksu nehri boyunca sazlıklardan ilerliyoruz.



Sazlıkları geçtikten sonra Göksu’nun Karadeniz’e dökülen ve kumsala açılan 3 km uzunluğa sahip geniş ağzına geliyoruz. Denizin mavisi ile kumsalın beyazının buluşması görülmeye değer.


Ağva küçük bir balıkçı kasabası olduğu için her daim çeşit çeşit taze balık bulmak mümkün. Balık o kadar bol ki İstanbul’un ihtiyacının çoğu bu şirin kasabadan sağlanıyor. Yeşilçay kıyısındaki balıkçı teknelerinden denizden yeni çıkmış balık satın alabilirsiniz. Nehirde sazan, kefal, ateşböcekleri ve su kaplumbağası en sık görülen su canlılarından. Lüfer, istavrit, palamut, kalkan da sık çıkan balık çeşitlerinden.


Dört mevsim boyunca ziyaret edilebilecek, şehrin rutininden ve trafiğinden kaçmak için nefes alabileceğiniz yemyeşil şanslı kasabalardan Ağva’da yakın zamanda Yeşilçay nehrinin yakınlarına Sungurlu Barajı yapılacak. Umarım doğayı ve tarihi kalıntıları tahrip etmeden, sağlıklı bir şekilde uygulanır.


Ağva’daki otellerin ortak noktası tek gece konaklamaya pek sıcak bakmamaları. Sezonda, bayramlarda veya özel günlerde değişen Cuma- Cumartesi 2 gece 3 gün konaklamalar için paket fiyatları var.


Birkaç otelin gece için havuz başında müzik dinletisi veya tekne gezisi gibi etkinlikleri mevcut. 2 kişi - 2 gece 3 gün (Cuma- Cumartesi) konaklama ortalama 450- 550 TL arası. Haftaiçi biraz daha uygun rakamlarda konaklanılabiliyor.

AĞVA'DAN NOTLAR

• Hacıllı Köyü’nün güneydoğusundaki tepede bulunan Gürlek Mağarası ilk hristiyan hapishanelerinden. Sarkıtları ve manzarayı görmek için tırmanılabilir. Hacıllı Köyü’nde ikinci bir seçenek Değirmen Deresi’ni takip edip

kolay ama kaygan bir parkurla kayaların üzerinde ilerleyerek de tırmanabilirsiniz. Yürüyüş sonrasında köyün meydanındaki köy kahvesinde soluklanıp çınar ağacına karşı çay içilebilir.


• Kilim Koyu, Gelin Kayası, Saklı Göl mutlaka keşfedilmesi gereken yerlerden. Rivayete göre Gelin Kayası denmesinin sebebi beyaz olması ve duvaklı bir geline benzemesi.





• Malzemelerinizi yanınızda bulundurun, oltayı nereye atsanız bir balık türüne rastlıyorsunuz.


• Kaplumbağa, karaca, bülbül, çakal, yaban domuzu, saka, sincap ve yalı çapkını gibi av hayvanlarını barındıran Ağva avcılıkla uğraşanlar için ideal.


• Cuma günleri kurulan pazarından alışveriş yapabilirsiniz.


KALABİLECEĞİNİZ OTELLER


Piccolo Mondo ( 0216 721 73 79 )
Greenline ( 0216 721 84 91 )
Gizemli Nehir ( 0216 721 71 37)
AcquaVerde ( 0216 721 71 43 )
Club Grand Becassier ( 0216 721 72 86 )
Riverside Club ( 0216 721 82 93 )
MotelTahir ( 0216 721 80 12 )
Wineport Lodge (0216 725 75 25)


Yazı ve Fotoğraflar: HÜLYA MERAL

http://twitter.com/hulyameral